Son dönem Türk Dış Politikası’nın işleyişine dair en önemli eleştirilerden biri, bölgesinde lider olma iddiasıyla hareket eden Türkiye’nin Ortadoğu’ya gereğinden fazla eğildiği ve diğer komşu coğrafyalar ile ilişkilerini ikinci plana attığı hususudur. Gerçekten de, Türk Dış Politikası’nın mevcut konjonktürdeki en önemli gündem maddesinin Ortadoğu olduğu bir gerçektir. Ne var ki, bu durumun ortaya çıkmasının en önemli nedeni Türkiye’nin izlediği dış politika değildir. Türkiye, bölgesel liderlik iddiasının gerçeğe dönüşebilmesi ve süreklilik kazanabilmesi yolunda en önemli kırılma noktalarından biri olan Ortadoğu’yu kendi istediği şekilde dizayn etmek ve bölgeden soyutlanmamak zorundadır. Arap Baharı’nın ortaya çıkışı ve bu bağlamda beliren Suriye Krizi sonrasında tam bir kaos ortamının içerisine sürüklenen Ortadoğu’ya ilişkin süreç yakından takip edilirken, Türkiye’yi çevreleyen komşu coğrafyalar nezdindeki etkinliği koruyabilmek ve arttırabilmek yönündeki istek ve kararlılık da aynen devam etmektedir. Güney Kafkasya’da yer alan ülkeler ile kurulan ittifak ilişkileri de bu eksende değerlendirilmelidir.
Türkiye’nin Güney Kafkasya’ya olan yaklaşımı, bölge devletlerinin toprak bütünlüğüne dayalı ve Karadeniz-Hazar havzalarının ekonomik, ticari ve enerji tabanlı potansiyelini en iyi şekilde kullanabilmeyi amaçlayan ve Rusya’yı da işbirliği sürecinden dışlamadan bölgesel entegrasyonu şekillendirebilmeyi amaçlayan bir karaktere sahiptir. Türkiye, bölgede rekabeti önceleyen bir yaklaşımdan uzak durmaya çalışmakta ve kendi yumuşak gücüne referansla kurgulamaya çalıştığı siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel işbirliği faaliyetlerine önem vermektedir. Türkiye, tarihi İpek Yolu’nun bağlantı noktasında bulunan Güney Kafkas Cumhuriyetleri ile kuracağı enerji ve ulaştırma hatları vasıtasıyla AB ile Çin arasındaki etkileşimin devamlılığını sağlayabilmeyi ve böylece hem Güney Kafkas Cumhuriyetleri’nin, hem de kendisinin stratejik önemini arttırmanın peşindedir. Üstelik bu bağlantı sayesinde doğu-batı yönlü ulaştırma hatları çeşitlenecek ve özellikle AB, Rusya’ya olan asimetrik bağımlılığından biraz olsun kurtulabilecektir. Azerbaycan’ın sahip olduğu petrol ve doğalgaz rezervlerinin Gürcistan bağlantılı boru hattı projeleri ile Anadolu’ya aktarılması ve buradan da Avrupa’ya gönderilmesi de Türkiye’nin Güney Kafkasya stratejisinin en önemli hedeflerinden biridir. Zira böylece hem Azerbaycan’ın ekonomik gelişimine katkı sunulacak ve bu ülke enerji ulaştırması anlamında Rusya’ya olan bağımlılığından kurtarılacak, hem de Türkiye’nin enerji ihtiyacının büyük bir bölümü daha ucuza karşılanacak ve enerji terminali olma hedefine de ulaşılabilecektir. Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum Projeleri bu anlamda önemli adımlar olarak görülebilir. Ne var ki, Türkiye’nin hedefleri ve ihtiyaçları açısından düşündüğümüzde, bu projelerin ancak bir başlangıç olarak görülebileceği ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, gerek Azerbaycan’ın, gerekse de Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü desteklemekte ve irredentist emellerle hareket eden Ermenistan ile diplomatik ilişki dahi kurmamaktadır. Dağlık Karabağ, Abhazya ve Güney Osetya meselelerinin bölgesel barış ve işbirliği imkânlarına zarar vermeden çözülebilmesi Türkiye’nin en önemli hedefidir. Ne var ki, Güney Kafkasya’da yaşanan etno-kültürel çatışmalar ve donmuş çatışma bölgelerine ilişkin gelişmeler, Avro-Atlantik dünyası ile Rusya arasındaki Karadeniz havzası odaklı sistemik mücadelenin merkezinde yer aldıkları için güvenlikleştirilmişlerdir ve bu nedenle de Türkiye’nin kendi yumuşak gücüne dayalı olarak ortaya koyacağı hamleler ile çözülebilmeleri mümkün değildir. Zira Türkiye; ne Rusya, ne de ABD’nin uluslararası sistem eksenli gücüne ve etkinliğine sahip değildir ve sahip olunan yumuşak güç unsurları, belli konularda, sert güç unsurları ile desteklenmediği müddetçe etkin bir şekilde kullanılamamaktadır. Güney Kafkasya bölgesi, Avro-Atlantik dünyası ile Rusya arasında uluslararası sistem tabanlı olarak süregelen hegemonya-çok kutupluluk mücadelesine eklemlenmiştir ve Türkiye bu bölgeye ilişkin sorunların çözümünde ancak bir arabulucu, kolaylaştırıcı rolünü içselleştirebilir. Nitekim Türkiye, Soğuk Savaş’ın hemen ardından, Güney Kafkasya’ya yönelik bir hükümetlerarası işbirliği kurumunun oluşturulabilmesi için çalışmış, özellikle Ağustos 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan Savaşı’nın hemen ertesinde “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” adı altında somut bir denemeye de girişmiştir. Ancak gerek Türkiye’nin Ermenistan ile yaşadığı tarihsel, siyasal ve toplumsal sorunlar, gerek Azerbaycan ile Ermenistan’ın “resmi olarak” savaş içerisinde olmaları, gerekse de Rusya ile Gürcistan’ın birbirlerini birer “düşman” olarak görmeye başlamaları nedeniyle kurumsal anlamda beklenen adım atılamamıştır. ABD’nin, Rusya’nın da içerisinde yer alacağı bir Güney Kafkasya inisiyatifine kontrolün Rusya’da olacağı gerekçesiyle sıcak bakmaması ve Rusya’nın da NATO üyesi ve Avro-Atlantik dünyasının sistemik müttefiki olması gibi nedenler dolayısıyla Türkiye’ye güvenmeyi bir türlü başaramaması gibi nedenler de hükümetlerarası işbirliği girişiminin başarıya ulaşamamasında önemli birer neden olarak görülebilir.
Türkiye, Güney Kafkasya’ya ilişkin kapsayıcı bir hükümetlerarası çabanın yeterli oranda desteğe sahip olmadığını gördüğünden, siyasal, sosyo-kültürel, ekonomik ve proje tabanlı işbirliği yaptığı Azerbaycan ve Gürcistan ile ilişkilerini daha da geliştirmeyi hedeflemektedir. Geçtiğimiz günlerde Trabzon’da üç ülkenin Dışişleri Bakanları’nın katılımıyla imzalanan (Ahmet Davutoğlu, Elmar Memmedyarov, Grigol Vashadze) Trabzon Bildirisi, Türkiye’nin Güney Kafkasya’da siyasal, sosyo-kültürel, ticari ve enerji eksenli işbirliğini kurumsallaştırma çabasının başlangıcı olarak değerlendirilebilir. Bu bildiri, önümüzdeki dönemde hayata geçirilebilecek, Türkiye tarafından koordine edilecek ve imzacı ülkeler arası karşılıklı bağımlılık zincirlerini güçlendirmeyi hedefleyen hükümetlerarası bir işbirliği örgütünün çıkış noktası olarak da ele alınabilir. Türkiye, Karadeniz havzasına ilişkin işbirliği ve iyi komşuluk ilişkilerinin koordinasyonu noktasında genel manada KEİT’i kullanıyor olsa da, bu örgütün havza odaklı sistemik çatışmanın etkisi ve bölgesel kimlik gelişimi noktasında yeterli gelişimin gösterilememesi gibi nedenlerle aktive edilememesi, Türkiye’yi farklı ve üyelik bağlamında daha dar kapsamlı bir kurumsal çabaya yöneltmiş olabilir.
Türk Dış Politikası, son dönemde daha çok Ortadoğu üzerinden okunmaya çalışılmasına ve hatta eksen kayması gibi söylemlerle anlamlandırılmaya çalışılmasına karşın, çok yönlülüğü içselleştirmeye devam etmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan Dışişleri Bakanları’nın katılımıyla Trabzon’da imzalanan bildiri de bu sürecin sessiz bir şekilde sürdürüldüğünü göstermektedir. Türk medyasının, sıcak çatışma bölgesi olması nedeniyle Ortadoğu’ya odaklanmış olması ve uluslararası gözlemcilerin de Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü ön plana alan değerlendirmeler yapmaları, Türkiye’nin diğer coğrafyalara ilişkin hamlelerinin gerektiği gibi gündeme getirilememesine ve değerlendirilememesine neden olmaktadır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU