AMERİKALI YAZAR CLAIRE BERLINSKI İLE MÜLAKAT

upa-admin 13 Ağustos 2012 4.735 Okunma 0
AMERİKALI YAZAR CLAIRE BERLINSKI İLE MÜLAKAT

UPA: Sayın Berlinski, UPA ailesi için sizin gibi ünlü bir yazarla mülakat gerçekleştirmek bizim için bir onur. Genç okurlarımız arasında sizi daha önce tanımamış kişiler olabileceği için bize biraz yaşamınızdan ve kariyerinizden bahsedebilir misiniz?

Claire Berlinski: Teşekkürler o onur bana ait ama söylemeliyim ki “ünlü” olarak tanımlanmam beni güldürüyor. Emin olun kimse beni sokakta durdurup imzamı istemiyor. Ve eminim ki genç okurlarınızın hiçbiri beni tanımıyordur.

1968 yılında California’da dünyaya geldim ve New York, Seattle ve California’da büyüdüm. Annem bir çellist (çello sanatçısı), babam ve erkek kardeşim de yazardır. Oxford Üniversitesi’nde Modern Tarih ve Uluslararası İlişkiler okudum ve sonrasında Britanya, Tayland, Laos, Fransa ve Türkiye’de akademisyen, gazeteci ve yazar olarak çalıştım ve yaşadım.

İnsanların bana sürekli sorduğu soru neden İstanbul’da yaşadığım oluyor. Sanırım bu gizeme son vermek ve soruyu yanıtlamak gerekiyor: 7 kedimle birlikte İstanbul’da nasıl iflas ettim? Genç okurlarınız olduğuna göre bundan hoşlanabilirler: Hikayeye buradan başlayabilir ve buradan devam edebilirsiniz.

Hikaye nasıl bitiyor? Hiçbir fikrim yok! David ve ben ayrıldık -bunun olacağını bir şekilde öngörebilirdiniz- ve bu durum hikayenin doğal dramatik akışını değiştirdi ama hala arkadaşız. Bir yayıncı bulabilirsek kitabımızı tamamlamayı düşünüyoruz. Her neyse, ayrıldığımızda kedileri ve şehri ben aldım.

UPA: Sayın Berlinski çok konuşulan makaleniz “Weimar Istanbul”da Türkiye’de darbeleri önlemek adına devam eden bazı davaları (Balyoz, Ergenekon) ve hukuki süreçleri eleştirdiniz. Bu davalarda sizce sorunlu olan noktalar nelerdir ve Türkiye’nin demokratik dönüşümü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Claire Berlinski: Aslında bu makalemde Balyoz davasından bahsettiğimi hatırlamıyorum – benim makalede üzerinde durduğum nokta daha farklıydı. Benim göstermeye çalıştığım şimdinin İstanbul’u gibi önemli bir sosyal dönüşüm halindeki şehirlerde ortak bazı özellikler olduğunu belirtmekti. Bence tüm makalenin anahtar bölümü şurası;

Anlaşıldığı kadarıyla “Weimar Şehri” gibi bir olgu var. Weimar Şehri nedir? Tarihsel ve kültürel olarak zengin, geçmişten kısa bir süre önceki kopuş ve siyasal güvensizlik (istikrarsızlık) nedeniyle canlanmış, şehirleşme ve endüstrileşme nedeniyle ortaya çıkan şok edici çelişkiler içerisinde hareketlenmiş, liberalleşme nedeniyle sosyopolitik hayalleri özgür kalmış – ancak otoriter reaksiyon havası sürekli hissedilen bir şehir.

Weimer Şehirleri hilkat garibesi değillerdir. Bazı sosyal, politik ve tarihi koşullardan doğmaları beklenir. Birinci Dünya Savaşı hem emperyal Almanya, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nu yok etti. Her iki siyasi varlığın kalıntısı da toplumlarına yeni yabancı sosyal düzenler ve hassas (kırılgan) demokrasi denemeleri empoze ettiler. Türkiye Cumhuriyeti Weimar Cumhuriyeti’nden çok daha uzun ömürlü oldu, ancak hikayenin temelleri değişmedi; koşullara bağlı olarak ömürleri uzatıldı.

Şimdi diğer iki sorunuza gelelim. İlk olarak Balyoz ve Ergenekon davaları hakkında ne düşünüyorum? Şununla  başlayayım: Türkiye’de ‘derin devlet’ denen şeyin varlığından kesinlikle şüphe etmiyorum.  Bence geçmişte vardı ve hala var.  Bunun karşı konulmaz derecede kuvvetli delilleri var. Bu davalar derin devletin suçlarının en kötülerinden bazılarının faillerini adalet önüne getiriyor olsalardı tam destek verirdim.

Bu davalara iki şekilde bakmak mümkün.  İlk bakış açısıyla bu davalar Türkiye için önemli bir ileri adım oluyor: Destekçilerine göre hükümet Derin Devlet’in gizemli güçlerine cephe açmış durumda. Söylediklerine göre bu İtalya’da 1990’lardaki “Temiz Eller” operasyonuna benziyor. Karşı çıkanlar ise “alakası yok” diyorlar.  Onlara göre bu, hükümetin muhalefeti sindirmek ve tutuklamak için kullandığı bir bahane. Bu davaya bakış açınız büyük ölçüde sizin AKP’ye ve Türkiye’nin demokratik dönüşümüne bakış açınızı belirliyor. Bu davalar büyük ölçüde kafa karıştırıcıyken, bazı bölümleri ise insanların sandığından daha kolay anlaşılıyor.

Örneğin Dani Rodrik tarafından toplanan kanıtlar kolay anlaşılabiliyor. Kendisi tabii ki tarafsız değil. Kayınpederi (Çetin Doğan) bu davada yargılanıyor. Ancak aileye sadakat ne kadar güçlü olursa olsun 2003 yılında var olmayan bir şirketi geriye dönük olarak var edemez. Rodrik’in söylediği bir vakıa: Balyoz davası delilleri büyük ölçüde 2003 yılında yazıldığı söylenen bir belgeye dayanıyor. Fakat o belge 2008 yılında kurulmuş bir şirkete referans yapıyor.

Bu tek tutarsızlık da değil: davanın temel dayanağı olan doküman Rodrik’in “geleceğe dönüş” adını verdiği anormalliklerle dolu – ve kendisi bunları gayet sarih şekilde gösteriyor. Söylediği herşey bağımsız olarak araştırılıp kontrol edilebilir – ben hepsini kontrol ettim. İddialarının hepsini tek tek inceledim ve doğru söylediğini gördüm. Elbette bu kayınpederinin herhangi bir suç işlemediği anlamına gelmiyor, fakat işlediği suç her ne ise savcıların toplamış olduğu delillerle ispatlanmıyor.

Davayı destekleyenler dahi davada bazı aksaklıklar olduğunu kabul ediyor ancak davanın karmaşık yapısı nedeniyle bunun normal olduğunu söylüyorlar. Bu hataların abartılmaması ve davanın temel meşruiyetini ortadan kaldırmaması gerektiğini söylüyorlar.

Benim düşüncem mi? Eğer bu dava bunca insanı demir parmaklıklar arkasına atacak kadar önemliyse, savcılar dava delilleri konusunda daha dikkatli olmalılardı. Davanın sahte delillere dayanmasının gözardı edilmesi, söylenildiği gibi Türkiye’de hukuk devletinin zaferine, bu davalar hakkında sürdürülebilir ulusal bir uzlaşıya ve meşru bir karara neden olmayacaktır. Ancak kırgınca bölünmüş bir Türkiye’nin en son ihtiyacı olan şeylere, daha fazla bölünme, şüphe ve paranoyaya yol açacaktır.

Suçlananların bir bölümünün suçlu olduklarına, en azından suçlandıkları şekilde olmasa bile başka şekillerde suçlu olduklarına inanmaya kesinlikle hazırım. Türkiye’de birçok suç işleniyor. Ancak utanmazca bariz sahtekarlıklar delil olarak kullanılınca, genel olarak bu davaların siyasi motivasyonla yürütüldüğü düşüncesi yaygınlaşıyor. Eğer suçlamaların herhangi bir kısmı doğruysa bu mevcut duruma öfkelenmek için çok iyi bir sebep. Çünkü kusurlar, ispatlanması mümkün ve gerçek olan suçların yargılanmasına yönelik inancı da zayıflatıyor. Bu nedenle bu davayı destekleyenler de en az karşı olanlar kadar bu duruma tepki göstermeliler. Göstermemelerine şaşırıyorum.

UPA: Sayın Berlinski, popüler kitabınız “There Is No Alternative: Why Margaret Thatcher Matters”da İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın hayatını ve politikalarını incelediniz. Thatcher’ın politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz ve sizce Türkiye’de Thatcher’a benzeyen politikacılar var mı?

Claire Berlinski: Kitabım Thatcherizm’in kilit unsurları ve Thatcher’ın iktidarda olduğu dönemdeki en önemli gelişmeleri içeriyordu ve iki temel görüşe dayanıyordu. İlk olarak Margaret Thatcher’ın etkisinin yalnızca Britanya değil, tüm dünyada sanıldığından fazla olduğunu savundum. Thatcher’a en sempatiyle bakan yazarlarda dahi biyografilerinde onun olağanüstü ve benzersiz başarılarını taşralı kişiliğinden bahsederek gösterme eğilimi vardır; aksanı yapmacıktı (evet öyle), tatsız bir ölçüde ahlakçıydı (evet öyle), egoistti (evet öyle), Britanya’yı bölünmüş bıraktı (evet öyle), Britanya’nın kömür işçilerini yok etti (evet öyle), kötü bir anneydi (kimin umrunda). Benim kitabımda ise Thatcher’ın bu özelliklerinin ancak dipnot olabileceği ve Thatcher’ın sosyalizmin en disiplinli ve güçlü düşmanlarından biri olarak yalnızca Britanya’nın değil, dünyanın tarihini değiştirdiği belirtiliyor.

İkinci tezim Thatcher’ın şimdilerde iktidarda olduğu zamandaki kadar önemli olduğudur. Sosyalizm prematüre bir şekilde gömüldü. Ancak son ekonomik kriz ve durgunlukla beraber Thatcher’ın hayatını savaşmaya adadığı fikirlerin yeniden canlanmaya başladığı görülüyor. Nasıl ki faşizm dini isteklerde vücut bularak yeniden yükselebiliyorsa, sosyalizm de işçilere iskelet ellerini uzatarak mezarından ayağa kalkacaktır.

Thatcher bazı farklı fikirleriyle canlandırıldı. Bunlar göreceli olarak basitti: Özelleştirmeye, halkçı kapitalizme, serbest piyasalara, özel mülkiyete, parasalcılığa, kamu harcamaları üzerinde sıkı denetime, vergi kesintilerine, milliyetçiliğe ve bireyciliğe inandı. Sosyalizme ve onun değişik formları olduğunu düşündüğü refah devletine esef etti. Özellikle de güçlü işçi sendikalarını küçümsedi. Uluslararası kurumlar hakkında tedbirliydi. Sovyetler Birliği’nde hayran olunacak hiçbir şey görmedi. Britanya dışı ülkeler arasında da Amerika Birleşik Devletleri dışında hiçbir ülkede fazla hayran olunacak bir şey bulamadı.

Thatcher’ın başarıları müthiş bir irade ve dönüştürücü güçle hayata geçirilen büyük, canlı, yaşayan anti-sosyalist ideallerdir. Ayrıca ABD dışında ve hatta sosyalist geleneğe sahip ülkelerde dahi bu ideallerin gerçekleştirilebileceğini ispatlama işlevindedir. Özel teşebbüs ve kollektivizm arasındaki küresel savaşta bugün Thatcher’ın sesi en zorlayıcı etkendir.

Türkiye’de Thatcher’ın izinden giden bir politikacı görmüyorum. AKP kendisini serbest piyasacı olarak adlandırmayı seviyor olsa da, bireycilik, özel mülkiyet hakkı ve hukuk devleti anlamında kendilerinin piyasa düzenini anladıkları konusunda çok az delil mevcut.

UPA: Sayın Berlinski, neo-liberalizme yönelik eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce insanlık adına bir serbest piyasa toplumunda sosyal adalet düzeni sağlamak mümkün mü?

Claire Berlinski: Hayır, net olarak hayır. Böyle bir ihtimal planlı ekonomide de mümkün değil, hatta tamtersine böyle bir sistemde fakirlik, haksızlık ve rüşvet neredeyse garantileniyor.

Hayatın sert gerçeği hayatın adaletsiz ve eşitliksiz olmasıdır: İnsanlar çok farklı derecede yeteneklerle, çok farklı ölçüde hırslarla ve çok farklı oranda şansla doğarlar. Haksızlığın olmayacağı bir toplum asla var olmayacaktır. Bu bir ütopyadır ve böylesi bir ütopyayı yaratma gayretleri dünyada cehennemi yaratır. Tarihsel gerçeklik böyledir.

Serbest piyasa ekonomisinin planlı ekonomiye üstünlüğü ise bireye şansı ve yeteneklerinden faydalanabilmesini sağlamasıdır. Daha fazla verebileceği ise yoktur.

UPA: Sayın Berlinski, daha önce Ermeni soykırımı iddialarının inkarını Fransa’da suç sayan yasa tasarısının yasalaşması durumunda bu ülkeye giderek bu yasağı çiğneyeceğinizi belirttiniz. Liberal bir perspektiften baktığınızda bazı ülkelerin Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak adına 1915 olaylarını soykırım olarak nitelendiren yasalar çıkarmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Claire Berlinski: Saçma buluyorum. 1915’te ne olup olmadığını bugün yasalar yaparak belirleyemezsiniz. Bana göre bunlar oldu ve 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Konvansiyonu tanımına göre bu olanlar soykırım kapsamına giriyor. Ancak benim için ifade ve tartışma özgürlüğüne baskı uygulamaktan daha tiksindirici bir şey olamaz. Ve ifade özgürlüğü, herkesin -ne kadar yanlış veya itici dahi olsa- her türlü görüşü söyleyebilmesinin kanuni bir hak olması demektir. Lütfen Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasalara karşı çıktığımı da not edin.

UPA: Sayın Berlinski uzun süre Türkiye’de bulundunuz. Türk insanı ve Türk entelektüelleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Claire Berlinski: 70 milyon Türk insanı var ve ben hepsiyle tanışmadığım için herkes hakkında bir şey söyleyemem. Birçok Türkle tanıştım, birçok Türk’ü sevdim ancak ben onlarla bireyler olarak tanıştım, Türk olarak değil. Yine birçok Türkle tanıştım ve onları çok sevmedim, ancak onları da bireyler olarak sevmedim, Türk olarak değil.

Eger genelleme yapmak durumundaysam, genel eğilimim Türklerin çok sevilebilir olduğu yönünde, çünkü sevmediklerimden çok daha fazla sayıda sevdiğim Türk’e denk geldim.

Türkiye’nin entelektüel denen kesimine hayranlık duyduğumu söyleyemem. Turkiye’de tahsil, okumak ve düşünmek konusunda en fazla fırsat bulanların -ki bunları yapabilmek bir miktar varlık ve imtiyaz gerektiriyor- çoğunun yalan söylemeye en meyilli insanlar olduğunu gördüm. Bunun neden olduğunu bilmiyorum, ancak yine gruplar yerine bireyler üzerinde duruyorum.

UPA: Sayın Berlinski bize takip ettiğiniz ve fikirlerine değer verdiğiniz akademisyen, gazeteci ve politikacı isimlerini sayabilir misiniz?

Claire Berlinski: Türkiye’den mi, genel olarak mı? Amerika’da Paul Ryan’ın Başkan Yardımcısı [adayı] olmasına çok sevindim, harika bir seçim. Ryan’ın seçiminden sonra artık Başkanlık yarışı tatsız olmayacak. Ryan Cumhuriyetçi Parti’nin gerçek entelektüel lideridir. Buradan kendisini genç okurlara tanıtacak bir yazıya ulaşabilirsiniz. Ayrıca burada ve şurada kendisi hakkında yazdıklarımı bulabilirsiniz.

Gazeteciler? Ben her zaman Michael Totten’ın yazdıklarını okuyorum. Ona büyük bir hayranlık besliyorum ve güveniyorum: Hiçbir şeyi abartmaya ya da çevirmeye çalışmıyor. Türk gazeteciler arasında şimdilerde New York’ta yaşadığını zannettiğim Melik Kaylan’ı beğeniyorum.

UPA: Sayın Berlinski bu keyifli sohbet için size teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.

Röportaj: Dr. Ozan ÖRMECİ

12.08.2012

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.