AFASAM’DA DR. OZAN ÖRMECİ MÜLAKATI

upa-admin 27 Ağustos 2012 3.389 Okunma 0
AFASAM’DA DR. OZAN ÖRMECİ MÜLAKATI

Afro-Avrasya Araştırmalar Merkezi AFASAM web sitesinde Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Dr. Ozan Örmeci ile yapılan bir mülakata yer verdi. Mülakat metnini aşağıda bulabilirsiniz.

Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için ve değerli vaktinizi ayırdığınız için AFASAM takipçileri adına tekrar teşekkür ediyoruz.

1-) Türkiye’nin 2002’den sonra izlediği dış politika stratejisi malum komşularla sıfır sorun politikası, çok taraflılık, karşılıklı bağımlılık gibi temel argümanlara dayanmaktadır. Size göre son 10 yılda Türkiye, dış politikasında neler kazandı, neler kaybetti? 

Dr. Ozan Örmeci: Öncelikle belirtmem gerekir ki, Türk dış politikasının 1990’larda SSCB’nin yıkılmasıyla başlayan hareketliliği, 2000’li yıllarda İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanlığı döneminden başlayarak ve sonrasında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları süresince de büyük bir ivme kazanmış ve Türkiye Soğuk Savaş’ın kendisine biçtiği dar gömleği yırtıp atmayı başarmıştır. Bu dış politik gelişim süreci, ekonomik büyüme ile de perçinlenmiş ve Türkiye dış politikada tarihinde olmadığı kadar aktif bir ülke haline gelerek adeta sınıf atlamıştır. Burada kesinlikle 2000’li yıllar öncesindeki devlet adamlarımızı küçümsediğim gibi bir yanılgıya düşülmesin. Türkiye gerçekleştireceği bu büyük atılım için gerekli olan maddi temellere; yani istikrarlı bir demokrasi, iyi işleyen ve dünyaya açık bir piyasa ekonomisi, çok sayıda bilgi üreten üniversite, gelişmekte olan bir sivil toplum, genç ve dinamik bir demografik yapı, gelişmiş teknolojik imkanlar ve benzeri koşullara ancak 2000’li yılların başında Avrupa Birliği reform sürecinin de etkisiyle ulaşmıştır. Bu dönem öncesinde bu imkanlara sahip olmayan Türkiye’nin daha ihtiyatlı politikalar izlemesi doğaldır ve o dönemin devlet adamları da Türkiye için en iyisini yapmaya gayret etmişlerdir. Ancak küreselleşme hadisesi ve SSCB’nin yıkılmasının, Türkiye’nin nispeten istikrarlı bir yapıya kavuşması dönemine denk gelmesi neticesinde Türkiye’nin daha aktif bir dış politika izlemesi ve tabir yerindeyse “büyümesi” kaçınılmaz olmuştur. Bu durumu somutlaştırmak için şunu söyleyebilirim; 2002 yılında 163 olan dış temsilcilik sayımız bugün itibarıyla 219’a yükselmiştir ve kısa bir süre içerisinde bu sayının 231’e çıkarılması planlanmaktadır. Yine 2002 yılında 93 olan büyükelçilik sayımız bugün itibarıyla 120’ye çıkmıştır ve kısa bir süre içerisinde 130’a yükselmesi beklenmektedir. Dış İşleri Bakanımız Sayın Davutoğlu’nun sunduğu verilere göre 231 temsilcilik sayısına ulaştığımızda dünyadaki en yaygın örgütlenmiş 5 diplomatik güç arasına gireceğiz. Elbette bu sayılar tek başına bir şey ifade etmeyebilir; zira önemli olan nicelikten ziyade niteliktir. Fakat bu noktada önemli mesafe katettiğimizi söylememek Türk Dış İşleri’ne ve emeği geçmiş tüm Bakanlarımıza haksızlık olur diye düşünüyorum.

2002-2009 döneminde Türkiye, bu artan diplomatik hareketliliğinin doğal bir sonucu olarak dünya kamuoyunda gündem yaratan, daha fazla tanınan ve bilinen bir ülke haline gelmiştir. Bu süreçte Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeliğine de seçilmiştir. Açılan temsilcilik ve büyükelçilikler neticesinde birçok ülke ile yaptığımız ticaret ve işbirliği ciddi ölçülerde artmıştır. Dahası birçok yere ilk kez gidildiği için rakamlar henüz çok etkileyici olmasa da, gelecek adına çok önemli temeller atılmıştır. Önceden çok ciddi sorunlar yaşadığımız komşularımızla ilişkiler, 2000’li yılların başında koalisyon hükümetinin çabalarının daha kapsamlı bir devamı neticesinde düzeltilmiştir. Suriye, İran, Irak, Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya gibi komşu ve yakın ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkiler çok daha üst boyutlara taşınmıştır. Ermenistan gibi çok ciddi sorunlarımızın olduğu bir ülke ile dahi ilişkileri düzeltmek adına iç kamuoyundaki tepkilere rağmen ve Azerbaycan’ı küstürmek pahasına normalleşmiş ilişkilerin kurulması için adımlar atılmıştır. Bunlar hep başarı olarak sayılması gereken hususlardır. Ancak bu başarı tablosu 2009 sonrası giderek değişmeye başlamıştır. Bunun kanımca en önemli sebepleri; kendi iç meselelerini (laiklik-İslamcılık kavgası ile siyasal ayrılıkçılık ve terör sorunu) henüz çözememiş Türkiye’nin bu artan hareketliliğinin rekabet ettiği diğer bazı ülkeleri rahatsız etmesi ve Türkiye’deki rejimin de AB üyeliği idealinden uzaklaştıkça giderek daha otoriter, hoyrat ve benmerkezci politikalar izleyerek toplumsal huzuru bozması olmuştur. Bunun sonucunda Türkiye’deki siyaset, giderek partiler arası rekabeti aşan bir rejim kavgasına dönüşmüş, rövanşist yaklaşımlar nedeniyle Türkiye her gün yeni bir siyasi krizin yaşandığı, deyim yerindeyse “vahşi yaşam” koşullarının geçerli olduğu bir ülke görüntüsü çizmeye başlamıştır. Bu durumun sonucu ise giderek artan istikrarsızlık ve dışarıdan kışkırtmalara açık bir ortamdır. Türkiye’nin reformlar yoluyla gerçekleşmesini kurguladığı Orta Doğu’daki değişimin, Arap Baharı sürecinde şiddetli devrimler ve iç savaşlar yoluyla yaşanması da Türkiye’nin “model ülke” konumunu zayıflatmış ve Sünni-Şii rekabetini tetikleyerek Türkiye’nin yakın coğrafyasını adeta yangın yerine çevirmiştir. Türkiye’nin bence 2009’a kadar çok iyi götürdüğü dış politikası, bu politikanın mimarı olan Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Dış İşleri Bakanı olmasının ardından dış koşulların da etkisiyle ilginç bir şekilde zayıflamaya başlamıştır. İsrail’le ve Suriye’deki mevcut rejimle ilişkiler  tamamen kopmuş, İran’la çok ciddi zarar görmüş, Rusya ve Irak’la da eski olumlu havasını kaybetmiştir. Koşulların da bu zor süreci doğurduğu bir vakıadır, ancak yine de bence önceki başarılı politikaların mimarı olan Sayın Davutoğlu bu süreci çok daha başarılı yürütebilirdi. Bu noktada bazı konularda fazla doğrucu ve duygusal davrandığımızı düşünüyorum. Duygusallık dış politikada hep olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Sonuçta gördüğümüz gibi Türkiye ekonomik büyümesini halen korumasına karşın, 2002-2007 periyodundaki dinamizmini kaybetmiş ve sorunlu bir döneme girmiştir.

2-) Türkiye’nin uyguladığı yeni dış politikasına göre eski Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında bulunan ülkeler ile bir takım yüksek düzeyli işbirliği alanları yaratıldı, karşılıklı vizeler kaldırıldı. Bunun sonucunda basında Yeni Osmanlıcılık ve Türkiye emperyalist bir ülke mi oluyor sorusu gündeme geldi? Sizce, Türkiye’nin uyguladığı dış politika ile hedef yeni Osmanlıcılık mı?

Dr. Ozan Örmeci: Yeni Osmanlıcılık terimi çok sık kullanılmasına karşın, devletin resmi makamlarınca bu konuda yapılmış net bir tanım olmadığı, hatta bu konuda benim bildiğim henüz kapsamlı bir akademik çalışma da yapılmadığı için bu kavramdan ne anlamamız gerektiği konusunda benim şüphelerim var. Yeni Osmanlıcılık eğer Türkiye’nin daha aktif, siyasi, kültürel, ekonomik etkinliklerini arttırarak bölgesinde sözü geçen ve rol model olarak algılanan bir ülke haline gelerek büyümesi ise ben Yeni Osmanlıcılık’ı olumlu görüyorum. Tabii ki böylesi bir hedefe ulaşmak ancak ve ancak Cumhuriyet rejiminin sağladığı laik, demokratik, çoğulcu rejim sayesinde olabilir, ona rağmen değil. 2002-2007 arası dönemde hükümetin izlediği politikaların sanki böylesi bir ruhu vardı. Zira hem AB üyeliği yolunda demokratik reformlar yapılıyor, hem de dış politikada çok boyutlu bir çizgiye yönelerek daha aktif olunmaya çalışılıyordu. Fakat Yeni Osmanlıcılık Türkiye’nin içeride giderek daha otoriter ve teokratik bir rejim kurarak, dışarıda da militarist yayılmacılık politikaları izlemesi ise elbette Yeni Osmanlıcılık olumsuz algılanacak ve Türkiye’ye de çok zarar verecektir. 2007 özellikle de 2009 sonrası Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırılan Adalet ve Kalkınma Partisi dış politikasının -koşulların da zorlamasıyla- giderek bu çizgiye doğru kaydığını üzülerek gözlemledim.

Türkiye’de gerçekten Yeni Osmanlıcılık hedefinde olanlar var ise, unutmamaları gereken en temel konular; Osmanlı’nın gücünü o dönem dünya koşullarının bir gereği olan askeri gücü ve dini yapılanması kadar, içerideki göreceli dini hoşgörü rejiminden ve yakın çevresinde siyasi aklını kullanarak Osmanlı Barışı (Pax Ottomanica veya Pax Ottomana) adı verilen bir istikrar düzeni sağlamasından aldığı gerçeğidir. İçeride otoriter, dışarıda maceracı bir yönetim bu nedenle Yeni Osmanlıcı olarak adlandırılmamalıdır. Zaten günümüzün dünyası Osmanlı İmparatorluğu’nun varolduğu dünyadan apayrı bir dünyadır ve böylesi bir kıyaslama doğru sonuçlar vermeyebilir. Dahası bu terim ve bu yönde politikaların çevre ülkeler tarafından da ne derece doğru anlaşılacağı ve olumlu karşılanacağı bilinmemektedir. Elbette içeride motivasyon sağlamak adına böyle tabirler kullanılabilir ve halktan büyük ölçüde destek de görebilir, ancak dediğim gibi bunun Cumhuriyet rejimine karşıt algılanması birçok yeni toplumsal soruna kaynaklık eder. Tarihimizdeki keskin kopuşlardan geçmişte yeterince muzdarip olmuş bir millet olarak, artık daha dikkatli bir dil kullanmamız gerektiği kanaatindeyim. İçeride demokratik rejimimizi ve demokratik hoşgörü kültürünü de mutlaka geliştirmeliyiz. Halen farklı toplumsal gruplara yönelik siyasette, basında ve toplumdaki nefret söylemlerini gördükçe bu ülke adına güzel hayaller kurmak zorlaşıyor.

3-) Arap Baharı ve demokratikleşme hareketleri Ortadoğu’da yeni bir düzenin kurulmasını sağladı. Bugün Soğuk Savaş sonrası düzende Batı’nın vazgeçemediği köhnemiş diktatörlükler domino etkisi ile teker teker devrilmektedir. Arap Baharı son olarak Suriye’de devam etmektedir. Sizce, bahar Suriye’ye gelecek mi? Yoksa küresel güçlerin mücadele alanı olarak gördüğümüz Suriye’de bir süre daha bekleyecek miyiz baharın gelmesini?

Dr. Ozan Örmeci: Ben Suriye konusunda sahayı çok iyi bilen biri olmadığım, konuyla daha çok bir entelektüel uğraş olarak ilgilendiğim ve olaylara dini-mezhepsel perspektiften bakmadığım için durumun ne olduğu konusunda sabit fikirli değilim. Benim gördüğüm Suriye’de son yıllarda az da olsa reformlar gerçekleştirebilmiş, fakat Arap Baharı nedeniyle büyük bir korkuya kapılarak giderek kontrolünü kaybetmiş bir rejim olduğudur. Ancak rejimin temelde bir azınlık rejimi olması hasebiyle güvenlik bürokrasisi anlamında çok iyi örgütlendiği, dahası giderek farklı toplumsal grupları da sisteme entegre ederek daha bütüncül bir yapı oluşturmayı başardığı görülüyor. Yani olaya sadece mezhepsel oranlardan yaklaşmak doğru sonuçlar vermez. Zaten öyle olsa Tunus ve Mısır’daki gibi hemen sonuç alınabilirdi. Oysa Suriye’de şu an çok çetin bir şekilde devam eden ve yaklaşık 20.000 kişinin ölümüne neden olmuş bir iç savaş yaşandığı görülüyor. Bu sayıların artması ve buradan başlayan mezhepsel gerginliklerin başka ülkelere ve tüm İslam coğrafyasına sıçraması da söz konusu. Yani Suriye’de Arap Baharı süreci, Tunus ve Mısır’daki gibi bir “Bahar” ortamı yaratmışa benzemiyor. Zaten Arap Baharı, Libya’daki NATO bombalamaları ve Kaddafi’nin linç edilmesiyle beraber sonbahara dönmüş, Arap halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri bu ülkede yaşananlarla lekelenmişti. Bu gidişle Arap Baharı Suriye’de de kışa dönecek…

Suriye’de şu an iç savaşın ne aşamada olduğunu tam olarak bilemiyorum. Esad rejiminin ülkenin yarısını aşan bir coğrafyada kontrolü kaybettiği görülüyor. Ancak muhaliflerin de Halep’ten daha ileri gidemedikleri anlaşılıyor. Üst düzey kaçma olaylarına karşın rejimin halen kendisine sadık bir bürokrasisi ve halk tabanı olduğu görülüyor. Robert Fisk’in Independent’ta Suriye’den yazdığı makaleler (örneğin http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-rebel-army-theyre-a-gang-of-foreigners-8073717.html) Esad güçlerinin bu savaşı kazanacağı yönünde. Dış İşleri Bakanımız Sayın Davutoğlu ise Esad için haftaların sayılı olduğunu vurguluyor. Medyadan konuyu takip ettiğim için ne olup bittiği konusunda kesin bir fikre sahip olamıyorum, çünkü medya kanalıyla manipülasyon da yapılıyor olabilir. Diplomasinin bu aşamada durmuş olması ve geçiş hükümetinin kurulamayışı bence çok büyük bir talihsizlik. Zira her geçen gün yeni kayıplar yaşanıyor, Suriye kentleri yıkılıyor ve en kötüsü tüm İslam coğrafyasında mezhepsel gerginlikler üst düzeye çıkıyor. Türkiye ve İran’ın bu noktada çok daha sorumlu davranmaları gerekiyordu ancak her iki ülke de bence bu süreci çok kötü yönettiler. İran zaten maalesef dış politikasını mezhepsel bir temele indirgemişe benziyor. Gerçi bunu aşmak için şimdi Mısır’la diplomatik girişimlerini arttırıyorlar ancak Türkiye ile aralarında mezhepsel bir rekabet algıladıkları kesin. Türkiye de maalesef bu süreçte arabulucu rolü oynayarak geçiş süreci ve olası yeni rejim döneminde çok daha etkili bir aktör haline gelebilecekken, izlediği militarist politikalar nedeniyle zor bir durumda kaldı. Ben hala geçici bir ateşkes ilan edilerek, Türkiye, İran, Rusya, Irak ve ABD gibi ülkelerin katılımıyla kapsamlı bir Suriye Konferansı düzenlenebileceğini ve soruna diplomatik çözüm bulunabileceğini umuyorum. Bence özellikle Rusya ve Irak kendilerine bazı garantiler verilmesi durumunda bir geçiş hükümetine olumlu yaklaşacaklardır. İran’ı ikna etmek daha zor olacak, ancak kurulacak yeni rejimin mezhepsel bir temele dayanmaması ve İran karşıtı politikalar izlememesi durumunda İran da tavrını değiştirebilir. Diplomatik çözüm için umalım, zira gördüğünüz gibi iç savaş bir ülkenin yaşayabileceği en büyük felaket…

Ayrıca Arap Baharı sürecinin bu şekilde noktalanıyor olması da çok üzücü. Çünkü en başından beri bu sürecin Orta Doğu coğrafyasındaki geç kalmış normalleşme dönemi olduğunu düşünerek Arap Baharı’na olumlu yaklaştım. Bence tarihe Libya ve Suriye’deki kötü gelişmelere karşın Arap Baharı negatif bir süreç olarak girmeyecek. Ancak şunu bir kez daha kesin olarak anladım ki; bir ülkede sağlıklı bir değişim-dönüşüm, reformlar yoluyla ve siyasal şiddet olmadan gerçekleşebilecektir. Ani sıçramalar ve şiddet yoluyla rejim değişiklikleri toplumda geçmişte olduğu gibi çeşitli travmalara yol açabilir. Geçtiğimiz gün Sting’in “Englishman in New York” şarkısını dinlerken, bu şarkıda geçen “A gentleman will walk but never run” sözünden esinlenerek yabancı bir akademisyen arkadaşıma Arap Baharı süreci ile ilgili olarak “A gentleman will make reform but no revolution” dedim. Hakikaten sağlıklı demokratik rejimlere tabandan gelen talepleri karşılayan demokratik reformlar yoluyla ulaşmak bana daha doğru geliyor. Devrimlerin birçok olumlu özelliklerinin yanında radikalizm unsurunu beslemeleri daima kötü bazı sonuçlarının olmasına da yol açıyor.

4-) Türkiye’nin son dönemde izlediği dış politika anlayışı üzerine herkes bir yorumda bulunuyor. Dış Politika alanında çalışan bir akademisyen olarak Sayın Davutoğlu’nun izlediği politikayı “Stratejik Derinlik” bağlamında değerlendirdiğimizde “hayalperest” olarak görülmeli midir? Türkiye, komşularla sıfır sorun politikasından, yakın çevresinde sorunlar yumağı ile karşı karşıya kalmıştır. Size göre bu durum konjonktürel bir gelişme mi, aksine Türkiye’nin uyguladığı dış politika paradigmasının iflas ettiğini mi gösterir?

Dr. Ozan Örmeci: Sayın Davutoğlu’nun “hayalperest” olarak adlandırılmasına katılmıyorum. Bence Dış İşleri Bakanımız için doğru tabir “ihtiraslı” olmalı. Ayrıca iç siyasetteki muhafazakar dünya görüşünü dış politikaya da fazlasıyla taşıdığını düşünüyorum. Ancak dış politika bir siyasal parti ve ideoloji değil, bir devlet meselesi olduğu için mümkün olduğunca tüm toplum ve devlet kadroları tarafından sahiplenilecek bir şekilde yapılmalıdır. Bu noktada ben hükümetin seçim başarıları sonucunda artan özgüveni nedeniyle giderek dış politikayı bir parti meselesi gibi görüp algılamaya başladığını, bu nedenle de son dönemde aksaklıklar yaşandığını düşünüyorum. Elbette Sayın Davutoğlu’nun teorik yaklaşımlarında Orta Doğu’da Türkiye’nin rehberliğinde zaman içerisinde daha yavaş bir değişim-dönüşüm bekleniyordu. Oysa Arap Baharı süreci bunu hızlandırdı ve Türkiye’yi aslına bakılırsa zor durumda bıraktı. Sayın Davutoğlu bir politikacı değil, akademisyen olduğu için kendisini “tutarlı” olmak zorunda hissediyor ve teorisine bağlı kalıyor olabilir. Ancak devlet adamı kimliğiyle Türkiye’nin menfaatlerini ve ulusal güvenliğimizi düşünmek zorundadır. Türkiye’nin ulusal güvenliği realist bir perspektiften bakıldığında Suriye’de demokrasiye geçilmesinden daha önemlidir.

Açıkça görüldüğü üzere Sayın Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikası, İran’ın nükleer programı ve Arap Baharı nedeniyle iflas etmek zorunda kalmıştır. Türkiye bu noktada Batı bloğunda kalarak bence doğruyu yapmıştır, zira tüm olumsuz özelliklerine karşın Batı bloğu hala hür dünya ve demokrasiler bloğudur. Ancak Türkiye bu noktada çok hızlı bir değişim-dönüşüm yaşadı ve maalesef İsrail ve İran’la yaşadığı sorunlar nedeniyle arabulucu konumunu zayıflattı. Oysa bugün İran-İsrail savaşı diplomatik yollarla önlenebilecekse bunu yapmaya müsait en önemli ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye’de üç dönem ve 10 senedir aynı kadroların işbaşında olması da bir yıpranma ve yorulma sürecini haliyle beraberinde getirmiştir. Türkiye’nin bu noktada Batı bloğunda kalarak mümkün olduğunca ilişkilerini daha istikrarlı bölgelere (Balkanlar, Asya, Latin Amerika) doğru çeşitlendirmesi ve savaş olmaması ya da savaşın “soğuk savaş” düzeyinde kalması adına arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık (İngilizce “moderating role” tabiri buraya uygun düşüyor) rolleri üstlenmesi gerekiyor. Dış İşleri’nin kaliteli ve deneyimli kadrolarının da bunu yapacak bilgi ve birikime sahip olduklarına yürekten inanıyorum.

5-) Son aylarda artan terör saldırıları sonunda asker-sivil şehitler verdik. PKK terör örgütünün bu eylemleri arttırmasının temel nedeni sizce ne olabilir? Terör örgütünün tekrardan şiddete başvurmasını Oslo sürecinden sonra oluşan bir hesaplaşma olarak mı görmeliyiz? Size göre, Suriye-İran-Rusya ekseninde ele aldığımızda terörün bundan sonraki boyutu ne derecede etkin olacaktır? Türkiye’nin bu konuda yapması gerekenler nelerdir?

Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’deki terörün daima hem iç, hem de dış dinamikleri olduğunu düşünüyorum. İç dinamikler bildiğimiz üzere Türkiye’de geçmişte izlenen bazı hatalı politikalar neticesinde oluşmuş ve genel demokrasi sorunumuzun da bir parçası olan Kürt sorunu, dış dinamikler ise Türkiye’deki ayrılıkçı fikir akımları ve terör hareketlerini Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olan bazı ülkelerin çeşitli şekillerde desteklemeleridir. Son dönemde artan terör faaliyetlerinde de yine bu iki dinamiğin etkili olduğunu, ancak dış dinamiklerin çok daha ağır bastığını düşünüyorum. Suriye krizindeki tutumu nedeniyle Türkiye’nin Suriye ve İran’la ilişkilerinin gerilmesi, yine Irak ve Rusya ile ilişkilerin soğuması muhakkak ki bu süreçte etkili olmuş faktörler. Terör faaliyetlerine destek veren ülkeler hangileridir kesin olarak bilemiyorum, eminim istihbarat birimlerimizin bu konuda somut saptamaları vardır. Ancak kamuoyunda da dile getirildiği şekilde Esad yönetiminin kuzeyde PYD ile anlaşarak bu bölgeyi PYD’nin kontrolüne bırakması ve buradaki Kürt gruplara silah sağlaması kanımca terörün artışında en temel etken. İran’ın da son dönemde bazı karakollarında PJAK ve PKK’nın faaliyetlerine izin verdiği terör uzmanlarınca ifade ediliyor ama bu ne derece doğru emin değilim. Kamuoyundaki yaygın görüşe rağmen ABD’nin PKK’ya bu süreçte destek verdiğini hiç zannetmiyorum. Onlar tamtersine Türkiye ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi (belki de yakında bağımsızlığını ilan edecek) arasındaki ilişkileri germemek için PKK’nın tasfiyesini istiyorlar diye düşünüyorum. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin de Türkiye’nin kendi kamuoyundaki tepkilere rağmen uzattığı yardım eline karşın terörle mücadele konusunda hiçbir çaba içerisine girmemesi son derece üzücü.

Terörün artışıyla ilgili olarak ayrıca 2003 sonrası Irak’ın kuzeyinde oluşan boşluk ortamında PKK’nın yeniden güçlendiğini ve eleman sayısını arttırdığını bu konuda çalışma yapan uzmanlar dile getiriyorlar. Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan uyanışın ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin varlığının da Kürtleri etkilediği ve Irak, İran, Suriye ve Türkiye gibi dört farklı ülkede de Kürtlerin geç kalmış bir milliyetçilik dönemi yaşadıklarını düşünüyorum. Ancak Türkiye gibi demokratik siyaset kapılarının Kürtlere tamamen açık olduğu, herşeye rağmen devlette ve toplumda Kürtlere yönelik olumsuz bakışın marjinal düzeyde kaldığı Avrupa Birliği adayı bir ülkede hala terörü savunabilmek gerçekten marifet (!) istiyor. Şiddet her şekilde kötüdür ve karşı şiddeti doğurur. Tarihte terör yapanlar ve teröre destek verenler bir şekilde mutlaka bundan zarar görmüşlerdir. Bu nedenle biz insanlarımızı uygarca yaşamak ve demokratik şekilde siyaset yapmak konusunda şevklendirmeliyiz. Güneydoğu Anadolu bölgesinin geliştirilmesi, kalkındırılması, bölgeye en nitelikli devlet kadrolarının çok daha üst düzey maaşlarla gönderilmesi gibi politikaların da uygulanabileceğini düşünüyorum. Terörle mücadele konusunda da mutlaka özel yetişmiş profesyonel kadroların bölgede görevlendirilmesi ve daha etkin bir istihbarat ağının kurulması gibi yeniliklerin yapılması gerektiğine inanıyorum.

Kanımca Türkiye’nin kendi vatandaşlarına her türlü kültürel-demokratik hakkı sağlaması, öte yandan terörle etkin bir şekilde mücadele etmesi gerekiyor. Bunu aynı anda yapmak mümkün, yeter ki bu konuda siyasilerin tavrı net ve güçlü olsun. Yani bir yandan Kürt kökenli yurttaşlarımıza yönelik siyasi jestler yapılabilir ancak aynı anda terör örgütüne yönelik büyük operasyonlar da düzenlenebilir. Bu ikisini birbirinden ayırabilirsek sanırım çok daha başarılı olacağız. Son olarak bu konuda bilgi düzeyim sınırlı olduğu ve bu konu güvenlik bürokrasisinin alanına girdiği için haddimi aşmak da istemem. Sivil bir siyaset bilimci olarak benim tavsiyem terörün bitirilmesi için her türlü unsurun kullanılması, ancak bunların toplumsal psikoloji ve algı yönetimi alanında uzman kişiler tarafından yönetilmesidir. Habur krizi benzeri bir olayın tepkileri bu defa çok daha ağır olabilir.

Değerli vaktinizi ayırdığınız için size teşekkür eder, akademik hayatınızda ve çalışmalarınızda başarılar dileriz.

AFASAM Yurtiçi Koordinatörü-Süleyman GÖK

25.08.2012

Kaynak: http://afasam.org/tr/featured/dr-ozan-ormeci-ile-turk-dis-politikasi-uzerine-mulakat/

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.