Kyoto Protokolü gelişmiş ülkelerin sera gazı salınımlarını 1990 yılına göre % 5,2 azaltmalarını öngörüp atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamaya yönelik Birleşmiş Milletler kontorülünde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde imzası bulunan ülkerce imzalanması planlanmış küresel ısınma ve iklim değişikliği ile ilgili en somut ve tek uluslararası çevre protokolüdür.
Küresel iklim değişikliği konusunda ilk zirve, 1992’de Rio’da gerçekleştirdi. Katılımcı ülkeler, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalandı. Sözleşme gereği yapılan taraflar toplantısının ilki 1995 yılında Berlin’de yapılırken üçüncüsü Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde düzenlendi. Bu toplantıda imzalanan “Kyoto Protokolü” gereği sanayileşmiş ülkeler, 1990’a göre seragazı salımlarını 2008-2012 yılları arasında yüzde 5,2 oranında düşürmeyi taahhüt ettiler. Bununla birlikte, iki anlaşma arasındaki en önemli ayrım, düzenledikleri yükümlülüklerin hukuki niteliği ile ilgilidir. Sözleşme sanayileşmiş ülkelerin sera gazı salımlarını stabilize etmeleri yönünde bağlayıcı olmayan bir yükümlülük tanımlamışken, protokol sanayileşmiş ülke taraflarına bağlayıcı sera gazı salım sınırlama ve azaltım yükümlülükleri getirmiştir. Protokolün ülkelerin onayına ve uygulamasına hazır hale getirilmesi için gerekli ayrıntılı uygulama kuralları 2001 yılında Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Rusya’nın 18 Kasım 2004’te katılması ve 55 ülke şartının yerine gelmesiyle 90 gün sonra 16 Şubat 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’ne Mayıs 2010 itibariyle 191 ülke ve Avrupa Birliği taraf olmuştur.*
Protokolün uluslararası bir gündem maddesi haline gelmesi ise aslında küresel ısınma ile ilgili “Stern Raporu” denilen bir rapora dayanıyor. İngiltere hükümetinin baş ekonomik danışmanı olan Nicholas Stern tarafından Britanya hükümeti için hazırlanan ve küresel ısınma tehlikesine karşı alınması gereken ”Mevsim Değişikliğinin Ekonomisi” başlıklı 30 Ekim 2006’da yayımlanan bu raporda Kyoto Protokolü’ne uymayan başta ABD olmak üzere Çin, Hindistan gibi milyarlık nüfuslarıyla hızla büyüyen ülkelerin atmosferi bu hızla kirletmeye devam etmeleri halinde olacaklara dikkat çeken Stern, 1930’dakilere benzer “buhran” uyarısında bulunuyordu. Rapora göre; “2050 yılına kadar gezegenimizin atmosferindeki karbondioksit yoğunluğu 450-550 milyon partiküler madde (ppm) düzeyinde tutmak için alınacak önlemlerin maliyeti 2006 yılı için dünya ekonomilerinin ürettiği toplam gelirin sadece % 1’ine ancak ulaşıyor. Bu da 2006 yılının fiyatlarıyla 650 milyar dolar. Oysa söz konusu önlemlerin alınması gecikirse küresel ısınmadan dolayı 2050’ye değin ortaya çıkacak olan çevre felaketlerinin, bulaşıcı hastalıkların ve ekonomik kayıpların maliyeti, dünya gelirinin % 3,5’ini aşacak”.*
Protokülün Türkiye ayağı ise sivil toplum örgütlerinin, doğa ve ekoloji kuruluşlarının, aktivistlerin ve konu ile ilgili uzmanların yıllarca süren yoğun kulisleri sonucu (örnek vermek gerekirse; o dönemde Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü imzalaması için toplanan, 17 cilde sığan yaklaşık 168 bin imza, Meclis Küresel Isınma Araştırma Komisyonu’na teslim edilmişti) hükümet nezdince dikkate alınarak meclise sunulmuş, 243 kabul, 3 ret, 6 da çekimser oy ile yasalaşmıştır. “Türkiye 5386 sayılı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne yönelik Kyoto Protokolü’ne katılmamızın uygun bulunduğuna dair Kanun’un 5 Şubat 2009’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabulü ve 13 Mayıs 2009 tarih ve 2009/14979 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın ardından, katılım aracının Birleşmiş Milletler’e sunulmasıyla 26 Ağustos 2009 tarihinde Kyoto Protokolü’ne taraf olmuştur”.*
Türkiye’nin protokolü imzalaması üzerine Doğa Derneği Başkanı Güven Eken şu açıklamaları yapmıştı: ”Son 10 yılda Avrupa’da doğal kaynaklarını en hızlı tüketen ülke olan Türkiye’de Kyoto, umarız tersine bir dönüşün sembolü olur ve Türkiye’nin doğa politikası iyi yönde değişir. Doğa Derneği, protokolün imzalanmasını önemli bir adım olarak görüyor. Ancak Türkiye için asıl gerekli olan bu protokolün özünün anlaşılması ve uygulamada önemli adımlar atılması.” Yeşiller Partisi’nden Ümit Şahin Türkiye’nin durumunu şöyle özetlemişti: “Hükümet Kyoto’yu imzaladı ama başka adım atmadı. Kyoto’yu imzalamak formaliten ibaret değildir. Tüm enerji politikalarını değiştirmek gereklidir“.
Protokole göre ülkelerin temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmelerinin gerekmesi yanı sıra ülkeler, yeni ormanlık alanlar yaratarak karbondioksit emen depolar oluşturabiliyorlar eğer emisyon fazlaları varsa kotalarını doldurmayan ülkelerden emisyon kredisi satın alabiliyor ya da kalkınmakta olan ülkelere temiz enerji teknolojisi transfer ederek bundan kredi sağlayabiliyorlar. Fakat Kyoto Protokolü bir dizi sorunu ve anlaşmazlığı da beraberinde getirdi. Örneğin, atmosfere en fazla sera gazı salan Amerika Birleşik Devletleri ve diğer bir önde gelen sanayileşmiş ülke olan Avustralya Kyoto Protokolünün dışında kaldı. Daha sonra 2007 yılında Kevin Rudd’un başbakan olarak yemin edip göreve başlamasından sonra ilk gündem maddesi olarak Kyoto Protokolü’nü imzalayan Avustralya ABD’yi yalnız bırakmıştır. Bu haliyle, ABD, dünyada protokolü imzalamayan tek ülke olarak çeşitli açıklamalar yaparak imzalamamasının arkasındaki gerekçeleri kamuoyuna sıralamıştır. Kyoto Protokolü sanayileşmiş ülkelerin önüne, sera gazı emisyonlarında 2012 yılına kadar ne kadar indirime gideceklerini belirleyen somut hedefler koyuyordu. Buna göre, Amerika Birleşik Devletleri böyle bir hedef konmasına karşı çıktı. Küresel ısınmaya ilişkin bilimsel verileri sorguladığı gibi, çözümün sera gazı salınımında indirime gitmek değil, temiz enerji kaynaklarını geliştirmek olduğunu düşünen Amerikalı yetkililer, Kyoto Protokolü’nü reddetmelerine rağmen temiz enerji teknolojileri ve iklim araştırmaları için yılda beş milyar dolar harcadıklarını söylediler. Karşıtları ise, yenilenebilir ve temiz enerji teknolojileri geliştirmenin olumlu olduğuna, fakat şu andaki sera gazı emisyonlarında indirime gitmeden bu çabaların kendi başına küresel ısınmayı engelleyemeyeceğine dikkat çektiler. Bir diğer tartışma konusu ise, Kyoto Protokolü’nde, kalkınmakta olan ülkelere emisyon sınırı konmamasıydı. Bu ülkeler, atmosferin kirlenmesinden asıl olarak sanayileşmiş ülkelerin sorumlu olduğunu ve sınırlamaları onların üstlenmesi gerektiğini savundular, ayrıca Kyoto hedefleriyle kendi sanayileşme süreçlerinin engellenmemesi gerektiğini söylediler. Fakat bazı kalkınmakta olan ülke ekonomileri hızla büyüyor ve atmosfere salınan sera gazı miktarı endişe verici oranlarda yükseliyordu. Örneğin Çin 2002 yılında küresel düzeyde atmosfere salınan sera gazlarının yüzde 13,6’sından sorumlu ve bu oran Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra ikinci büyük rakamdı. Yine Hindistan yüzde 4,2 ile atmosferi en fazla kirletenler arasında beşinci sıraya yükselmiş durumdaydı. Kyoto Protokolü’nde de, hem bu nedenle, hem de emisyon düzeyleri zaten sanayileşmiş ülkelere kıyasla çok düşük olduğu için kalkınmakta olan ülkelere emisyonları sınırlayıcı hedefler konmamıştı.*
Ancak çevreciler protokolün çoktan yetersiz hale geldiğini, ayrıca çevreyi yüksek düzeyde kirleten ülkelerin, gerçekleşenden daha fazla salım düzeyi hakkı olan ülkelerin kullanılmamış “kredilerini” almasına olanak sağlayan salım değiş tokuşunu da eleştirdiler. Protokol kapsamında ülkeler üç gruba ayrılıyordu. İlk bölüm gelişmiş ülkeler. İkinci bölümde gelişmekte olan ülkelerin salım maliyetlerini üstelenen gelişmiş ülkeler var. Türkiye 2002’de yürürlüğe giren düzeltmeyle, kendini birinci bölümde saydırmıştı.* Kanada ise 2011 Aralık ayında Çevre Bakanı Peter Kent’in yaptığı ”Kyoto, Kanada için geçmişte kaldı. Anlaşmadan çekilmek için yasal hakkımızı kullanıyoruz. Kanada’nın Kyoto nedeniyle yükümlülüklerinin ülkeye maliyeti 13 milyar doların üzerinde olacak. Bu Kanadalı her aile için 1,600 dolar. Kyoto’nun Kanadalılara maliyeti bu. Bu, beceriksiz Liberal hükümetin mirası.” açıklaması ile Kyoto’dan resmen çekilen ilk ülke olmuştu.
3-14 Aralık 2007 tarihleri arasında Endonezya’nın Bali kentinde, 7-18 Aralık 2009 tarihleri arasında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da, 29 Kasım-10 Aralık 2010 tarihleri arasında Meksika’nın Cancun kentinde, 28 Kasım – 9 Aralık 2011 tarihleri arasında Güney Afrika’nın Durban kentinde, 2-14 Mayıs 2012 tarihlerinde Almanya’nın Bonn kentinde gerçekleştirilen ve çeşitli aktivistler tarafından sıkça protestolarla ve eleştirilerle karşılaşan dünya iklim zirvelerinde (2009’da Kopenhag’daki görüşmeler, bağlayıcı ve küresel düzeyde geçerli bir anlaşma sağlanamadan sona ermişti.) Kyoto sonrası politikalar tartışılsa da bu zirvelerden yeni bir protokol çıkmamakla beraber Kyoto Protokolü’nün içerdiği vaatlere yönelik çalışmaları sürdürme kararları çıktı. Aralık ayında Kopenhag’da düzenlenecek iklim zirvesinde sera gazı emisyonlarını azaltmasını öngören ve 2012 yılında sonra erecek olan Kyoto antlaşmasının yerine geçecek yeni bir anlaşmanın sağlanması gerekiyor.
* İşaretli paragrafların bir kısmı Bianet, BBC, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Ntvmsnbc.com internet sitelerinden derlenmiştir.
Halil Emrah MACİT/UPA İstanbul Üniversitesi Temsilcisi