CHAVEZ’İN ARDINDAN

upa-admin 07 Mart 2013 2.421 Okunma 0
CHAVEZ’İN ARDINDAN

Simon Bolivar’ın yolundan gitmeyi tercih eden az sayıda Latin liderden biri daha ebediyete intikal etti. Şubat 1999’dan bu yana Venezuela devlet başkanlığı koltuğunda oturan ve 2002 yılındaki darbe girişimine karşın, sonuncusu Ekim 2012’de olmak üzere tam 4 kez devlet başkanlığı seçimi kazanmış Hugo Rafael Chavez Frias, 1,5 yıldır mücadele ettiği kansere yenilerek 59 yaşında hayata gözlerini yumdu. Chavez, Simon Bolivar’ın Latin ulusçuluğu ve bağımsızlığı üzerine temellendirdiği siyasal projesini sosyalizm ile harmanlayarak Bolivarcı sosyalizm adı altında doktriner bir yönetim anlayışı yaratmıştır. Onun ortaya koyduğu bu yönetim anlayışı, öteden beri Latin ulusçuluğu ve sosyalizm söylemi ile ortaya çıkan liderlerden hazzetmeyen ve çoğunu etkisiz kılmayı başarmış ABD ve neoliberal çevreleri rahatsız etmiştir. Dünyanın en büyük beşinci petrol üreticisi olan ve ürettiği petrolün yaklaşık olarak yarısını ABD’ye ihraç eden Venezuela’nın ulusalcı bir devrim ile yeniden yapılanması girişimi özellikle petrol devleri ve bu devler ile çok yakın teması olan ABD Yönetimi’nde çok ciddi bir tedirginlik yaratmıştır. Bu tedirginlik, 2002 yılında düzenlenen darbe girişimini beraberinde getirmiştir. Ancak Chavez’in kısa süre içerisinde halk nezdinde elde ettiği itibar ve meşruiyet, darbecilere karşı ayaklanan halkın inisiyatifi ele alması sonrası darbe girişiminin yalnıza 2 gün sürmesine neden olmuş ve Chavez yeniden başkanlık koltuğuna oturmuştur. Bu darbe girişimi ve özellikle Chavez aleyhtarı ve petrol devleri ile yakın bağları olan muhalif valilerin tutumları, Hugo Chavez’in gün geçtikçe artan popülaritesini ve siyasal-bölgesel etkinliğini sınırlayamamıştır.

Chavez, 1954 yılında işçi sınıfına mensup bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmiş ve ilerleyen dönemde orduya katılmıştır. Venezuela’nın zenginliklerinin halk yararına değil, büyük şirketler yararına kullanılmasından rahatsız olan Chavez, daha bir subayken Bolivarcı Latin ulusçuluğu ve sosyalizm çerçevesinde bir yönetim anlayışı oluşturmayı aklına koymuştur. 1980’lerde Bolivarcı Devrimci Hareket adında gizli bir örgüt kuran Chavez, 1992 yılında da Venezuela lideri Carlos Andres Perez’e karşı bir darbe girişiminde bulunmuş, ancak yakalanıp 2 yıl hapis yatmıştır. Hapisten çıktıktan sonra 1997 yılında Bolivarcı devrim adını verdiği siyasal-yönetimsel anlayışını teşkilatlandıran Chavez, Beşinci Cumhuriyet Hareketi adını verdiği bir siyasal parti kurmuş ve aktif siyasete girmiştir. Petrol işçileri, sendikalar, tarım işçileri ve yoksul kesimler üzerindeki etkinliği ve özellikle kadınlara hitap eden söylemleri, onun kısa sürede başarı kazanmasını sağlamıştır. Öyle ki, Chavez’in Kasım 1998’de yapılan devlet başkanlığı seçimlerini kazandığını ve 1999’da devlet başkanlığı koltuğuna oturduğunu görüyoruz. Yoksul bir işçi ailesinden gelen ve sosyal adalet söylemlerini kişisel karizması ile birleştirerek başkanlık koltuğuna oturan Chavez, birçok yoksul ailenin çocuklarına sunduğu siyasal bir idol olarak meşrulaştırılmıştır.

İktidara geldikten sonra Bolivarcılık ve sosyalizm üzerine temellendirilmiş ve neoliberal politikalar ile uygulamaları dışlayan yeni bir anayasa yazdıran Chavez, özellikle petrol şirketleri ve ABD ile bağlantısı bulunan ve bu bağlantı sayesinde zenginleşen işadamları, plantasyon sahipleri ve siyasetçileri zor durumda bırakmıştır. 2000 yılında yeniden seçildikten sonra Bolivarcı devrimin toplum tabanında yayılmasını sağlayacak adımlar atan Chavez, işçi sınıfının sosyalizasyonunu arttırabilmek ve tabanın istemlerini yukarıya yansıtabilmek için komünal konseyler ve kooperatifler oluşturmuş ve geniş çaplı bir toprak reformu gerçekleştirerek toplumsal meşruiyetini zirve noktasına çıkarmıştır. Tabii bu süreç, işadamları ve toprak sahiplerinden oluşan muhalefeti konsolide etmiş ve onların, başta ABD olmak üzere Chavez karşıtı devletler ve aktörler ile iletişimini arttırmıştır. Kolombiya, ABD tarafından Venezuela’ya karşı kullanılabilecek en önemli bölgesel aktör konumuna getirilmiş ve birçok Chavez muhalifi de bu ülkeye gitmiştir. Chavez’in Kolombiya’daki ayrılıkçı örgüt FARC ile olan ideolojik ve siyasal ilişkileri de Kolombiya’daki Venezuela aleyhtarlığını arttırmıştır. Chavez’in en önemli uygulamalarından biri de başta petro-kimya olmak üzere birçok sanayi kolunu millileştirmesi ve ekonomik korporatizmi sistemin belli noktalarında etkinleştirmesidir. Hugo Chavez, 2002 yılında düzenlenen darbe girişiminin ardından 2006 ve en son olarak Ekim 2012’deki seçimleri kazanarak tam dört kez başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazanmıştır.

Chavez’in sistemsel dönüşüm noktasında üzerinde durduğu en temel meseleler; yoksulluk, eğitimsizlik, açlık, barınma, sosyal güvenlik ve kadın hakları gibi politika alanları olmuştur. Chavez, gerçekleştirdiği reformlar sonucunda erişilecek Bolivarcı devrim sonrasında bu problemlerin toplum yaşamındaki rolünün en aza indirgenebileceğini düşünüyordu. Üzerinde durduğu sistemsel altyapının sosyalizm çerçevesinde düzenlenebileceğini öngördüğü için 2008 yılında partisinin ismini Birleşik Sosyalist Parti’ye çevirmiş, Bolivarcı bağımsızlığa vurgu yapabilmek için de ülkenin adını Venezuela Bolivar Cumhuriyeti olarak dönüştürmüştür. Hugo Chavez, Bolivarcı Latin ulusçuluğunu ve bağımsızlığını sosyalizm ile birleştirmeyi hedefleyen liderlerin başına nelerin geldiğini ya da gelebileceğini elbette biliyordu. Şili’de Salvador Allende’nin yaşadıkları onun için örnek alınması gereken bir olaydı. Nitekim ABD Başkanı’nı “şeytan” olarak adlandıran (George W. Bush için BM’de yaptığı bir konuşmada söylemişti) ve Latin Amerika’da kendisi ile benzer söylemler geliştirmiş Küba lideri Fidel (Raul) Castro, Bolivya lideri Evo Morales, Ekvador lideri Rafael Correa ve Nikaragua lideri Daniel Ortega ile birlikte Latin Amerika Uluslar Birliği yaratmaya yönelik bir projesi vardı. Bu birliğe, sosyalist liderler tarafından yönetilen ancak neoliberalizm üzerine temellendilmiş uluslararası sisteme karşı ılımlı bir duruşu olan Brezilya ve Arjantin’i de dâhil edebileceğine inanıyordu. ABD ve neoliberal söyleme karşı duruşu ile bilinen İran ve Kuzey Kore gibi devletlerle iyi ilişkiler geliştiren ve Rusya ile müttefiklik ilişkisi geliştirmekten yana olan Chavez, Latin Amerika’yı ABD’nin arka bahçesi olmaktan kurtarmak istemiştir.

Chavez’in ölümü sonrası Venezuela’da büyük çaplı bir siyasal boşluğun oluştuğu ortadadır. Bu durumdan en çok ABD, petrol devleri, işadamları ve plantasyon sahipleri ile muhalif valiler hoşnut olmuş olsa gerektir. Nitekim Chavez’in Ekim 2012’de girdiği son seçimde rakibi olan Henrique Capriles Radonski, de sağ-muhafazakâr “Önce Adalet” partisi lideri ve aynı zamanda Miranda Eyaleti Valisi idi. Capriles’in çok uluslu şirketler ve ABD ile olan siyasal ilişkisi ise bir sır değildi. Hugo Chavez’in ölümünden sonra muhaliflerin çok daha etkin bir siyasal teşkilatlanma ve propaganda hareketine girişecekleri ortadadır. Zaten son seçimlerde de Capriles’in % 46 civarında oy aldığını biliyoruz. Chavez’in ölümünün ardından yardımcısı eski bir sendika lideri ve otobüs şoförü olan Nicolas Maduro başkanlığa vekâlet etmeye başlamıştır. Zaten Chavez’in de kendisinden sonra onun başkanlık koltuğuna oturmasını istediğini biliyoruz. Ancak yine de Chavez’in ekibinde bir liderlik mücadelesi başlayabilir. Zira ekipte yer alan hemen her isim, Chavez’in siyasete girdiği ilk yıllardan bu yana onun yanında yer alıyordu. Örneğin eski Miranda Valisi ve şimdinin Meclis başkanı Diosdado Cabello, eski bir asker olarak Venezuela Ordusu’ndaki desteğine güvenerek başkanlık için şansını zorlayabilir. Sürecin ne yönde ilerleyeceğini ise Chavez’in çekirdek ekibinin tavrı ve halkın Chavez’in siyasal mirasına olan bağlılığı belirleyecektir.

Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.