Türkiye’deki çözüm sürecine odaklandığımız bu günlerde Ortadoğu’nun geleceğine ilişkin çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Aslında Türkiye’de büyük tartışmalar yaratan çözüm sürecini de Ortadoğu’da yaşanması beklenen değişim sürecinin önemli unsurlarından biri olarak görebiliriz. Arap Baharı’nın yarattığı siyasal karmaşa, kaos ve kanlı çatışmalar ile sarsılan Ortadoğu önümüzdeki dönemde de uluslararası güç mücadelesinin merkezinde konumlanacağa benziyor.
ABD Başkanı Barack Obama’nın 2008’de başkanlık koltuğuna oturmasından sonra gerçekleştirdiği ilk İsrail ziyaretine paralel olarak yaşanan gelişmeler, Ortadoğu’daki siyasal değişimin fitilinin ateşlendiğini gösteriyor. Bu değişimin sonucunda bölge devletlerinin siyasal rejimleri ve toprak bütünlüklerine ilişkin birtakım değişimlerin yaşanması beklenebilir. Her şeyden önce, Türkiye’de yaşanan değişim sürecini ele almamız gerekir. PKK’nın varlık sebebi olarak gösterilen Kürt Sorunu’nu çözebilme yönünde Abdullah Öcalan merkezli olarak girişilen siyasal girişim, PKK’nın siyasallaştırılabilmesi ve silahlı mücadele dönemine son verilebilmesi yönündeki istekliliğin bir yansıması olarak görülmelidir. Aslında Türkiye’deki sürecin bu denli hızlı gelişmesinin arkasında Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ve özellikle Suriye Krizi neticesinde ortaya çıkan bölgesel kutuplaşma yatmaktadır. Irak’ta ABD müttefiki Bölgesel Kürt Yönetimi ile İran yanlısı Maliki Hükümeti arasında her an başlayacakmış gibi görünen savaş, Türkiye’deki çözüm sürecini tetikleyen faktörlerden biridir. Suriye’nin kuzeyinde oluşma emareleri gösteren otonom Kürt Yönetimi de hem Türkiye hem de Kürtler ve ABD açısından önemlidir. Türkiye için önemlidir, zira Türkiye PKK’nın Suriye’deki kolu PYD tarafından yönetilen bu bölgenin kendisine yönelik mücadelenin merkezi olmasından endişe etmektedir. Suriye’nin kuzeyinde PKK (PYD) eliyle kurgulanan otonom yönetim Kürtler açısından da önemlidir. Nitekim bu bölgenin tamamıyla PKK’nın kontrolüne girmesi, Kuzey Irak’ta Barzani-Talabani ikilisi üzerinden şekillendirilen Kürt siyasal varlığına karşı rakip bir ulusçu söylemin ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Bu durum Kürtlerin de kendi aralarında bölünmelerini beraberinde getirebilecektir. ABD, bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri olan Kürtlerin kendi aralarında bölünmesi ve güçsüzleşerek İran ya da Rusya gibi aktörlere yaklaşmasından endişe etmektedir. Zira Kürtlerin kendi aralarında bölünmesi, Irak’ta İran’ın gücünün daha da artması anlamına gelebileceği gibi, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Türkiye’nin bölgesel gücünün sınırlanması ve özellikle Suriye Krizi’nin çözümünde Kürtlerin tek bir ses olarak hareket etmelerinin de önüne geçecektir. Hem ABD hem de Türkiye, PKK’nın Barzani ve Talabani tarafından temsil edilen Kürt varlığına eklemlenerek tek bir parça halinde hareket etmelerini arzulamaktadır. Kuzey Irak, Suriye’nin kuzeyi ve tabii ki Türkiye’nin güneydoğusunu içerisine alacak olan bu Kürt varlığı, siyasal ve yönetimsel açıdan Türkiye’ye entegre olacak ve Türkler ile Kürtler arasında çok güçlü bir bölgesel blok yaratılacaktır. Türkiye’de başlatılan çözüm sürecini bu bölgesel gerçeklik dâhilinde okumak gerekir.
Çözüm süreci çerçevesinde Kürtlerin siyasal ve yönetimsel statülerinin altı anayasal anlamda da çizilecek ve güneydoğuda oluşturulacak özerk bir statü ekseninde PKK’nın siyasal bir parti olarak Türkiye şemsiyesinin/zırhının altında hareket etmesinin önü açılacaktır. PKK sorununun ortadan kalkması ise Kürtler arasındaki bölünmüşlüğü bitirecek ve Kuzey Irak ile Suriye’nin kuzeyini siyasal ve belki de idari/yönetimsel anlamda da Türkiye’ye entegre edecektir. Türkiye’de oluşturulacak olan başkanlık sistemine paralel olarak gerçekleştirilmeye çalışıldığı anlaşılan bu siyasal/yönetimsel dönüşüm Ortadoğu’nun kuzeyinde önemli bir güç odağı ortaya çıkaracaktır. Kürt varlığının Türkiye’ye eklemlenmesi, İran’daki Kürtler arasında dahi kıpırdanma yaratabilecektir. ABD’nin görmeyi arzuladığı hususlardan biri de budur.
Obama’nın İsrail ziyaretine paralel olarak gerçekleşen “Mavi Marmara Özrü” ise daha çok İran ve Filistin Meselesi ile ilintilidir. Suriye Krizi’nin de bu özür bağlamında etkili olduğu söylenebilir. İkinci başkanlık dönemine başlayan Obama’nın dış politika anlamında en önemli hedeflerinden biri Filistin Meselesi’ne siyasi bir çözüm bulabilmektir. Bu çerçevede, hem El Fetih hem de Hamas ile iyi ilişkilere sahip, Ortadoğu’da toplumsal bir meşruiyete haiz ve İsrail ile Filistin arasında arabuluculuk yapacak bir bölgesel aktör Obama Yönetimi’nin en çok ihtiyaç duyduğu unsur durumundadır. Türkiye, Obama’nın ihtiyaç duyduğu tüm bu faktörleri bünyesine eklemlemiş bir ülke olarak ön plana çıkmaktadır. İsrail’in özrünün ardından Türkiye’nin Ortadoğu’daki itibarının bir nebze daha artmış olması tam da ABD’nin istediği Türkiye görüntüsünü yaratmaktadır. Zira Filistin Meselesi’ne ilişkin müzakereler ekseninde Türkiye’nin Araplar nezdindeki prestijine ve güvenilirliğine ihtiyaç duyulacaktır.
ABD, Arap Baharı ile sarsılan ve özellikle İran’ın nükleer programına dair anlaşmazlık ve Suriye krizi gibi meseleler sonrası ciddi bir çatışma potansiyelini içselleştirmiş Ortadoğu’da kendisine müttefik olan ülkelerin birbirleriyle olan ilişkilerine büyük bir önem atfetmektedir. Türkiye-İsrail İlişkileri’nin yeniden stratejik bir işbirliği boyutu kazanabilmesi bu anlamda çok önemlidir. İsrail’in Türkiye’den özür dilemesi ve Türkiye-İsrail İlişkileri’nin yeniden işbirliği boyutuna evrileceğinin anlaşılması, aynı zamanda, İran’a karşı bölgesel bir cephe oluşumunun da göstergesidir. ABD, İran’ın Suriye, Irak ve Lübnan’daki siyasal işleyişe daha fazla müdahil olmasını engellemek ve bu ülkenin nükleer programına ilişkin krizin daha büyük ve kanlı bir bölgesel çatışmayı beraberinde getirmesini engelleyebilmek için İran üzerindeki baskıyı arttıracağa benzemektedir. İsrail’in İran’a askeri bir operasyon seçeneğini sürekli olarak dillendirmesi de ABD’nin İran meselesine daha fazla angaje olmasına neden olmaktadır.
İsrail’in Türkiye’den özür dilemesi, aynı zamanda Suriye Krizi çerçevesinde de değerlendirilebilir. ABD’nin bundan sonraki dönemde İran’ın bölgesel etkinliğini sonlandırmaya yönelik bir strateji izleyeceğinin belli olması, Türkiye’nin Esad Rejimi’ni devirmeye yönelik istekliliği ve İsrail’in Türkiye ile aynı çizgide buluşmuş olması hesaba katıldığında, yakın bir dönemde Suriye’deki krizin çözümüne yönelik bir hareketlilik olacağını göstermektedir. Lübnan’da İran’ın bölgesel müttefiki Hizbullah’ın da içerisinde olduğu koalisyon hükümetinin istifa etmesi, bu ülkede, ABD yanlısı ve İran ile Esad karşıtı, Saad Hariri’nin lideri olduğu 14 Mart Hareketi’nin iktidara getirilmeye çalışıldığını göstermektedir. Lübnan’daki bu değişim de Esad Yönetimi’nin elini zayıflatacaktır. Bu noktada üzerinde durulması gereken en önemli husus ise Rusya ile ABD’nin Suriye’nin geleceği üzerine anlaşmaları olacaktır. Ancak görüldüğü kadarıyla Suriye’de etnik ve dinsel/mezhepsel ayrımlar temelinde bir bölünme yaşanacaktır. Suriye Kürtlerinin PKK üzerinden işletilen çözüm süreci ekseninde Türkiye’ye yakınlaştırılmaya çalışılması ve Suriye’deki iç savaşın daha çok mezhep temelinde yürütülmeye başlanması bu durumun açık bir göstergesidir.
Çözüm süreci ve Mavi Marmara Özrü, Ortadoğu’da ABD tarafından kurgulanmak istenen ve Türkiye’yi de bölgesel bir aktör olarak ön plana çıkaracak bir değişim sürecinin öncü unsurları olarak ortaya çıkmıştır. İran’ı bölgeye yabancılaştırmayı, hatta bölgeden izole edebilmeyi ve Rusya ile asgari müşterekler üzerinden anlaşılarak Esad Rejimi’nin devrilmesini hedefleyen bu süreç, Türkiye, Kürtler ve İsrail’i aynı paydada birleştirmektedir. Obama, Türkiye’nin Ortadoğu’daki ve özellikle Filistin bağlamındaki toplumsal/siyasal meşruiyetinden de yararlanarak, Filistin Meselesi’ni çözüme kavuşturan başkan olabilmeyi de hedeflemektedir. Bu çerçevede, özellikle çözüm süreci ekseninde Türkiye’de ortaya çıkması olası olan toplumsal refleksler ve siyasal pazarlıklar, Ortadoğu’ya dair bölgesel işleyişin ne yönde ilerleyeceğini ortaya koyacaktır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU