ALEKSANDR DUGİN’E GÖRE 21. YÜZYILDA RUSYA’NIN AVRASYA POLİTİKASI NASIL OLMALI?

upa-admin 31 Mart 2013 9.197 Okunma 0
ALEKSANDR DUGİN’E GÖRE 21. YÜZYILDA RUSYA’NIN AVRASYA POLİTİKASI NASIL OLMALI?

1962 senesinde Moskova’da doğan Aleksandr Dugin 1998-2004 arasında Duma başkanlığının stratejik ve jeopolitik sahasında danışmanlığını yaptı. 2002-2003 senelerinde Avrasya Birliği Partisi’nin liderliğini yapan Dugin, 2003 senesinde Uluslararası Avrasya Hareketi’ni kurdu. 2002’den bu yana Izvestia, Literaturnaya Gazeta, Vremya Novostey gibi ulusal yayın organlarında köşe yazarlığı yapan Dugin’in çok sayıda makale, kitap ve çevirisi bulunmaktadır. Dugin, SSCB sonrası dönemin en etkin Rus düşünürü olarak kabul edilmektedir.

Dugin’e göre jeopolitik analiz, üç esaslı düzleme ayrılabilir. Tarih, strateji, coğrafya ve dünya gerçekliğini iki tür medeniyetin – Kara ve Deniz medeniyetinin – uyuşmazlığı olarak nitelendiren disiplin “jeopolitik” diye isimlendirilmelidir. Bu esaslı bir yaklaşımdır ve birtakım sorunların incelenmesinde jeopolitik yöntemin daha ayrıntılı uygulanan tüm diğer biçimleri bu ilkeden kaynaklanmaktadır.

Kara ve Deniz arasındaki tarihi mücadele, çağımızda Atlantikçilik ve Avrasyacılığın zıtlığı biçimindeki son halini almıştır. Bu, yalnızca “Büyük Oyun” değil, Çok Büyük Oyun seviyesidir. Son tahlilde jeopolitik, medeniyetlerin zıtlığı hakkında bir ilimdir. Dugin, medeniyetlerin zıtlığının küresel yaklaşımdan başka bir tarafa sıyrıldığını ve “süper” ya da “büyük güçler” kavramıyla ilgilendiğimizi ifade etmektedir. Manevi yönelim ve coğrafi alanın imtizacını ön plana alan medeniyet yaklaşımının aksine jeopolitiğin orta düzlemi, elle tutulur politik türleriyle devletler veyahut bloklar gerçeği ile hareket etmektedir. Medeniyetin itici kuvveti bu durumda, ilgili politik, idari, ekonomik, stratejik, askeri kuruluşlarıyla beraber gerçekte var olan ülkeler biçimini almaktadır. İlk düzlemde Avrasyacı ve Atlantikçi kutuplardan bahsetmek çok doğru bir yaklaşım iken, bu esnada belirli devletler mezkûr kutuplar namına harekette bulunmaktadırlar. Asrımızda bu medeniyet kutuplarının en yetkin temsilcileri Washington ve Moskova’dır.

Chopard’ın “Büyük Oyun”dan idrak ettiği şey de bu düzleme ait bulunmaktadır. Yazısında da beynelmilel yaşamdaki kayda değer hadiselerin – öncelikle çatışmaların – Anglo-Sakson dünyasının (ABD) Rusya ile geleneksel mücadelesinin bir göstergesi gibi deşifre edilmesi çok haklı bir biçimde önermektedir. Jeopolitik süreçlerin daha da alttaki düzlemi Washington ve Moskova güçlerinin doğrudan ihtilafıyla değil, münferit bölgesel devletlerin özel menfaat mücadelesiyle karşılaştığımız zaman başlamaktadır. Doğal olarak, bu sürtüşmelerin arka planında, bölgesel sorunları kendi küresel planlarına alet eden “büyük güçler” örtülü şekilde yer almaktadırlar. Fakat aynı esnada bölgesel devletler de karşılıklı münasebetlerinde, küresel jeopolitik süreçleri ortaya koyan ilkelere çok benzer olan prensipleri sıklıkla temel almaktadırlar. Gerçek egemenliğe ancak küresel çaptaki büyük güçlerin ya da stratejik blokların sahip bulunduğu andan evvel bölgesel jeopolitik tam manasıyla gerçek jeopolitik idi. Lakin zaman geçtikçe daha genel bir çerçeveye bağımlı hale gelerek bağımsızlığını kaybetti.

“Çok Büyük Oyun” bakımından (medeniyet yaklaşımı) şu veyahut bu medeniyet modelinin küresel egemenliği için elzem husus Avrasya’nın kıyı bölgesinin kontrol atında tutulmasıdır. Bu kıyı bölgesinin en mühim bölümleri Batıda Avrupa, Güneyde Orta Doğu, daha doğuda ise İran, Hindistan, Çin, Japonya’dır (geniş manada Pasifik havzası).  Atlantikçiler (önce Londra, şimdilerde Washington), “ tarihin coğrafi ekseni”nin Avrasya’nın kutbunun (asıl Rus toprakları) yer aldığı anakara içindeki alandan kıyı bölgesini koparmayı arzu etmektedirler. Avrasyacılar ise bu boğucu kuşatmayı yarmaya ve “kıyı bölgesi” kuvvetlerini kendi stratejik ortakları haline getirmeye, bir başka deyişle bunları kıtasal blok içerisine alma çabasındadırlar. Bu durumda, Avrasya “sıcak denizler”e ulaşmış olur ve Atlantikçiliğe küresel ölçekte karşı koyma yeteneğine sahip olur. Dahası, böylesi bir kıtasal birleşme, Avrasya’yı önceden ayrıcalıklı bir duruma getirmekte ve Atlantikçi uygarlığın batışını kaçınılmaz hale sokmaktadır.

Böylelikle, Çok Büyük Oyun, Berlin (Avrupa’nın başkenti) – Moskova (Avrasya’nın başkenti)- Tokyo (Pasifik havzasının başkenti) ekseninin Rusya-İran ekseni ile beraber kurulmasından ibarettir. Yardımcı eksen, Moskova-Delhi’dir. Eğer Türkiye ile İran, Çin’le Japonya, Almanya’yla Fransa arasında bölgesel düzlemde kökleşmiş tarihi çelişkiler bulunmasaydı, teorik olarak buraya Rusya-Türkiye, Rusya-Çin ve Rusya-Fransa eksenlerinin de dâhil olması olasıydı. Rusya-Almanya-Japonya-İran eksenine hayatiyet kazandırma, tüm Avrasyacı stratejinin uzun vadeli jeopolitik gerekliliğidir ve bu gereklilik ilgili devletlerin maddi durumlarından bağımsızdır. İlkesel değerlendirmelere göre, kıtasal ittifakın bu çeşit bir yapılandırması, en sağlam ve mükemmel olandır. Eğer bunu hayata geçirme konusunda başarı sağlanırsa, bu Karanın Deniz üzerinde radikal ve geri dönülemez bir galibiyeti, dünyada Avrasyacı düzenin kurulması anlamına gelecektir. Moskova’nın Berlin (daha geniş manada, Avrupa) ve Tokyo ( Pasifik mekânı) ile ittifakı tarihi anın rastlantısı olarak adlandırılamaz, bu kaderdir. Ondan olabildiğince uzun zaman kaçınmaya çalışmak olasıdır, ancak er veya geç kendi etkisini tam olarak hissettirecektir. Bu jeopolitiğin en Ortodoks, klasik türünün temel çıkarımıdır. Bu çıkarımı göz ardı etmek, ancak bu ilmi tamamıyla tekzip etmekle olasıdır.

Mevcut şartlarda ne Tokyo, ne de Berlin kendi başlarına bir jeopolitik çizgiyi yürütme yeteneğinde olup Washington’un iradesine boyun eğmek zorundadırlar. Çok Büyük Oyunda, bu iki ülke Avrasyacı Blokta kendilerine yer bulabilirler (ve bulmalıdırlar da), aksi takdirde Avrasya küresel zaferi gerçekleşmeyecektir. Fakat mevcut şartlar altında bu iki başkent, Çok Büyük Oyunda Washington’un yardımcısı konumundadırlar ve de başka seçenekleri de yoktur. Jeopolitik çizgisi hem potansiyel, hem de gerçek anlamda müsait olan biricik ülke İran’dır. Rusya Federasyonu, bu ülke ile tüm seviyelerde ve tüm sorunların halledilmesinde yakınlık peşinde olmalıdır. Genelde ise Kremlin’in Balkanlarda (Sırbistan-Kosova), Asya’da (Afganistan, BDT’nin Asya ülkeleri), Orta Doğuda (Irak) ve Uzak Doğuda (Kuzey Kore, Vietnam, Moğolistan) somut politikasını uygularken ikili mantıkla hareket etmesi elzemdir. Berlin ve Tokyo’nun gerçekteki ve apaçık şekillerinin ayırdına varmak şarttır.

Buradan şu çıkarım yapılabilir: Kremlin, Washington’un tamamen anti-Rus karakterli jeopolitik girişimlerine karşılık verirken, orta düzlemdeki Büyük Oyunda diğer tarafta yer almalarına karşın er veya geç stratejik ortaklar olması gerekenler hususunda anlayışlı bir tavır takınabilir. Kosova sorununda (daha evvel Hırvatistan ve Bosna’da olduğu gibi) Berlin’in tutumu Kremlin açısından hiçbir şart altında benimsenemez olsa da Avrasyacı mantık Kremlin’i husumetin tüm yükünü sadece Washington’a yöneltmeye mecbur bırakmaktadır.

Aynı hususlar, Rusya-Çin ekseni için söylenebilir. Son zamanlarda Kremlin ve Pekin arasında jeopolitik pozisyonların belirgin bir yakınlaşması gerçekten gözle görülür seviyededir. Fakat bu, geçici ve uzun vadeli olmayan bir ittifaktır. Pekin dünya pazarına, Atlantikçi jeopolitik sisteme uyumlu bir hale gelmeyi yalnızca istemekle kalmayıp, buna (herhangi bir kıyı devleti olarak) uyum gösterebilir de. Batılı ortaklarına göre Kremlin ile daha sıkı ittifakla ve sosyalizme geri dönme olasılığıyla şantajda bulunarak sadece belli ayrıcalıklı koşullarda ısrarcı olmaktadır. Kremlin ne kadar çaba gösterse de, tam kendi coğrafyasına göre Avrasyacılığın bir kutbu olarak kalmaya mahkûm durumdadır. Atlantikçilik de bu esnada sıkı bir karar vermeden daha çok iç kargaşaya delalet eden geçici, kısa dönemli bir duraklama geçirmek zorundadır. Çünkü böyle bir karar ne az ne çok, doğrudan ve kati olarak jeopolitik intihar anlamına gelmektedir. Rusya-Çin aksı sağlam değil, koşulludur, tarihen tesadüfidir. Bu o kadar birbirine zıt Birleşik Devletler-Çin aksına – Hiroşima ve Nagazaki’den sonra güvenilebilir ve uzun vadeli olabileceğini sadece dar görüşlüler hesap edebilir – belli bir seviyeye kadar irticalen verilen bir yanıttır.

Chopard, “Büyük Oyun” makalesinde orta jeopolitik düzlemdeki gerçek durumu resmetmektedir. Olayların bu tür gidişatını göz önünde bulundurmak ve bunu dikkate almak şarttır. Fakat burada “orta düzlem jeopolitiği”nin verilerini daha kapsamlı bir teorik çerçeveye doğru yerleştirmeyi öğrenmek gereklidir. Avrasyacı ekol, kendi aygıtı, yöntemi, tarihi, klasikleri vs. ile beraber bir bilim olarak jeopolitiğin verilerini kendine rehber edinmekte ve bu veriler bağlamında Avrasya’nın kaderini Kremlin’in kaderiyle bir tutmaktadır. O halde, Avrasya’nın medeniyetsel hâkimiyetinin güçlenmesine, dolayısıyla, Rusya’nın özgürlüğü ve kudretli oluşuna, tarihi görevini zaferle yerine getirmesine olanak sağlayan her şey makbuldür. Ona olanak sağlayan her şey iyi, engelleyen her şey ise kötüdür. Almanya-Rusya Federasyonu-Japonya-İran aksı, Avrasya’nın zaferinin nesnel garantisidir. Demek ki, asıl bu, mutlak gerekliliktir; yoksa Almanlara, İranlılara ya da Japonlara yönelik bir çeşit soyut sempati değildir. Aynı hususlar Japon, Alman veyahut İranlı Avrasyacılar için söz konusudur. Onlar jeopolitik mantığın farkında olarak her araca başvurmak suretiyle Kremlin ile sıkı ittifaka girme arzusundadırlar. Burada bir halk olarak Rusya’ya özel bir sempati duymalarına gerek yoktur. Dugin, kıtaların büyük savaşının, insan duyularına ve korkularına uygun olmayacak kadar derin ve ciddi ölçekte seyrettiğinin altını çizmektedir.

SSCB sonrası dönemin en etkin Rus düşünürü olarak kabul edilen ve Avrasyacı yaklaşımın fikir babalarından birisi olarak kabul edilen Aleksandr Dugin’e göre Hazar petrolü ve bu çerçevede petrol boru hatları çok elzem jeopolitik manaya haiz durumdadır.[1] Beyaz Saray’ın stratejik planları, Hazar’ın Karadeniz’in Türk kıyısıyla birleştiren bir jeopolitik kuşak oluşturmaktan ibarettir. Mevzubahis kuşak, Moskova ve Tahran’ın hâkimiyetinde bulunmamalıdır. Bu, Ankara’nın ya da doğrudan Washington’un etkisi altında bulunan bir “Kafkas Devleti”nin ya da birkaç devletin kurulmasını gerekli kılmaktadır.  Bu ise Bakü’nün etnik alamet çerçevesinde Ankara’nın nüfuz alanına daha fazla çekilmesi anlamına gelmektedir. Tiflis, politik eliti ve Şevardnadze’nin Batı yanlısı klanı kanalıyla; öteki Kafkas halkları ise, Riyad’a eklemli “Vehhabi” İslam’ının yayılması aracılığıyla bu projenin içine alınmalıdır.

Boru hattının ya da boru hatlarının tesis edilmesi, bu durumda Hazar-Karadeniz kuşağının Kremlin’in etki alanından çıkarılmasını zorunlu hale getirmektedir. Beyaz Saray’ın çok hayati jeopolitik amaçlarından birisi de budur. Çünkü dünya petrol kaynaklarının belirgin bir biçimde sınırlı olmasından ötürü, Washington, petrolü ve bunun gelişmiş ülkelere aktarımını kontrol altında tutmak suretiyle dünya hegemonyasını sürdürme konusunda başarılı olmaktadır. SSCB, Kuzey Avrasya’daki kaynakları geliştirme yönünde tercihini kullandığından Hazar petrolüne özel ehemmiyet vermemiştir. Bu kapsamda da, Atlantikçilik ile Avrasyacılığın küresel mücadelesinin stratejik amacı mevcut durumda Hazar ve Hazar-Karadeniz alanı üzerinde kontrol tesis etmektir.

Dugin’e göre tüm Kafkas bölgesinin jeopolitik durumunun genel karakteri, Moskova’ya kendi stratejisinin sınırlarını oluşturmaya zorlamaktadır. Bu stratejinin en önde gelen şartı, bu bölgede Beyaz Saray’ın ve uydularının planlarına, bir başka deyişle “Atlantikçi” olarak adlandırılabilecek tüm projelere ve eğilimlere karşı hareket etme gerekliliğidir. Bu koşul, en başköşede bulunmalıdır. Atlantikçiliğe yalnızca yüz yüze değil, onunla ortak barış sağlama girişimleri görüntüsü altında yapmacık işbirliği gerçekleştirerek de karşı gelinmelidir. Bu koşuldan hareketle Moskova Kafkaslardaki mevzilerini güçlendirmelidir. Özellikle, Sovyet döneminden mekaniksel olarak kalandan daha ziyade, yeni güç çizgilerine göre meydana gelen Kremlin yanlısı eğilimler göz önüne alınmalıdır. Bu çerçevede, ileriyi önceden görmek ve bölgelerin Kremlin’e doğrudan bağımlılığının siyasi olarak olası ortadan kalkışının ertesinde merkezcil fonksiyonu teşkil edecek faktörlerin hesabı yapılmalıdır. Bunun en iyi örneği, belirgin bir “Rus düşmanlığı” ve ayrılıkçılık döneminin ertesinde Moskova taraftarı jeopolitik eğilime (bu, aynı zamanda Ermeni politikasının tarihi sabitesidir) geri dönen Erivan’dır.

Temel anlaşmazlık alanlarından birinin petrol olmasından dolayı Kremlin’in Tahran’la politik ve stratejik bir pakt akdetmesi gereklidir. Buna göre, her iki ülke, Ankara’nın, “Vehhabilik”in ya da doğrudan Beyaz Saray’ın güçlü nüfuza sahip olduğu Kafkasya bölgelerinin istikrarsızlaştırılmasına ve aksine Tahran ve Moskova’nın kuvvetli pozisyonları bulunan bölgeleri ise istikrarlı bir hale getirilmesi hususunda yardımcı olacaktır. Boru hattı rotasının Moskova ve Tahran seçeneklerinin, bunun Kremlin ve Tahran’a (uzun dönemli perspektifte) dost jeopolitik oluşumlardan geçirilmesi önceliği ile desteklenmesi şarttır.

Yukarıda bahsedilenler çerçevesinde birtakım analizler yapmak mümkündür. 1991 senesinde SSCB’nin dağılmasından 2000 yılına kadar olan dönemde Rusya sarsıntılı bir süreç geçirmiştir. Bocalamaların yaşandığı bu dönemde Rusya Federasyonu’nun 20. yüzyılın son 10 yıllık döneminde ve 21. yüzyılda hangi dış politikayı takip edeceği konusunda çeşitli tartışmalar yaşanmıştır. Avrasyacılık burada en önde gelen düşünce akımlarından birisini oluşturmaktadır. Avrasya bölgesinin Rusya Federasyonu için hayati derecede önemli olduğunu ve Kremlin’in bu bölgede Atlantikçi akıma karşı uyanık olması ve üstünlük sağlaması için birtakım politikalar geliştirilmesi bu düşüncenin temelini oluşturmuştur.

2000 senesinde Boris Yeltsin’in Vladimir Putin’in Rusya Federasyonu devlet başkanı seçilmesi ile beraber Rusya toparlanma emareleri göstermeye başlamıştır. Takip ettiği merkeziyetçi politika sayesinde içeride düzeni yeniden tesis eden Putin, dış politikada birtakım araçlardan daha etkili bir biçimde yararlanmaya başlamıştır. Bu araçlardan en önemlisi Rusya Federasyonu’nun sahip olduğu muazzam büyüklükteki petrol ve doğal gaz kaynaklarıdır. Bu kaynakların çıkarılması, üretilmesi ve satılması konusunda bölgede ve dünya ölçeğinde bir tekel olmayı dış politikasının temel hedeflerinden birisi haline getirmiştir. Zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan gibi Güney Kafkasya ülkeleriyle her alandaki yakın ilişkilerini sürdürmeye devam etmektedir. Bu ülkeler, ellerindeki hidrokarbon kaynaklarını dış pazarlara satma konusunda sıkıntılar yaşamaktadırlar. Söz konusu ülkeler, denize çıkış konusunda sorunlar yaşadıklarından dolayı kaynaklarını dış pazarlara ihraç etme konusunda büyük ölçüde Rusya’ya bağımlıdırlar.

Rusya’ya alternatif olarak ABD ve AB tarafından birçok boru hatları projeleri geliştirilmektedir. Bunlar arasında Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı, TANAP ve Nabucco Batı gibi petrol ve doğal gaz boru hattı projeleri yer almaktadır. Fakat Kremlin bunlara karşı boş durmamakta ve Gazprom kanalıyla Kuzey Akım, Güney Akım gibi projeler geliştirerek – ki bu projelerin çoğunluğunu böl-yönet stratejisi çerçevesinde AB’nin büyük enerji şirketleriyle gerçekleştirmektedir. Astana, Aşkabat ve Taşkent ve de Bakü’yle yeni petrol ve doğal gaz alım-satım anlaşmaları imzalayarak ve var olan boru hatlarını geliştirmek suretiyle kendisine alternatif olarak geliştirilen ve geliştirebilecek projelerin önlerine engeller koymaktadır. Bu çerçevede, Avrasyacılığın petrolle ilgili bölümünde Dugin tarafından ortaya konulan önerileri hayata geçirme konusunda başarı elde etmeye devam etmektedir. İran, Hindistan ve Çin ile bu alanda olduğu gibi diğer alanlarda da ilişkileri gün geçtikçe geliştirmeyi sürdürmektedir. Tahran, Pekin ve Yeni Delhi ile özellikle enerji ve silah satışı gerçekleştirmek suretiyle yakın temas halindedir. Çin’in Batı pazarlarına eklemlenmeyi kendisi için daha uygun görebileceğinden dolayı bu konjonktürel gelişmelerden rahatlıkla etkilenme potansiyeline sahiptir. İran’ın geliştirmekte olduğu nükleer programına Atlantikçi cephe tarafından karşı çıkılması ve bu programın engellenmesi için silahlı müdahale dâhil her seçeneğin kullanabileceğinin sürekli tekrarlanması Kremlin’in hoşuna giden bir durum değildir.

Rusya’nın bu bölgede etkinliği halen devam ettirdiğinin bir başka göstergesi 2008’deki Gürcistan Savaşı’dır. Bu savaş esnasında gücünü göstererek Abhazya ve Güney Osetya’yı Gürcistan’ın elinden alarak ve bu iki özerk bölgenin bağımsızlığını tanıyarak, Rusya adeta “ben hala bu bölgede varım” demektedir. Ayrıca bunun o bölgede kendisinden bağımsız petrol ve doğal gaz hatları projeleri gerçekleştiren ülkelere yönelik bir uyarı ve gözdağı olduğu çok açıktır. Rusya, Suriye’ye yönelik politikasını Avrasyacılıktan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Orta Doğu’daki tek deniz üssünün bulunduğu ülkede hâkimiyetini kaybetmek istemeyen Kremlin, olabildiğince Şam’daki Esad rejiminin arkasında durmaya yönelik politikasını sürdürecektir.

Sonuç olarak, Avrasya’nın Rusya Federasyonu için elzem bir bölge olduğunu savunan ve Rusya’nın bu bölgedeki Atlantikçi temelli projelere karşı dikkatli politikalar takip etmesini savunan bu anlayışın önümüzdeki yıllarda da Moskova’da en önemli dış politika stratejilerinden birisi olarak gündemde olmaya devam edeceği rahatlıkla söylenebilir.

Sina KISACIK

KAYNAKLAR

1. Aleksandr Dugin. Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım. Çev. Vügar İmanov. Küre Yayınları, 2010, Altıncı Basım. İlgili Bölüm: Çağdaş Rusya’nın Jeopolitik Öncelikleri başlığı altında Avrasya Herşeyden Üstündür. Sayfa Aralığı: 341-347.


[1] Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım,  Çev: Vügar İmanov (İstanbul: Küre Yayınları,  2010), Altıncı Basım,  ss. 372-373.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.