Bu yüzyılın başlarına doğru dünyada yaşanan küresel değişiklikler istenen sonuçları doğurmadı. Yeryüzünün her türlü tehlikeden uzak olması hedefi, insanları daha da düşündürücü olan sorularla karşı karşıya bıraktı.
İşte bu dönemde “yeni nesil çatışmalar” (B. Gali – eski BM Genel Sekreteri) yaşanmaya başladı ve bunların çözümüne yönelik zorluklar, insanoğlunu yeni arayışlara yöneltti. Bu yöndeki bulguların tarihsel olarak henüz kendini ispat etmediği üzüntüyle belirtilmelidir. Konumuz hepimiz için acı olan Ermenistan-Azerbaycan Dağlık Karabağ çatışmasına ilişkin olacaktır. 20 yıldan fazladır süren (çözüm bulmayan) bu çatışma, çok çeşitli düzeylerde gündeme gelse de “Nereden başlamalı?” ve “Ne yapmalı?” sorularına henüz yanıt bulunamadı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı’nın defalarca vurguladığı; “… Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü asla tartışma konusu olmayacak.” görüşü, çatışmanın çözümüne çalışır görünen “Minsk Grubu”ndaki üçlüyü (eş başkanları) bugün de eli kolu bağlı bırakmaktadır. Onların ellerinin boş, gelişlerinin ise keyiften olduğunu sanmayalım. Artık “Minsk Grubu”nu çatışmanın “nasıl çözümlenmesi gerekir?” sorusundan çok, “ne için çözümlenmesi gerekir?” sorusunun düşündürdüğü bir gerçektir. Zaman zaman dile getirdikleri dolaylı çağrılarda (paket çözüm, ortak devlet, aşamalı çözüm vb.) gerçekten de çatışmanın çözümlenmesine ilgisiz olmadıklarını görebiliriz. Bu çıkarlar, onların kendi çıkarlarıdır. Kuramlarda çoktan yerini alan (H. Morgentau) çıkar ilkesini örtbas ederek, sadece zaman kazanmaya yönelik hesaplar, doğal olarak, çaresizlikten değildir. Üç tarafın kendi aralarında kendi çıkarları uğruna rekabeti, çatışmanın çözümü yönünde ne zaman olursa olsun herhangi bir ortak karara gelinmesini olanaksız kılıyor (bu “K. Errou çelişkisi” olarak anılmaktadır). Kuramsal olarak, “Minsk Grubu” görüşmelere önem vererek aslında ABD, Fransa ve Rusya’nın saldırgan Ermenistan’a karşı herhangi biçimde etki etmeyeceği sinyalini (ima diplomasisi) veriyor. Toprak bütünlüğünü sağlamak yolunda devletimizin sergilediği ve yürüttüğü dış politikanın temelinde ise, bizim çıkarlarımız duruyor ve attığımız her adım bugün dünya kamuoyu tarafından destekleniyor; çünkü devletimizin sergilediği davranış BM Şartı ve uluslararası hukukun ilkelerinin dışında değildir.
Öyleyse Çatışmanın Çözümünü Engelleyen Nedir?
Uzadıkça uzayan görüşmeler sürecine özellikle önem veren, yukarıda belirtildiği gibi, ilgisiz olmayan “Minsk Grubu”nun hesaplamaları, en azından günümüze uygun olmayan klasik diplomasiden başka bir şey değildir. Yani görüşmeler yapılmaktadır ve bu düzen sürdürülmelidir. Daha 1630 yılında A. Richelieu’nün (“Siyasi Vasiyetnameler”) yazdığı gibi; “… Müzakerelerin seri, sürekli ve şeffaf yürütülmesi bir zorunluluktur. Kısa sürede beklenen sonuç elde edilmese ve yakın gelecekte bunun olacağına tam bir inanç sağlanmasa da görüşmeler durdurulmamalıdır. ” Soruna bu şekilde yaklaşma şekline tamamen katılıyoruz. Fakat diplomasinin “görüşmeler bilimi” (François de Callières) (Fransua dö Kalyer) olmasına şüpheyle yaklaşmasak da, “ne zamana kadar?” sorusuna yanıt istemekte haklıyız. Bu yanıtı her yurtsever soydaşımız özlemle bekliyor. Mevcut durumun korunmasını olanaksız gören Azerbaycan tarafına yeterli bir vaatte bulunamayan, hatta buna istekli de olmayan “Minsk Grubu” da bu sorulara rağmen, görüşmelerden başka bir çıkar yol olmadığında üsteliyor. Çatışmaların çözümünün bilimsel, kuramsal yönleri ile uğraşan birçokları ise, incelikle sık sık uluslararası hukukun ilkeleri ve uluslararası kuruluşların yardımlarından medet ummanın psikolojik açıdan zayıflık belirtisi olduğunu ortaya koyuyor. Böyle düşünceler daha ziyade Ruslara özgüdür. Fakat yine de üstünde düşünmeye değer. Büyük olasılıkla, bizim yıllarca eteğine yapıştığımız “Minsk Grubu” da işte bu unsuru denemek isteğiyle başladığı git geli sürdürüyor. Onların nazını çekmek, gerçekten, bize çok pahalıya mal oluyor. Görüşmelerden kaçmamamızın hem Ermenistan hem de “Minsk Grubu” tarafından sevinçle karşılanması yeni bir soru doğuruyor: “Neden?” Madem, Ermenistan tarafının 20 yıldan fazladır işgal ettiği toprakları değil boşaltmak, tek bir adım bile geri çekilme niyeti yoktur, o zaman bu görüşmelerden ne bekliyorlar! Onların beklediği, büyük olasılıkla, görüşmelere ilişkin yapılan bilimsel araştırmalarda yer alan, ancak oldukça çelişkili bazı hususlardır. Sözde, diplomasi tarihinde görüşmeler çoğunlukla çatışmaların (savaşların) sonunu, alınan sonuçları meşrulaştırmaktadır. Bu, Fransızların düşüncesidir. Her şeyin er geç olacağı hayalini kuran Ermenistan ve onu destekleyenler, görüşmelerin kimi zaman aksi tesir yaratan bir süreç de olabileceğini unutuyor. Bu, sabır taşı çatlayınca görülür.
Bu tip mesajlar Azerbaycanlı yetkililerin ağzından defalarca dile getirilmiştir. Güçlü siyasi iradesi, emsali olmayan ekonomik potansiyeli ve askeri olanakları olan Azerbaycan, kendi topraklarını kurtarmak ve egemenliğini korumaya kadirdir. Biz şimdilik sabrediyoruz ve görüşmeleri destekliyoruz. Ana amacı barış ve huzur içinde yaşama ve iş birliğine dayalı diplomasi, aslında bir hoşgörü okuludur. Madem, ortada savaşın başlamayacağına güvence veren bir şey yok, buna da bel bağlamak sağlıklı bir düşünce değildir. Burada Charles de Gaulle (Şarl dö Gol)’ün; “Güçlünün müzakerelere gereksinimi yoktur. Güçsüze ise, bu çok pahalıya mal olur.” sözünü nasıl hatırlatmayalım! Literatüre geçen bu özlü söze rağmen, anlaşmazlığın tarafları arasındaki görüşmeler, “güç stratejisinin yardımcı öğesi” olarak tanımlanmaktadır. Belki de güçlü taraf olduğumuzdan bize, daha doğrusu Ermenistan-Azerbaycan Dağlık Karabağ çatışmasına ilişkin, açıkça bildirilmeyen çelişkili unsurlar meydana geliyor. Hala yeni fikirler arayışında olan eş başkanlar ise, güçlü Azerbaycan’ın güçlüye özgü davranışta bulunduğu takdirde olaylara nasıl müdahale edeceklerini düşünmekten kendilerini alamıyor.
Bunu Herkes Biliyor ve Takdir Ediyor; Fakat ….
Her dönemde olduğu gibi günümüzde de anlamı herkesçe tam olarak bilinmeyen söz ve ifadeler dilimize girer ve canlılık kazanır. Yetkililerden tutun sıradan insanlara kadar herkesi gururlandıran “hoşgörü” sözü de bunlar arasındadır. Biz istemesek bile diller arası kelime alışverişi somut ve kaçınılmaz bir süreçtir. “Hoşgörü” meselesine gelindiğinde ise, bu bizim kanımızdadır. Nedense dilimizde bunun adını doğru koyamamışız. Atalarımız; “düşman seni taşlan, sen onu aşlan”, “komşunu iki inekli iste, biri de seninki olsun” demişlerse, biz ne yapabiliriz! Araştırmacılar arasında hoşgörünün “güçlülük” ya da “zayıflık” belirtisi olduğu konusunda derin görüş ayrılıkları vardır. Sadece “dini bakımdan hoşgörü” olarak yorumlanan hoşgörünün bile aralığı aslında önemli ölçüde geniş ve kullanımı yaygındır. İnsani değerler açısından güçlüye özgü nitelikler, gerçekten, çatışma ortamında belki de zayıflıktan işaret veriyor. Büyük olasılıkla, aşırı hoşgörülü oluşumuzu da kötüye kullananlar var. Böyle olmasaydı eş başkanlar “süresiz görüşmeleri” durdurar ve çatışmanın çözümü yönünde ciddi kararlar almaktan uzak durmazdı. Bizim çözümüne çalıştığımız çatışmayı “Minsk Grubu” hala düzenlemeye (kendi çıkarlarına uygun biçimde) eğilimlidir. Bunlar birbirinden tamamen farklı kavramlardır. Hoşgörümüz sürüyor. Bizi “taşa tutanlara aş” yedirmediğimiz için bırakın atalarımızın ruhu bizi kınamasın. Fakat zaman artık o zaman değildir. Azerbaycan günümüz uluslararası ilişkiler sisteminde kendi yeri, kendi sözü ve imgesi olan bir devlettir. BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olarak insanlığın güvenliğine katkıda bulunan Azerbaycan, kendi haklı sözünü söylemeye de çekinmemektedir. Biz topraklarımızı kurtarmalıyız. Bunu başaramazsak, o zaman gelecek nesillerin bizi çaba harcamamakla suçlayacağına gerçekten hiç şüphe kalmıyor.
Bizim görüşmelere uluslararası hukuk norm ve ilkelerine saygı çerçevesinde yaklaşmamız galiba Minsk Grubu eş başkanlarının tam da istediğidir. Belki de bunu zayıflık (cesaretsizlik) sandıklarından görüşmeleri sonsuza kadar uzatma eğilimindedir. Bu doğrultuda, onlara manevi destek verenler de az değildir. Sözde çatışma tehdidi altındaki ya da çatışmanın acısını çeken tarafların (devletlerin) askeri olmayan yollarla bir araya gelmesine hizmet etme amacındaki diplomatik görüşmeler, geçmişte olanları meşrulaştırmaya hizmet etmiştir. (Rusya) Bu yaklaşımda görüşmelerin, askeri (güç) stratejisinin yardımcısı (devamı) olduğu öne çekiliyor. Saldırgan Ermenistan’ı geri çekilmeme konusunda tahrik edenlerin bu gibi uydurma savlarla zaman üstüne zaman kazanarak, asıl tehlike olan çatışmanın gelecekteki durumuna kulak vermek istemiyorlar.
İnanç Var Ki…
Çatışmanın çözümünde uygulanan yaklaşımların verim getirmediği ortadadır. Bir zaman gelip de saldırgan Ermenistan’ın «gönüllü olarak» anlaşma masasına oturacağını umut etmek de saflıktır. Kendimizi “gerçekten uzaktır” düşüncesine kaptırarak «süresiz görüşmeler» sendromunu yaşamak durumunda kalırız. “Minsk Grubu”nda bulunan her üç devletin temsilcileri Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne saygı duyduklarını samimiyetle dile getiriyor. Ekonomik açıdan sürekli gelişen, zengin doğal kaynakları olan, demokratik kurumların tam olarak şekillendiği bir devletle ilişkileri karşılıklı yarar zemininde sürdürmek ve bu ilişkilerin istikrarını sürdürmek bu devletlerin jeostratejik çıkarlarından ileri geliyor. Büyük olasılıkla, sorunun çözümünü sadece eş başkan devletlerin değil, ayrıca diğer büyük devletlerin Güney Kafkasya’daki gelişmelere yaklaşım şeklinde aramak gerekiyor. Çözümlenmemiş çatışmalar, özellikle Dağlık Karabağ çatışması bütün Avrupa’nın güvenlik mimarisi açısından da büyük tehlikedir. BM ve diğer nüfuzlu uluslararası kurumlar tarafından da çatışmanın devam etmesinin uluslararası ve bölgesel güvenliğe büyük darbe vurduğu göz ardı edilmiyor. Çatışmanın uluslararası hukuk norm ve ilkeleri çerçevesinde, müzakere yoluyla çözümünün bir olgu olarak varlığını koruduğu söylenebilir. Şimdi biraz farklı bir stratejinin (son dönemlerde işlerlik kazanan “büyük strateji” kavramı buraya oturuyor) geliştirilme gereksinimi doğuyor.
Çatışma üzerine çalışan uzmanlar, bu aşamada güvenliğin sağlanmasında 200’den fazla askeri olmayan araç olduğunu belirtiyorlar. Çatışmanın çözümünde bizim siyasi ve diplomatik yollara öncelik vermemiz, tamamen devletimizin güvenliğini sağlama amacı taşımaktadır. Görüşmelerin sürdürülmesinde de temel kıstas ilkesel olarak, çözümlenmeyen çatışmanın olmayacağı görüşüdür. Bu, anlaşmazlığın taraflarını tatmin edecek en azından bir ortak öğenin var olduğunun işaretidir ve onun bulunması gerekir. Bu doğrultuda, çatışmanın adil şekilde çözümüne ulaşmak ve bütünüyle Güney Kafkasya’yı bir iş birliği bölgesine dönüştürmek için “Minsk Grubu”nun olanakları henüz tükenmemiştir.
BM Genel Kurulu’nun görüşmelerin yapılması ile ilgili kabul ettiği 503/101 sayılı kararında, devletler arası anlaşmazlıkların barışçıl yöntemlerle çözümü sadece «görüşmelerin vicdanlı yürütülmesi” şartıyla zorunlu kabul ediliyor. Ne yazık ki, sırlarla dolu diplomasi oyununda bu muhim belgedeki “adalet” ve “vicdan” kavramları büyük ölçüde değersizleşmiştir. Geçen yılın sonunda ABD, “Minsk Grubu”ndaki temsilcisini değiştirerek bu yıl da müzakerelerin “ölü noktasında” kalacağı mesajını gönderdi. Diğer tarafların da bir süre sonra benzer uygulamalara gitmesi bekleniyor. Genel olarak zaman kaybına yönelik planlanmış (bir süre tanışma, bilgilenme vb.) taktik ve stratejiler umut vaat etmese de, bağımsız Azerbaycan’ın ilkesel tutumundan dönmeden, adaletin zafer kazanacağı günü yaklaştıracağına inanç vardır.
Doç. Dr. Veliyulla CAFEROV
Bakü Devlet Üniversitesi “Diplomasi ve Çağdaş Bütünleşme Süreçleri” Bölümü