Hemen her hafta Türk Dış Politikası ya da dünya gündemini yakından ilgilendiren yazılar kaleme alıp olayların iç yüzünü anlamlandırmaya çalışıyorum. Ne var ki, bugünlerde ülkemizde yaşanan gelişmeler, Türkiye’yi dünya gündeminin merkezine taşıyınca bu olayları değerlendirmeden geçmek yakışık almazdı. Peki Gezi Parkı Direnişi ne anlama geliyor? Uzun yıllardır muhalefet eksikliği, halkın siyasal meselelere olan ilgisizliği ve sivil toplumun etkisizliği gibi yaklaşımlar üzerinden eleştirilen Türk toplumu ne oldu da böyle büyük bir toplumsal eyleme girişme cesaretini gösterdi?
Türkiye toplumunun siyasete olan ilgisi ve katılımı belli dönemler dışında hiçbir zaman yüksek oranlara varmamıştır. İmparatorluk kalıntısı olmamızdan olsa gerek, Türkiye toplumunda “devletin her şeye kadir olduğu” ve “her şeyin en iyisini bileceği ve yapacağına dair” bir inanç ya da düşünce gelişmiştir. Yani Türk toplumu, Osmanlı döneminden farklı olarak, devleti aslında kendisinin yönettiğinin ve devletin işleyişini kendi istekleri çerçevesinde şekillendirebileceğinin farkına tam manasıyla varamamıştır. Bu durum, parlamenter bir yönetim çerçevesinde yönetilen Türkiye’de meclise giren ya da siyasal arena ekseninde etkinlik gösteren çoğu aktörün devlet bürokrasisinden gelme ya da para/zenginlik sahibi aktörler arasından çıkmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye halkı, kendi içerisinden çıkmış ortalama bir vatandaşın siyaset kurumunu şekillendirebileceğine, etkili olabileceğine ve hatta kendi isteklerini/sorunlarınu tam manasıyla siyasete yansıtabileceğine inanmamıştır. Başta ABD olmak üzere dış aktörlerin de bu toplumsal görünümün ya da algının oluşumunda büyük bir payı olmuştur. Dış aktörlerin Türk siyasetini para ve medya gücüyle yönlendirmesine alışkın olan Türkiye toplumu, kendi içlerinden birinin böyle bir dış desteğe sahip olmadan yükselebileceğine ve kendilerini temsil edebileceğine inanmamıştır. Bu anlayış bugün de ortadan kalkmış değildir.
Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini kendisine siyaset yolunu açan bir meşruiyet kaynağı olarak gören Türk Ordusu ise, Kurtuluş Savaşı ile kazanmış olduğu toplumsal meşruiyeti siyaset kurumuna yönlendirmiş olduğu saldırılar, önleme operasyonları ve darbeler ile kaybetmiştir. Halbuki ordunun siyasete yapmış olduğu müdahaleler olmasaydı, Türk toplumu belki bu kadar siyasete yabancılaşmayacak, toplumsal meseleleri ve siyasal arenaya yansıyan anlaşmazlıkları çözebilme noktasında uzlaşma (konsensus) kriterini çok önceleri işletmeye başlayacak ve siyaseti “kefen giyme” boyutunun dışında algılayarak, toplumsal bir görev olarak anlamlandırabilecekti. Türk Ordusu’nun siyasete olan müdahalesi, toplumsal mağduriyetlerin ortaya çıkmasına ve rövanşist duyguların kabarmasına da yol açmıştır. Nitekim bugün Gezi Parkı direnişi ekseninde karşımıza çıkan en önemli toplumsal/siyasal gerçekliklerden biri de bu rövanşist duygular ve toplumsal mağduriyetler üzerinden şekillenen siyasal kutuplaşmadır. Öyle ki, Türkiye, toplumsal uzlaşıyı siyasal arenaya yansıtabilme noktasında tecrübesiz olduğu için, 1990’lı yıllarda da görüldüğü üzere koalisyon hükümetlerini yönetme noktasında etkisiz kalmış ve ülke çoğulculuk-istikrar paradoksunda istikrardan yana bir temsil sistemini içselleştirmiştir. Bu durum, siyasal anlayışların, toplumsal isteklerin ve farklı gelecek öngörülerinin meclise, yani siyaset kurumuna, yansımasını da engellemiştir.
Gezi Parkı hadisesine daha yakından göz attığımızda göreceğimiz gibi Türkiye toplumu, 1970’li yılların ardından belki de ilk kez bu denli önemli bir toplumsal duyarlılık göstermiştir. 1970’li yıllarda gerçekleşen olayların, Soğuk Savaş döneminin gölgesinde gelişen bir küresel kutuplaşmanın Türkiye’ye olan yansımaları neticesinde büyüdüğü ve geliştiği düşünüldüğünde, Gezi Parkı direnişinin, Türkiye tarihindeki en önemli toplumsal kalkışma olduğu ve tamamıyla sivil siyasete ait bir amaçla gerçekleştirildiği görülebilecektir. Üstelik bu kez Türk Ordusu’nun siyasete dahli de söz konusu değildir. Direniş tamamıyla halk tabakaları tarafından gerçekleştirilmektedir ve amacı da halkın kendi yaşamını ilgilendiren bir mesele bağlamında siyasetçilere bir türlü sağlıklı bir şekilde yansıtamadığı tepkisini gösterebilmektir.
Hadisenin ortaya çıkardığı en önemli hususlardan biri de halk ile siyaset kurumu arasındaki kopukluk olmuştur. Türk siyaseti ve parlamentosu, toplumun geniş kesimlerinin siyasal isteklerini yansıtmaktan uzaktır. Bunun en önemli nedeni ise, siyasal partilerin mevcut yapılarının anti-demokratik bir görünüm arz etmesi, karizmatik liderliğe dayalı ve dolayısıyla popülist bir yönetim anlayışının partilere hakim olması ve siyasi parti örgütlenmelerinin toplum tabanına yayılma noktasında çok etkisiz ve işlevsiz kalmasıdır. Türkiye, cumhuriyetin kuruluş yıllarından bu yana kitle partilerinden çok kadro partileri üzerine temellendirilmiştir. Bu durum toplumun siyasal işleyişe katılabilmesi anlamında bir kopukluk yaratmaktadır. Seçim sisteminin çoğulculuğa değil istikrara odaklanmış olması ve baraj kriterinin siyasi partilerin üzerinde adeta “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanıyor oluşu da Türkiye toplumunun siyasal işleyişe katılımını etkisizleştirmekte ve anlamsızlaştırmaktadır. Bugün Gezi Parkı direnişine katılan siyasal grupların çeşitliliğine ve sivil toplum örgütlerinin etkinliğine göz gezdirdiğimiz noktada karşımıza çıkan en önemli gerçeklik, halk nezdinde muteber olan bu aktörlerin Türk siyasetinde hiçbir temsil gücüne sahip olamamaları gerçeğidir. Bu durum siyasetin toplum nezdindeki meşruiyetini ortadan kaldırdığı gibi, ilk kez de olsa, halkın siyasal işleyişe doğrudan müdahil olmasını beraberinde getirmiştir. Yani çoğulculuk-istikrar paradoksunda ivmenin çoğulculuk lehine işletişmesi gerektiği açıkça ortaya çıkmıştır. Bu nedenle siyasi partiler kanunu ve seçim sistemi ivedilikle reforme edilmek zorundadır.
Direniş, mahalli yönetimlerin işleyişi bağlamındaki etkisizliği, mahalli yönetimlerin halkın isteklerinden bihaber olduğunu ve bu yönetimlerle merkezi yönetim ya da siyasal partiler arasındaki iletişim eksikliğini de açıkça ortaya koymuştur. Halbuki sağlıklı bir demokratik işleyiş için öncelikle mahalli yönetimlerin etkin ve meşru bir yönetim göstermesi gerekir. İBB Başkanı’nın Gezi Parkı direnişinin büyük çaplı bir kalkışmaya dönüştüğü noktada yaptığı pişmanlık dolu açıklamalar ve İBB Meclisi’nde iktidar grubundan sonra ikinci büyük siyasi parti grubu olan CHP’nin projenin içeriği noktasında ne yaptığını bilmez tutumu, mahalli idarelerdeki ciddiyetsizliğin ya da etkisizliğin en önemli yansımaları olarak görülebilir. Mahalli idareler, toplumun isteklerini alacak ilk kademe yönetim organları oldukları için önemlidirler. Nitekim bu yönetimlerin merkezi yönetime aktaracağı bilgi ve istekler, hükümetin ve siyasetin sağlıklı işletilebilmesini sağlayacaktır. Ne var ki, Türkiye, bu konuda da sınıfta kalmış durumdadır. Bu durum Gezi Parkı hadisesinin doğmasına etki eden en önemli unsurlardan biri olmuştur.
Gezi Parkı direnişi, Türkiye toplumunun siyaset kurumu ile olan ilişkilerinin mahiyetini değiştirecek çok önemli bir olay olarak görülmelidir. Zira bu gelişme ile Türkiye toplumu, kendisini doğrudan ilgilendiren bir mesele olduğu anda tepki gösterebileceğini ve topluca gösterilecek bu tepkinin siyaset kurumunu şekillendirecek derecede anlamlı olabileceğini görmüştür. Gezi Parkı direnişi, Türkiye siyasetinde Pandora’nın Kutusu’nu açmıştır. Bu gelişmenin ardından Türk siyaseti ile toplum arasındaki ilişkiler yeniden şekillendirilmek zorundadır. Bu şekillendirme işlemi ise, sivil siyaset-ordu ilişkilerinin sivil siyaset lehine olacak şekilde yeniden düzenlenmesi, siyasi partilerde demokratik yönetişimin işletilmesini sağlacak reformların yapılması ve seçim sisteminin reforme edilerek, istikrar-çoğulculuk paradoksunda çoğulculuğu ön plana alacak bir tercih doğrultusunda seçim barajının ortadan kaldırılması ile atılmalıdır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU