Türkiye’de iki haftayı aşkın bir süredir öncesi süreçlerde tahmin edilemeyecek bir süreç yaşanmaktadır ki kanımca bu sürecin ne zaman, ne şekilde ve nasıl bir sonuç alacağı da muammadır. Bu bağlamda yapılması gereken şey, iki tarafın yani hükümet ve/veya doğrudan doğruya Erdoğan ile tüm Türkiye’deki Gezi Parkı protestocularının analizini yapmaktır. Bu analiz oldukça düşük bir ihtimal olsa da sürecin sonunun neler getirebileceğine dair ipuçları verebilir.
Güç Tahammülsüzlüğü
Kanımca olayın ana aktörü olan Gezi Park’ı protestocularını kimler olduğunu, bu tip bir protestonun nelere işaret ettiğini ve temel dayanak noktalarının neler olduğunu açıklamadan önce yardımcı aktör olmayı içine sindiremeyen Erdoğan’ı oldukça kısa bir şekilde ele almak gerekmektedir. Bu noktada iş oldukça kolay, zira Lord Acton 19. yüzyıl içerisinde Erdoğan’ın uzun bir süredir içinde olduğu ve son günlerdeki olayları da etkileyen politik ruh halini özetlemiştir; “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak yozlaştırır”. Türkiye’de son on yılda artan bir etki alanına sahip olan Erdoğan hem kamusal alan hem de özel alan kontrolünü “hizmetkârlık” popülizmi ile meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra “biz çevrecilerin en çevrecisiyiz”, “biz hamdolsun sosyoloji de, psikoloji de biliriz” sözleri ile fildişi kulenin en müstesna köşesinden yozlaşma meselesinin en güzel monografilerinden birisini her gün yeniden kaleme almaktadır.
Erdoğan’ın bu süreç ile birlikte oldukça nadir zamanlarda özgürlükçü olmaya çalışan yönünün iyiden iyiye yok olduğunu söylemek ve bu durum üzerinden de onun hakkında siyasal bir analiz yapmak kanımca mümkün gözükmektedir. Erdoğan son günlerde karşısında farklılıkları içerisinde barındıran, alıştığı tarz muhalif söylemlerin dışında söylemler bulunca kendi başına 1970’lerin “Milli Cephe” hükümetlerini oluşturma yolunda oldukça emin adımlar atmıştır. Bu bağlamda “Milli İradeye Saygı” adını verdiği mitinglerde ülkücü motifleri kullanması, fonda tekbir seslerinin yükselmesi, alanda irrasyonel dogma söylemlerin varlığı ve Erdoğan’ın konuşmalarında rakamlar üzerinden ilerlemeci söylemlerle kendini dinleyenlere seslenmesi tam da Türkiye’de modernist yöntemler kullanılarak oluşan muhafazakar sağ ve serbest piyasaya dayalı neo-liberal kapitalist ekonomik modelin bir sentezi olarak vücut bulmaktadır. Durumu özetleyecek olursak, son günlerin Erdoğan’ı kalıplaşmış modernist öğeler ile yoluna devam etmeye çalışan, siyasal alanı sadece kazanmak-kaybetmek ikiliğine indirmiş, anlamaktan çok klasik söylemlerini dil tekrarı ile yenileyerek Derida’yı bile ters köşeye yatırabilecek bir üslup kullanmakta ve bu noktada da gücünün yozlaşması ile zehirlenen politik bir karaktere dönüşmektedir. Kısacası kendi kendini hiçsizleştirmeye doğru adeta koşmaktadır. Her ne kadar son zamanların seçim anketleri onun gücünde azalma olmadığını tespit etse bile, kanımca günümüz pozitivist olan bu yöntemlerin çok dışında bir analizi hak edecek bir değerdedir.
AKP Politizasyonunun Post-Modern Nesli
Erdoğan’ın yukarıda tanımlanmaya çalışılan modernist, yasa ve mekan üzerinden salt kendisinin oluşturduğu determinist tavrı ile Türkiye’de siyasal alanın okunması, kent yapılarındaki değişme, ekonomik faydanın farklılaşması ve devlet elitinin değişmesi gibi bir çok sonucu fiili iktidar olduğu son on yılın birer çıktılarıdır. Buna karşın Gezi Park’ı hadiseleri bu durumun Erdoğan’ın sonucunu bilemediği yani onun sıkı sıkıya bağlı olduğu modernizm kalıpları ile çelişen bir çıktısının olduğunun da göstergesi olmuştur. Erdoğan’ın son dönem içerisinde eğitim alacaklara danışmadan sistemde yaptığı değişimler, hane halkının kendi özgür iradesinde kalan aile fertlerinin sayısını devlet eli ile belirleme çalışmaları, kadın bedeni üzerinde olan kürtaj tartışmalarına hem erkek dili ile müdahil olması hem de konuya teolojik bir boyut getirmeye çalışması, mekan determinizminde Sünni İslam’a yapılan övgünün fütursuzlaşması, ötekileşme olgusunun her alanda kendisini farklı boyutları ile gösterdiği bir coğrafyada dinsel, sosyal, ekonomik ve politik ötekinin değişen tüm koşullara rağmen hala ve hala kendisi olarak tanımlaması ve kullandığı savaşkan siyasal dil hem ondan hem de diğer tüm siyasal faaliyetlerden olmayan bir kesimde ciddi bir politizasyon süreci olarak kendini göstermiştir.
Kanımca burada önemli olan her tezin kendi anti-tezini doğurması durumundan kaynaklı olan modernist belirleme politikalarına tepki olarak post-modern bir yapıyı doğurmasıdır. Elbette oldukça önemli olan ve kuşkusuz Türkiye’nin siyasal ve sosyal hayatındaki en liberal hareket olarak tanımlanma özelliğine sahip olan Gezi Parkı eylemleri arkasında kümülatif bir süreci barındırmaktadır ve ortaya çıkan yapı kuşkusuz post-modern bir yapıdır. Bu durumun kanıtları olarak eylemler sırasındaki örgütsüz organizasyon kabiliyeti, farklı siyasal ya da siyasal olmayan yapıların birleşimi, yenidünyanın sosyal medya başta olmak üzere kullanılan bütün araçları, söylemlerin içerisinde açıkça belli olan ironiler, kişileri kendilerine has idiyolekt kullanımları, katılım oranının giderek artması, belirlenmiş kitle yığınlarına karşın arzu ile olaylara müdahil olan bireylerin alanlardaki varlığı ve hadisenin merkezi olması beklenirken dağılarak çoğalması gösterilebilir.
Kanımca olayların beklenenden uzun sürmesi ve daha da devam edecek gibi gözükmesi, herhangi bir siyasi partinin de bu olaylara sahip çıkamaması ve konunun sivil inisiyatifler eli ile yürütülmesi de tepkili neslin post-modern bir yapıda olmasından kaynaklanmalıdır. Bu noktada şunu tekrar etmekte yarar olduğu görüşündeyim; alanlarda haykıran, elindeki telefonu ve koltuğunu altındaki elektronik aletleriyle konuya tepki duyduğunu her an belirten nesil doğrudan doğruya AKP’nin yarattığı ve onun atın neslinin içerisinde mundar olarak kabul ettiği bireylerin oluşturduğu modernizme onun kalıplarına tepki duyan alternatif ve reel bir nesildir. Bu bağlamda içinde kuşak farkları olsa da hem Türkiye, hem de onun tek sahibiymişçesine piyasa ile birlikte yönetmeye kalkan AKP hareketin omurgasını analiz etmenin ötesinde okuyamamaktadır. Belki de bu yanının en önemli özelliği de kendisini doğrudan belirli kapılar ile açıklayamamasıdır.
Asi Şehirlerden Kent Hakkı İstemi
Yukarıda kısaca özetlenen, modernist uygulamaların post-modern halde politize olmuş bireyleri David Harvey’in tanımları ile son günlerde “asi şehirler” ortaya çıkarmışlar ve doğrudan doğruya “kent hakkı” talep etmektedirler. Bu noktada sondan bir açıklama yapmak daha doğru olacaktır. Harvey’e göre kent hakkı, kentleşme süreçleri içerisinde ideolojinin, sosyal mühendisliğin ve ekonomik çıkarların doğrudan doğruya nedeni ve sonucu olan kent ve onun mekânları üzerinde nasıl bir şekillendirilme yapılacağına ve bunun sonucu olarak da ne tür bir belirleyiciliğe yol açacağına kökten ve radikal bir müdahale ile kendi yaşam mekânı üzeride söz sahibi olmak demektir. Bu bağlamda referandum, halk oylaması ya da plebisit belirlenmiş kalıplar üzerinden kent için uygulanacakları seçmek gibi sığ bir modernizm içerirken kent hakkını aramak ise doğrudan doğruya gösterileni seçmekten ziyade kendini yöntemi ile gösteren ve post-modern olan bir yöntemdir. Bu gün Türkiye’de yaşanan da tam tamına bir kent hakkı talebidir, politize ve post-modern bir durumdur.
Bu durum Türkiye’de sermaye birikiminin odaklanmasına karşı duruş sergileyen, mekanın somut özelliklerinin yanında normatif değerlerine de karşı gelen bireylerin oluşturduğu asi kentler de meydana getirmiştir. Kendi hakkını arayan ve bunun için bağırmanın meşru bir hak olduğunu bilen asi kentler kendi belirlenmesini doğrudan doğruya orada yaşayan mevcut kuşakların ve gelecek kuşakların hakları doğrultusunda olmasını talep etmektedir. Buradan çıkacak teorik sonular ise göze batacak derecede barizdir. Üretim süreçlerinde etkin olmamasına karşın artı değeri her daim alan sınıfsal ilişkilerin tasfiyesi, alışılmışın dışındaki yaşam tarzlarına hoşgörü göstermek gibi içsel hiyerarşi barındıran kavramların yerine saygının özümsenmesi ve bu günden başlayarak gelecek kuşak haklarının varlığının öneminin kavranmasıdır.
Sonuç
Türkiye’de yaşanan olaylar ilk başta “üç-beş ağaç” meselesi olarak görülmesine karşın kanımca yukarıda anlatılmaya gayret edilen noktalar ve unutulan diğer pratikler açısından bakıldığı zaman oldukça önemli konumdadır. Son kertede şu konunun da yeniden tekrarlanmasının önemli olduğu kanısındayım. Ne AKP, ne de onun doğrudan doğruya karşıtı olma kabiliyetini gösterememesine karşın en “iyi” alternatifiymiş rolünü üstlenen CHP oluşan bu yeni hareketi ve onun mevcut yapısını ne yakalayabilir, ne de onlar ile beraber hareket edebilir. Bunun en temel nedeni ise meydanlardaki bireylerin doğrudan doğruya onların metodolojik ve normatif karşıtı olması ve onların modernist okumalarının çok daha ötesinde okuma yetilerine sahip olmalarıdır. Bu noktada onları yakalamak basit bir revizyonizmden daha da ötede gereklilikler içermektedir.
Ahmet Erdi ÖZTÜRK
Kaynak: http://nuve.biz/2013/