Başkanlık koltuğuna otururken İran’ı yeni dönemde uluslararası sisteme uyum sağlayan, fakat aynı zamanda ulusal çıkarlarından taviz vermeyen bir bölgesel güç haline getirmek istediğini belirten Hasan Ruhani, bu söyleme yönelik politikasının ilk meyvesini geçtiğimiz günlerde almış oldu. Cenevre’de içinde Almanya’nın da yer aldığı Birleşmiş Milletler’in beş daimi temsilcisi ile İran arasında günlerdir süren nükleer çalışmalara yönelik görüşmelerde nihayet mutabakata varıldı. Tahran yönetimi uygulanan ekonomik yaptırımların hafifletilmesine karşılık olarak nükleer faaliyetlerini altı ay süreyle dondurmayı ve uranyum zenginleştirme oranını yüzde beşle sınırlı tutmayı kabul etti. Yaptırımların hafifletilmesi ile finansal rahatlama yaşayacak İran’ın yaklaşık 4.2 milyar dolar kâra geçmesi bekleniyor.
Elbette bu İran’ın nükleer çalışmalarından bütünüyle vazgeçeceği anlamına gelmiyor. Tahran yönetimi uranyum zenginleştirme çalışmalarının barışçıl amaçlarla ilerlediğini savunurken, Batılı güçler İran’ın nükleer devlet statüsünde bölge ve küresel güvenliğe tehdit oluşturma yolunda olduğunu iddia ediyorlardı. Gelinen noktada kuşkusuz Cumhurbaşkanı Ruhani’nin payı büyük. Çünkü Ruhani göreve geldiği ilk günlerden itibaren İran’ın nükleer çalışmalarında dünyaya karşı daha şeffaf olacağını, Batı ile diyalog yollarının açılması için gayret göstereceğini belirtiyordu. Son gelişmeler de aslında bunun kanıtı niteliğinde.
Bilindiği gibi İran’da ilk nükleer faaliyetler 1957 yılında ABD’nin desteği ile başlamıştı. 1979 İslam Devrimi sonrası İran ile ABD arasında diplomatik ilişkiler kesilip ekonomik yaptırımlar uygulanmış olsa da, nükleer çalışmalar bir devlet politikası olarak devam etti. Bugünden sonrada İran’ın ilkesinden vazgeçmesi beklenmemeli, ancak uranyum çalışmalarının tüm şeffaflığıyla uluslararası toplumla paylaşmasını sağlayarak güven ortamının tesisine yardımcı olunmalıdır.
Masadaki diğer güçlerin anlaşmaya yönelik tepkilerini değerlendirecek olursak; öncelikle ABD Dış İşleri Bakanı John Kerry’nin anlaşmanın İran’ın nükleer politikasını yavaşlatacağını ve İsrail ile ABD müttefiklerinin kendilerini güvende hissedeceklerine yönelik açıklamasına bakmak gerekiyor. Washington ‘ın başından beri karşı “Şer Ekseni”nin temsilcisi olarak gördüğü İran’a karşı, son dönemde yumuşama eğiliminde olduğu hissediliyor. ABD ile İran arasında ortak noktanın bulunması ve yakınlaşma sağlanmasının, ABD’nin Orta Doğu ve Orta Asya politikalarında rahatlama sağlayacağı görüşü kanımca yabana atılacak bir öngörü değil. Elbette bunun akıbetini zamanla göreceğiz…
Rusya tarafı ise varılan anlaşmadan memnun gözüküyor. Devlet Başkanı Putin mutabakatın Orta Doğu dengeleri açısından olumlu olacağını düşünüyor. Yalnız Rusya’nın İran ile özellikle ABD’nin yakınlaşmasını iyimserlikle karşılamasını beklemek fazla ütopik olacaktır. Çünkü Moskova ezelinden beri sürdürdüğü dış politika stratejisi olarak Akdeniz’e inmek ve Orta Doğu’da söz sahibi olabilmek için Amerikan müttefiki Sünni rejimlere karşı Şii kartını kullanıyor. İran ise bu mezhepsel stratejinin baş aktörü olarak Rusya için kritik öneme sahip. İşte bu nedenle Rusya, Tahran’ın “ölçülü” yumuşama politikasının akıbeti büyük risk olarak değerlendirecektir.
Anlaşmaya yönelik olumsuz açıklama beklendiği üzere İsrail’den geldi. Başbakan Netanyahu Cenevre müzakerelerinden duyduğu memnuniyetsizliği dile getirirken, aslında neden bu şekilde sert çıkış yaptığının ipuçlarını da vermiş oldu. Çünkü İsrail bölgede nükleer bir ülke ve bu silahlarını meşrulaştırmak için İran’ın nükleer faaliyetlerini bahane gösteriyordu. Eğer İran şeffaflık politikasında samimiyetini sürdürebilirse, İsrail’in uluslararası kamuoyuna bünyesindeki nükleer silahları barındırmasını gerekçe gösterecek bir sebep kalmamış olacak.
Türkiye ise komşusu İran’ın Batılı ülkeler ile diyalog geliştirecek olmasından memnun olacak. Coğrafyasında nükleer silahsızlanmayı destekleyen ve bunun sadece barışçıl amaçlar için kullanmasını savunan Türkiye, bölgesinde diğer nükleer silaha sahip ülkelerinde bu silahları imha etmesi yolunda politika izlemelidir. Çünkü nükleer silahların caydırıcılık modası önümüzdeki yıllarda etkisini kaybedecek.
Batılı güçler İran’ı uluslararası sisteme entegre etme yolunda bir adım atmış oldu. Aksi durumda, yani izole edilmiş İran, yapısı itibariyle radikalleşmeye müsait ve konumu açısından hem Asya hem de Avrupa dengelerini değiştirebilecek kapasiteye sahip bir devlet. Dolayısıyla özellikle Avrupa, İran’ı bundan sonraki aşamada enerji ihtiyacını karşılayacak tedarikçi ülke olarak göz önünde bulundurmalıdır. İmzalanan anlaşma kısa vadede bu amaca hizmet edecektir.
Haftanın Sözü: “Doğrular ve yanlışlar yoktur. Yorumlar vardır.”
Furkan KAYA