Bütün dünya Suriye, Irak ve Ukrayna’daki gelişmelere odaklanmışken, “dünyanın en büyük demokrasisi” olarak adlandırılan Hindistan’da tam 35 gün süren seçimlerin ardından dramatik bir iktidar değişimi yaşandı. Oy kullanma hakkına sahip 815 milyon seçmenin bulunduğu ve yaklaşık 550 milyon kişinin oy kullandığı (% 66’lık katılım oranı) Hindistan seçimleri, bu yönüyle dünyanın en büyük ve en uzun süreli seçimi olarak görülmektedir. Bu büyük ve uzun erimli demokrasi şöleninin sonunda, iktidarda yer alan ve Gandhi ve Nehru ailelerinin partisi ya da “kurucu” parti olarak bilinen Kongre Partisi çok büyük bir oy kaybı sonucunda iktidardan indirilmiş ve milliyetçi-muhafazakâr bir parti olarak bilinen ve Hindu kimliği üzerinden siyaset üreten Bharatiya Janata (Hindistan Halk Partisi) tek başına iktidar olacak çoğunluğu ele geçirerek hükümet kurma hakkını kazanmıştır. Partinin seçimleri kazanmasında en büyük pay ise seçim sonrası devlet başkanlığı koltuğuna oturan Narendra Modi olmuştur.
Yüzölçümü itibarıyla yedinci, 1.25 milyarlık nüfusu ile de Çin’in ardından ikinci sırada yer alan Hindistan’da her 5 yılda bir parlamento seçimleri düzenlenmektedir. Federal bir yönetim anlayışına sahip olan ülkede 29 eyalet ve 7 bölge bulunmaktadır. Federe birimlerin ve bölgelerin her birinin kendisine ait bir yerel hükümeti de vardır. Hindistan Parlamentosu 543 koltuktan oluşmaktadır. 7 Nisan-12 Mayıs tarihleri arasında devam eden seçimler esnasında da bu parlamentonun yeni üyelerini belirleyebilmek için sandığa gidilmiştir. 100’ün üzerinde yaşayan dile sahip olan Hindistan’da her eyaletin 3 adet resmi dili bulunmaktadır. Bu diller ise ülkenin ortak paydasını oluşturan Hintçe ve sömürge döneminin kalıntısı olarak bilinen ve Hintçe’ye yakın bir kullanıma sahip İngilizce ile o eyalette (bölgede) en geniş kullanım alanına sahip olan yerel dildir. Tüm resmi yazışmalar ve eğitim bu 3 dil üzerinden sürdürülmekte ve seçimlerin işleyişinde de bu husus göz önünde bulundurulmaktadır.
Hindistan, bağımsızlığını elde ettikten sonra 60 yılı aşkın bir süre boyunca Kongre Partisi tarafından yönetilmiştir. Kongre Partisi, ülkenin “kurucu babaları” olarak görülen Gandhi ve Nehru ailelerinin kontrolünde şekillenen ve parti liderliğinin bu iki aile arasında paylaşıldığı bir siyasal organizasyona eklemlenmiştir. Laik bir dünya görüşünü yansıtan ve moderniteyi sol jargon üzerinden betimlemeye çalışan Kongre Partisi, Hindistan’a hâkim olan kast sisteminin toplumsal/siyasal etkinliğini en aza indirgemeye çalışan ve Hindu kimliğini/inancını siyasetin dışına taşıyarak ülkede yaşayan tüm etnik/dinsel grupları kapsamı içerisine almaya çalışan bir “devlet partisi” görünümündedir. Kongre Partisi, gerek tek başına, gerekse de koalisyon hükümetleri eliyle 543 sandalyeli parlamentoda hükümet kuracak çoğunluğu sağlayarak Hindistan’da siyasal denetimi çok uzun bir süre boyunca elinde tutmayı başarmıştır.
Kongre Partisi’nin Nisan-Mayıs 2014 ayları itibarıyla düzenlenen parlamento seçimlerini kaybetmiş olmasının önemli birtakım nedenleri bulunmaktadır. Bunlardan en önemlileri ise parti içerisindeki kişisel anlaşmazlıkların ayyuka çıkmış olması, parti teşkilatlarının da bu anlaşmazlıklara eklemlenerek etkin çalışamaz hale gelmeleri ve ülkede ciddi bir yolsuzluk sarmalının oluşmuş ve hatta basına da yansımış olmasıdır. Bu faktörlerin yanı sıra, Çin ile kıyaslanan bu ülkede ekonomik gelişim hızının yeterli görülmemesi, işsizliğin ciddi rakamlara varması ve gelir adaletsizliğinin oldukça ileri bir düzeye ulaşmış olması ile dünya çapında yükselen milliyetçiliğin Hindistan’a da etki eder hale gelmesi de Kongre Partisi’nin seçimleri kaybetmesinde etkili olan faktörler olmuştur.
Seçimleri kazanan Baharatiya Janata ise Hindu milliyetçiliğine entegre olmuş sağ-muhafazakar bir parti olarak bilinmektedir. 1980 yılında kurulan parti, geçen süre içerisinde yavaş ama istikrarlı bir gelişim seyri izlemiş ve özellikle kırsal kesimden çok ciddi bir destek sağlamıştır. Artan yolsuzluk, bir türlü istenen seviyeye varmayan ekonomik büyüme ile kimliğe/dine eklemlenen söylemler ve artan toplumsal huzursuzluğu belli bir potada eriterek seçim kampanyası izlemiş olan Baharatiya Janata (BJP), 2001 yılından bu yana Gucerat Eyaleti başkanı olan Narendra Modi önderliğinde oldukça başarılı bir kampanya yürütmüş ve tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde etmiştir. Nitekim BJP seçimler sonrasında tek başına iktidar olabilmek için gerekli olan salt çoğunluğun (272) üzerinde bir sandalye sayısına ulaşmış ve 282 temsilcisini meclise göndermiştir. Ne var ki, Hindistan’ın BJP liderliğinde toplumsal bir huzursuzluk dalgasına eklemleneceğini iddia eden analizler de bulunmaktadır.
Bu analizlerin ardında yatan en önemli faktör, BJP’nin özellikle Müslümanlara yönelik tutumunun olumsuz olarak görülmesidir. Özellikle Modi’nin Gucerat Eyaleti’ndeki başbakanlığı döneminde, bu eyalet içerisinde Hindular ile Müslümanlar arasında yaşanan gerginlik esnasında Hinduların Müslümanlara yönelik saldırılarına karşı çıkmaması ve güvenlik güçlerini Müslümanları korumak için yönlendirmemiş olması, bu saldırılar esnasında binin üzerinde Müslümanın hayatını kaybetmesi sonucunda Modi’nin Müslümanlar nezdindeki itibarının zedelenmesine yol açmıştır. Hindistan’da 180 milyonun üzerinde Müslümanın yaşadığı ve bu nüfusun dağınık olarak var olduğu dikkate alındığında, Müslümanların hiç sevmediği ve dindar bir Hindu milliyetçisi olarak bilinen Narendra Modi’nin başbakanlığı, ezici bir çoğunluğa sahip olan Hinduların azınlıktaki Müslümanlara yönelik kanlı bir eylemliliğin içerisine girmesine yol açabilecek gelişmelere yol açabileceği için çok yakından ve dikkatle takip edilmek zorundadır. Modi, yönettiği eyaletin ekonomik sorunlarının önemli bir bölümünü çözmüş, işsizliği azaltmış ve sosyal refahı yükseltmiş bir lider olarak bilinse de Hindistan gibi müthiş bir etnik/dinsel çeşitliliğe sahip dev bir ülkeyi yönetip yönetemeyeceği hususundaki kafa karışıklığı sürmektedir. Nitekim BJP ve Modi’nin, laiklik ve eşit vatandaşlık konularında, Kongre Partisi’nden çok farklı düşündüğü ortadadır. Üstelik bu kez Kongre Partisi de iktidarın bir parçası değildir ve 44 sandalyelik küçük bir grupla dramatik bir siyasal çöküşü temsil eder pozisyondadır.
Hindistan’daki seçimin ardından bölgesel dengelerin de etkilenebileceği ortadadır. Nitekim Hindistan içerisinde Hindular ile Müslümanlar arasında yaşanabilecek bir gerginlik ya da Keşmir konusunda atılacak herhangi bir olumsuz adım, Hindistan-Pakistan İlişkileri’ni yeni bir savaşa dahi sürükleyebilecektir. Modi’nin yemin törenine katılan Navaz Şerif’in iyimserliği dahi Müslümanların hakları ve Keşmir söz konusu olduğu anda iki ülke ilişkilerinin bozulmasının önüne geçemeyebilir. Hindistan’ın, BJP önderliğinde, beklendiği gibi çok daha saldırgan bir dil kullanması ve bölgesel gelişmeleri bu bağlamda değerlendirmesi halinde özellikle Tibet meselesi ve sınır sorunları gibi nedenlerle Çin ile ilişkilerinin de bozulması beklenebilir. Hiç şüphesiz, böyle bir durum ABD ile Hindistan’ın yakınlaşmasına da zemin hazırlayabilecek ve ABD’nin Çin’e karşı uygulamaya çalıştığı “çevreleme stratejisini” güçlendirebilecektir. Obama Yönetimi’nin, BJP ve Modi’nin galibiyetini “demokrasinin zaferi” olarak kutlaması ve Modi’yi açıkça tebrik etmesi, ABD’nin böyle bir olasılığı gündeminde tuttuğunu kanıtlamaktadır.
Hindistan, bütün sorunlarına ve toplumsal/siyasal karmaşıklığına karşın, demokrasiyi işletmeye çalışan bir ülke olarak görülmelidir. Bu ülkede siyaset aileler, klanlar, etnik ve dinsel aidiyetler ile kast sisteminin etkisinde yürütülse de, Narendra Modi gibi alt kasttan gelen bir isim dahi başbakanlık koltuğuna oturabilmektedir. Yaşanan iktidar değişikliği, 60 yıldan fazla bir süredir ülkeyi yöneten kurucu partinin iktidarı başka bir partiye barışçı bir şekilde devretmesi anlamında önemlidir. Ancak iktidara gelen partinin etnik/dinsel aidiyetleri referans olarak alan bir siyasal çizgiyi benimsemiş olması, Hindistan’ın toplumsal barışı ve siyasal geleceği açısından belirsiz bir döneme girilmiş olduğu gerçekliğini de değiştirmemektedir.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU