Ünlü İngiliz matematikçi Lewis Carroll’un ifade etmiş olduğu gibi, sadece geriye doğru işleyen hafıza, sağlıksız bir hafızadır. Zaten sürekli geriye ve geçmişe çıpalanıp kalmak jeopolitik düşünceye aykırıyken, doğrusu ise geleceği görebilmek adına geçmişten beslenmek düşüncesidir. Yaşadığımız coğrafyada asırlardır devam eden çatışma ve mücadelelerin kökeninde neredeyse aynı tema yatıyor. Güce sahip olmak ve bunu otoritenin devamlılığı açısından istikrarlı kılabilmek.
Osmanlı’nın yıkılmasıyla batı destekli otoriter rejimler kuruldu.
Bugün Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Asya kıtasını saran “büyük satranç tahtasında” kartlar her dönem başka şekilde fakat aynı amaca dönük dağıtılıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın belki de esas çıkış amacı, Osmanlı’nın üzerinde hüküm sürdüğü bereketli enerji rezervlerinin batılı devletlerce parçalanıp paylaşılmasıydı. Bu hedefe yönelik başını İngilizlerin çektiği kuvvetler Arap coğrafyasında “özgürlük” adı altında heyecan oluşturup bunu Osmanlı Devleti’ne karşı silah olarak kullanmışlardı. Nitekim bunda başarılı oldular ve Orta Doğu’daki Osmanlı otoritesinin yerini cetvelle çizilen sınırlar içinde oluşturulan yeni otoriter rejimler almış oldu.
Hamas-İsrail savaşı kronikleşmesi barışı imkansız hale getiriyor.
İkinci Dünya Savaşı ise Avrupa’nın esas büyük yıkım yaşadığı, ABD ile Rusya’nın iki büyük güç olarak uluslararası ilişkiler sahnesine çıktığı dönem oldu. Nitekim 1948 yılında İsrail’in kurulması ve Yahudi halkının devlet sahibi olmasıyla devamlılığı bugüne kadar süre Arap-İsrail savaşlarının zemini hazırlanmış oldu. Filistin-İsrail çatışmalarının bugün Gazze’de Filistin’in bir diğer siyasi kanadı haline gelen Hamas ile Tel-Aviv arasında savaş şekline bürünmesi iki devletli çözüm yolunda anlaşmayı imkansız hale getiriyor. İsrail hükümetinin orantısız güç ve yasa dışı silahlarla masum halka uyguladığı şiddet karşısında uluslararası örgütlerin elinin kolunun bağlı olması, bu örgütlerin meşruluğunu ve yaptırım güçlerinin sorgulanmasına olanak veriyor.
Arap Baharı Büyük Orta Doğu Projesi’nin bir sonraki aşamasıdır.
Arap Baharı’nın “mevsimsiz” bir hal alması Orta Doğu halkını eski yaşamlarını özler hale getirdi. Libya’da Kaddafi’nin öldürülmesi sonrası kabileler arasında ülke gelirinin paylaşılması noktasındaki anlaşmazlık, siyasi entegrasyonun önündeki en büyük engeldir. Libya kapasitesinin çok altında petrol üretmesi ve sağlanan gelirinde belli aşiretlerce haksızca paylaşılması, Libya halkının yoksulluk ve sefalete sürüklenmesine yol açıyor. Mısır’da Mübarek sonrası seçimle işbaşına gelen Mursi’nin askeri darbe ile indirilip hapse mahkum edilmesi ve birde üzerine darbenin başı General Sisi’nin kendini meşru göstermek adına Mısır’da seçim düzenleyerek iktidara gelmesi tam anlamıyla teatral bir gösteriydi. Diğer taraftan Suriye’de Esad rejimini yıkmaya dönük başlayan mücadelenin en büyük meyvesi Irak-Şam İslam Devleti adıyla İslam devleti kurmaya çalışan yasa dışı gruplar oldu. Şimdi IŞİD Suriye sınırlarını aşarak Irak topraklarında otoritesini kurmaya çalışıyor. Bunu gören Kuzey Irak Kürt yönetimi merkezi Irak hükümetinin meşruluğunu kaybettiğini savunarak tam bağımsızlık için referanduma gideceğini açıklıyor.
ABD-İran yakınlaşması
Büyük Orta Doğu Projesi genişletilmiş haliyle Birinci Dünya Savaşı düzeninden farklı olarak ülkelerin daha da küçüleceği hatta şehir veya kabile devleti halini alacağı şekle doğru evriliyor. Çünkü bu haliyle bünyesinde “devletçikleri” barındıracak olan Orta Doğu coğrafyası, başta ABD için idare edilebilir hale gelecek. Elbette bunun karşısında duracak ve oyunu kendi lehine döndürmeye çalışacak ülkelerin başında Rusya, Çin ve İran geliyor. Özellikle Soğuk Savaş sonrası Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkeler ABD’nin yürüttüğü tek uluslu dünya liderliği yerine eşit yetkiye sahip çok taraflı dünya düzeni talep ettiler. ABD ise bu noktada araya sert çizgiler çekmekten ziyade yumuşak güç ile istediği politikayı yürütmeye çalışıyor. Örneğin, ABD İran’ı “şer ekseni” ilan ettiği, İran’ın da Washington’u “şeytan ülkesi” olarak gördüğünü düşünürsek bugün iki ülke arasında gelinen aşamanın bir tür mucize olduğunu düşünebiliriz.
Obama dönemi ile birlikte İran ile diyalog geliştirme arzusu, İran’da Ruhani’nin göreve gelmesiyle hız kazandı. Öyle ki Ruhani ülkesinin nükleer çalışmalarında şeffaflığı savunurken Obama İran’a karşı askeri seçeneğin kullanılmasının rasyonel olmayacağı görüşündeydi. ABD için esas önemli olan Tahran’ın nükleer çalışmalarını silah olarak kullanılmamasıdır. Bunun içinde ekonomik yaptırımları tercih ediyor ve bunun dışında bir seçeneğin İran’ı daha da radikalize edeceğini düşünüyor. Örneğin, diyalog kurmaya yönelik ABD, Tahran halkıyla iletişimi kuvvetlendirmek için sanal platformda Tahran Büyükelçiliği bile açtı.
Kim bilir, belki de Arap Baharı’nın tek kazananı İran’dır…
Furkan KAYA