YRD. DOÇ. DR. SAİT AKŞİT İLE MÜLAKAT: İYİ BİR ULUSLARARASI İLİŞKİLER UZMANI OLMAK

upa-admin 11 Aralık 2014 4.742 Okunma 0
YRD. DOÇ. DR. SAİT AKŞİT İLE MÜLAKAT: İYİ BİR ULUSLARARASI İLİŞKİLER UZMANI OLMAK

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarı Hacı Mehmet BOYRAZ ve Metin EROL, Gediz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Sayın Yardımcı Doçent Doktor Sait AKŞİT ile “İyi bir Uluslararası İlişkiler uzmanı olmak” üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdi…

Sayın Akşit röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Öncelikle, kendiniz, kariyeriniz ve uzman olduğunuz akademik alanlar hakkında bilgi verebilir misiniz?

Öncelikle, ben teşekkür ederim. Lisans eğitimimi 1993 yılında Galler Üniversitesi’nde İşletme alanında tamamladım. Sonrasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisansımı 1999’da, doktoramı da 2006 yılında tamamladım. Aynı dönemde ODTÜ Uluslararası İlişkiler bölümünde asistan; daha sonra ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi’nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalıştım. Aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi’nde de yarı zamanlı olarak dersler verdim. İlgi duyduğum alanlar arasında Uluslararası Siyasal İktisat, Orta ve Doğu Avrupa’da siyasi ve ekonomik dönüşüm süreçleri, Avrupa Birliği (AB) genişlemesi ve Türkiye-AB İlişkileri olmakla birlikte, Kıbrıslı olduğum için Kıbrıs Sorunu da çalışma konularım arasındadır.

Galler’de İşletme lisans eğitimi aldınız. Haliyle, Uluslararası İlişkiler bölümüne farklı bir disiplin üzerinden yüksek lisans ile başlamış oldunuz. Bu durum sizin için bir zorluk yarattı mı? Ya da farklı bir disiplinden gelmek size çalışmalarınızda yarar sağladı mı?

Elbette! Odaklandıkları konular arasında ciddi farklılıklar var, ama az da olsa kesişim kümeleri de var. Zaten ben de bu kesişim kümeleri üzerinden yola çıkarak kendime bir yol çizmeye çalıştım. Tabii, İşletme ağırlıklı olarak özel sektöre hitap etse de, ben mezuniyet sonrasında özel sektör düşünmedim.

Özel sektörü neden düşünmediniz?

Açıkçası yüksek lisansa başladıktan sonra bunu daha iyi idrak ettiğimi düşünüyorum; çünkü akademide daha serbest hareket edebileceğimi düşündüm. Yani, sabah 9-akşam 5 çalışmak yerine (tabii akademinin de kendince mesai saatleri var), daha serbest bir meslek tercihinde bulunmak istedim. Benim mezun olduğum dönemde birçok arkadaşım bankacılığı tercih ediyordu, ama bana cazip gelmedi ve böyle bir tercihte bulundum.

Uluslararası İlişkileri bir disiplin olarak nasıl tanımlayabiliriz? Ayrıca, bölüme yeni ilgi duyanlar için disiplinin tarihi yolcuğu ile ilgili olarak bilgi verebilir misiniz?

Öncelikle, Uluslararası İlişkiler diğer disiplinlerle oldukça sıkı fıkı çalışan bir bölüm. Beni de cezbeden taraflarından birisi de buydu. İşletme çıkışlı olmama rağmen, bu durum bana Uluslararası Siyasal İktisat ile birlikte bana ciddi yarar sağladı.

Bir disiplin olarak Uluslararası İlişkiler çok da eski bir geçmişe sahip değil. Barış ve savaş odaklı olarak ortaya çıkmış bir disiplin olmakla birlikte, 1970’lere kadar güvenlik boyutuyla ön planda olmuştur. Ancak 1970’lerde ABD’nin hegemonyası sorgulanmaya başlayınca ve buna bir de petrol krizi gibi unsurlar eklenince, yeni bakış açıları disipline girdi. Bu da Uluslararası İlişkiler’in diğer disiplinlerle olan iletişimini arttırdı. Zaten, Uluslararası Siyasal İktisat da bu dönemde daha geniş yer bulmaya başladı ve 1980’ler ve 1990’larda kendine güçlü bir yer edinmeye başladı.

Bugün, Uluslararası İlişkiler’in güvenlik boyutu hala önemli bir unsur olsa da, belirttiğim gibi zamanla kendi içinde farklılaştı. Örneğin, disiplin kapsamındaki araştırmacılar Uluslararası Siyasal İktisat kadar çevre konuları gibi ikincil konularla da ilgilenmeye başladılar.

Kimler Uluslararası İlişkiler uzmanı olabilir? Uluslararası İlişkiler uzmanı olmakla akademisyen olmak arasında bir fark mıdır?

İlk olarak, akademisyen konulara daha geniş bir perspektiften bakabilecek bir rahatlığa sahipken, Uluslararası İlişkiler uzmanı (özellikle kurumsal bir bağı varsa) ise daha çok güncel sorunlara odaklanmaktadır. İkinci olarak, bir uzman meseleleri açıklamaktan daha çok, çözüm üretmeye çalışır. Üçüncü olarak, uzman, politika yapım sürecine de katılıyorsa en büyük kaygısı sorunların çözümü olur, ama akademisyen bu sorunları daha genel çerçevede ve uzun vadede değerlendirir. Yani, akademisyen her zaman çözüm bulma kaygısı taşımaz.

Peki, uzmanlar böyle yaparak akademiden kopuyorlar mı?

Bunu söylemek mümkün; çünkü bazı sorunlar çok hızlı hareket etmenizi gerektirebilir ve uzun zamandır savunduğunuz bakış açısına ters de düşebilir. Bu açıdan özellikle politika yapım süreci hızlı hareket etmenizi gerektirebilir. Bu da haliyle daha pragmatik davranmanızı gerektirir.

İyi bir Uluslararası İlişkiler uzmanı nasıl olur ya da nasıl olmalıdır? Bu disiplinde eğitim gören öğrenciler kendilerini nasıl geliştirebilirler?

Mümkün olduğu kadar farklı tecrübeler elde etmeleri gerekir. Farklı disiplinler açısından Uluslararası İlişkiler’in nasıl beslendiğini anlamaları gerekir; çünkü disiplinin geçmişine baktığımız zaman Tarih, İktisat, Sosyoloji, Siyaset Bilimi ve hatta Antropoloji başta olmak üzere birçok farklı disiplinden etkilenmiş durumda olduğu görülür. Bunun yanı sıra, farklı bakış açılarını anlamalarını da gerekiyor; çünkü sonuçta baktığınız zaman Uluslararası Siyasal İktisat başta olmak üzere çalışılan konular yoruma açık konulardır. Yani, matematik gibi “1+1=2” olmuyor her zaman. Bu açıdan olayların nedenlerini ve etkilerini bilmek gerekir.

İyi bir Uluslararası İlişkiler öğrencisinin kütüphanesinde olması gereken temel kitaplar nelerdir? Sizin her daim yararlandığınız ya da sizi derinden etkileyen kitapları nelerdir?

Öncelikle, kuramsal olarak baktığımız zaman birincil kaynaklar önemli bir yer tutuyor. Daha çok kullanılan kaynaklar derleme ve teori kitapları olsa da, yüksek lisans ve özellikle doktorada derinlemesine araştırmalar yapıldığı için birincil kaynaklar çok önemli. Bunun yanı sıra, tarihi kaynaklara da başvurmaları gerekiyor. Bu tür eserler arasında Eric Hobsbawm’un “Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991” kitabı, 20. yüzyılın anlaşılmasına yönelik önemli bir kitap. Eric Hobsbawm Marksist bir yazar olmasına rağmen, bu eseri çok farklı kesimler tarafından da referans gösterilmektedir. Uluslararası Ekonomi Politik açısından Robert Cox’un kitapları ön plana çıkmaktadır. Robert Cox’un“hegemonya” gibi önemli bir kavramı ana akım teorilerden farklı yorumlaması, akademide birçok kesimi derinden etkilemiştir. Susan Strange’in “States and Market”  kitabı da benim açımdan önemli bir kitaptır.

“Uluslararası İlişkiler pratikten daha ziyade teoriğe dayalı bir alan gibi gözüküyor” dersek bize katılır mısınız? Uluslararası İlişkiler’in teorik yanı pratikte de vuku buluyor mu?

Aslında Uluslararası İlişkiler’de teori ve pratik bir aradadır. Sonuçta kuramsal kısmı bilinçli olmayarak da kullanabiliriz. Mesela, Orta Doğu’yu anlamaya çalışırken, belirli kavramları kullanarak belli bir çerçeveden hareket ediyoruz. Bu da politikanızı etkileyebiliyor. Ama Türkiye’de kuramsal çerçeve biraz ikinci plana itiliyor. Özellikle, kısa ya da dergi analizlerine baktığımız zaman, kuramsal çerçeveye atıfları fazla göremiyoruz. Böyle bir sıkıntı var. Ancak, kuramsal çerçevenin olay/konu değerlendirmesinde her zaman olması da gerekli görülmüyor. Genel algımız bu yönde.

Ülkelerin dış politikalarının mütemadiyen reel ve çıkar odaklı olduğu varsayımından hareket edersek, bu durumun Uluslararası İlişkiler sahasında da geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu alanda da genellikle realist ve çıkarcı politikalar mı hegemondur?

Realizm ve Liberalizm, uygulama açısından baktığımızda en iyi/rahatlıkla uygulanabilir kuramlar olarak gözüküyor. Bu iki kuram, politika yapım aşamasında da kendilerine yer bulmuş. Bunlar dışında kalan kuramlar uygulama aşamasında pek de fazla kullanılmamıştır. Aslında, Robert Cox’dan hareketle ikili bir resim çizebiliriz. Realizm ve Liberalizm sorun çözücü teoriler. Bu açıdan statükonun devamından yanadırlar. Bu bağlamda realizm devlet odaklı olduğu için, uygulama alanında kendine daha fazla yer bulabiliyor. Tabii ekonomiyi ikinci plana atması da, politika yapıcılar için uygulama sürecini kolaylaştırıyor. Cox’dan hareketle, ikinci bakış açısı eleştirel kuramlar ve bunların amacı da haliyle “eleştirmek”. Anlamayı ve yorumlamayı ön plana çıkartıyorlar. Dolayısıyla, politika yapım sürecinde kendilerine yer bulmaları da zorlaşıyor.

Türkiye’de Siyaset Bilimi alanında adım atılan akademik çalışmaların birçoğu Uluslararası İlişkiler disiplinine sıçrayarak son buluyor. Sizce bunun sebebi nedir?

Öncelikle dünyada hala birçok yere Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi’nin alt dalı olarak görülüyor. ABD’de, kıta ve ada Avrupası’ndaki birçok üniversiteye baktığımızda, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi’nin altında çalışılır. Bu açıdan, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler birbirlerini dışlayan alanlar değiller; aksine sürekli alışveriş halindeler. Ayrıca, Siyaset Bilimi devletlerin içyapılarını incelerken, artık uluslararası aktörleri de göz önüne almak durumunda kalıyor. Ama Siyaset Bilimi’nin hala güçlü olduğu yanlar var. Türkiye’de de bunu görmek mümkün. Mesela, asker-sivil ilişkileri Siyaset Bilimi’nin önemli bir konusu olmasına rağmen, AB süreciyle bağlayınca Uluslararası İlişkiler alanına da girmiş oluyorsunuz.

Türkiye’nin Uluslararası İlişkiler disiplinindeki konumunu nasıl buluyorsunuz? Üniversitelerde ve araştırma merkezlerinde akademisyen ve asistan açığı olduğunu düşünüyor musunuz?

Aslında baktığımızda Türkiye iyi bir ilerleme aşamasında. Özellikle değişim programlarının sağladığı avantajlarla, Türkiye’nin artık uluslararası ortamla daha fazla etkileşim halinde olduğunu görüyoruz. Belirli üniversiteler kendilerini iyi konumlara oturtmuş durumdalar. Ama tabii, hala gelişmeye çok açık bir alan. Birçok üniversitede sınırlı kadrolarla yürütülüyor. Merkez illerde kadro şişkinliği varken, küçük illerdeki kamu ve devlet üniversitelerinde kadro açıkları var. Bu açıdan “açık var” diyebiliriz. Ayrıca, yeni jenerasyonların akademiye katılması farklı fikirlerin katılması demektir. Bu da dinamiklik getirir.

Uluslararası İlişkiler alanından devam edelim. Biraz önce Uluslararası İlişkiler alanı üzerine yapılacak okumalarda gösterdiğiniz kaynakların birçoğu İngilizce kaynaklardı. Türkçe bir kaynak belirtmediniz. Bunun ana sebebi nedir? Türkiye’de Uluslararası İlişkiler alanında Türkçe akademik çalışmalar yok mu? Yoksa Uluslararası İlişkiler’in Avrupa merkezli olması mı bunda etkili? Buradaki durum tam olarak nedir?

Şimdi tabii Türkçe kaynak bulmak sıkıntılı bir süreç çoğu zaman, ancak bunun gittikçe aşılmaya başladığını söylemek mümkün. Buradaki önemli noktalardan biri; endeksli yayın teşviki nedeniyle insanların İngilizce yazmaya yönelmesidir. Daha iyi dergilerde yayın yapmaya yönelmeleri… Önemli noktalardan bir tanesi bu. Dolayısıyla bu durum, aslında kendi diliniz olan Türkçe’de üretimin daha sınırlı olmasını da beraberinde getiriyor. Önemli Türkçe kaynaklar var elbette. Birkaç tanesini söyleyebiliriz. ODTÜ Uluslararası İlişkiler grubunun “Devlet, Sistem, Kimlik” kitabı önemli bir teorik aktarımdır Türkçe literatüre. Siyasi tarih bakımından Fahir Armaoğlu’nun kitapları önemlidir. Baskın Oran ve Faruk Sönmezoğlu’nun çok önemli dış politika kitapları vardır. Özellikle Baskın Oran’ın 3 ciltlik “Türk Dış Politikası” kitabında, Türk Dış Politikası’nın önemli bir uluslararası ortam anlatımıyla sunulduğunu görürüz. Artı bir değerdir bu. Uluslararası Hukuk alanında Hüseyin Pazarcı’nın çalışmaları çok kıymetlidir. Tamamen Türkçe kaynak olmadığını söylemek mümkün değil. Ancak ana konular dışına çıkınca, detaylı kaynağa ve makale düzeyinde kaynağa ulaşmak sorun olabiliyor. Fakat durum son 2-3 senede Türkiye’de Uluslararası İlişkiler alanında artan çalışmalarla gelişme gösteriyor. Yeni kitaplar yayınlanıyor ve farklı disiplin konularına/alanlarına ilişkin kitapların oluşturulduğunu söylemek mümkün.

gee

Hacı Mehmet Boyraz – Yrd. Doç. Dr. Sait Akşit – Metin Erol

Başa dönecek olursak, röportajın başında Kıbrıslı olduğunuzu söylediniz. Bunu sizden her duyan muhakkak şu klasik soruyu soruyordur: “Kıbrıs meselesi, Türkiye ve Avrupa Birliği İlişkileri, 2004 yılında yaşananlar, Annan Planı, Kıbrıs’ın artık bir Avrupa Birliği meselesi olarak Türkiye’nin karşısına çıkması, 8 faslın dondurulması vs.”… Yaşananlar hakkında nasıl bir yorum yaparsınız?

Kıbrıs meselesi çok sıkıntılı bir süreç.  Bunu söylemek mümkün. Kıbrıs çözüm sürecine tarihsel olarak baktığımızda sürekli bir umut pompalanması ve başarısız olunması durumu söz konusu. Bunların en önemli dönüm noktası olan Annan Planı üzerinden bir çözüm, Avrupa Birliği genişleme süreci tamamlanmadan Annan Planı ile meseleye çözüm bulunup, sorunun tamamlanması umuduydu. Fakat bu aşamada da başarısız olundu. Durumun bu noktaya gelmesinde Avrupa Birliği kadar Türkiye’nin de kendi hataları var. Zaman zaman engel olamadığınız şeyler oluyor. 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’nın oluşturulması sürecinde bir şekilde Kıbrıs’ın üyeliğe adaylık sürecinin ortaya çıkması ve Türkiye’nin buna engel olamaması… Yunanistan’ın Avrupa Birliği içerisinde Kıbrıs konusunun,  Kıbrıs üyeliğinin Doğu Avrupa üyeliğiyle birlikte bir pazarlık konusu yapılması, önemli sorunlardı. Türkiye’nin son dönemde büyük yanlışlar yaptığını düşünmüyorum Kıbrıs konusunda. Çok da adım atacağı bir konum yoktu zaten. Sizin adım atabilmeniz için, karşınızdakinin de uzlaşıya yakın olması gerekiyor. Türkiye aslında 2004 sürecine giden yolda benimsediği uzlaşmacı tutumu takınmaya devam ediyor. Ancak, uluslararası konjonktür pek müsait değil bu meselenin çözülmesi için. Birlik kendi sorunlarıyla meşgul. Türkiye, Avrupa Birliği’nin taraf olduğunu bu sebeple müzakereci konumda bulunmasını pek istemiyor. Fakat Avrupa Birliği’nin de taraf olmaması mümkün değil. Çünkü Kıbrıs üyesi.

Amerika Birleşik Devletleri’nin son 1,5 yılda ortaya koyduğu girişimler ve doğalgazın bulunması bir nebze olsun resmi değiştiriyor gibi… Bu durum, “Kıbrıs ile olan ilişkilerimizde yeni bir noktaya mı geliniyor” sorusunu gündeme getirdi. Fakat burada uluslararası hukuk anlaşmazlıklarının ortaya çıktığı görünüyor. Türkiye’nin kapalı deniz savunması ancak Kıbrıs’ın İsrail, Lübnan ve Mısır’ın kendi ekonomik münhasır bölgesi olarak Akdeniz’i tanımlaması son 1-2 ay içinde Yunanistan, İsrail, Kıbrıs ve Mısır’ın Türkiye’ye karşı tavır alıyor görüntüsü, Türkiye’nin çok da engel olamadığı bir sürece doğru gidiyor. Tabii ki sürecin tıkanmasında önemli bir sebep bu durum.

ABD’nin girişim yapmaya başladığı dönemde yani son 1 ila 1,5 senede, kaygısının sorunu çözmekten ziyade ortak bir zemin bularak doğalgazın Türkiye üzerinden aktarılmasına odaklanacağını düşünmüştüm ben. Fakat son siyasi gelişmelerle bunun da olup olamayacağı muallak hale geldi. Her iki taraf açısından da, özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti açısından doğalgaz gelirlerinin paylaşımı, ancak bir çözüm süreci sonrasında kabul edilebilecek bir nokta olarak ön plana çıkıyor. Böyle bir sarmal içerisinde mesele şu anda.

Şunu da söylemek gerek; Türkiye’nin çevresindeki bütün uyuşmazlık alanlarına baktığımızda, ki Avrupa Birliği’nin öncelikli ilgi duyduğu uyuşmazlık alanları bu bölge içinde, Kıbrıs Sorunu en az gergin olan uyuşmazlık olarak önümüze çıkıyor. Mevcut statüko kimseyi rahatsız etmiyor gibi duruyor. Bir şekilde sistem çalışıyor. Çözüm süreci sürekli erteleniyor bu sebeple. Bunu da söylemek mümkün. Benim jenerasyonum açısından, yaşamış olduğumuz bir umuda kapılma ve hayal kırıklığına uğrama süreci, bizi Kıbrıs Sorunu hakkında biraz daha temkinli yaklaşmaya götürüyor.

Aynı minvalde devam edelim,  uluslararası ekonomi politikaları çalışıyor olmanızın bize sağladığı avantaj ile şu soruyu sormak istiyorum: Türkiye, Gümrük Birliği antlaşmasını imzalamış bir ülke. Ama şu son dönemde ABD ile AB arasında yapılmış bir ticaret anlaşması var ve AB, Türkiye’yi bu antlaşmaya dahil etmek istemiyor. Türkiye için, “Sen buna dahil olamazsın, kendin ayrıca ABD ile bir anlaşma yapacaksın” tarzı bir tutum sergiliyor. Burada da aslında Kıbrıs Sorunu gibi farklı bir mesele ortaya çıkıyor. Türkiye’nin başına bunlar neden geliyor?

Belki de siyasetçilerimizin tezcanlı olmasıyla alakalıdır. Şöyle bir sorun var. Türkiye Gümrük Birliği Antlaşması’nı yaptığı dönemde, AB’nin üçüncü taraflarla imzalayacağı Serbest Ticaret Antlaşma yükümlülüklerini de kabul etme eğilimine girdi. Bu Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri.

Bu arada ABD ile AB arasında müzakereler devam ediyor. Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı konusundaki müzakereler henüz sonuçlanmış değil. Bu konudaki en büyük sorun; bizim ABD ile olan ticari ilişkilerimiz ve ABD’nin AB’nin gümrük muafiyetleri çerçevesinde Türkiye pazarına erişimiyle alakalı bir unsur. Bu noktada aslında ilgili Bakanlıklar ciddi itirazlarını sunuyorlar baktığımızda. Durumun gözden geçirilmesi gerektiği, yahut Türkiye’nin müzakerelere bir Serbest Ticaret Antlaşması’yla eklemlenmesi gerektiği konusunda bilhassa. İlginç bir adım olarak değerlendirilecek süreç ise, AB’nin Dünya Bankası’na hazırlatmış olduğu, Türkiye-Avrupa Birliği Gümrük Birliği Süreci ile ilgili rapor. Dünya Bankası tarafından Mart 2014’te yayınlandı. Buradaki tespitler ilginç ve önemli. Raporda Gümrük Birliği sürecinin güncellenmesi gerektiği vurgulanıyor ve baktığımızda Türkiye’nin 3. ülkelerle yapılan Serbest Ticaret Antlaşmalarının kabulü, vize sıkıntıları dahil farklı konuları da gündeme getiriyor. Tabii burada net olmayan süreç, Türkiye’nin AB ile bu sorunları çözmede nasıl adımlar atacağı. AB’nin 2014 Türkiye İlerleme Raporu’nda da bunu görmek pek mümkün değil. Sadece ikili görüşmeler çerçevesinde değerlendirmeye çalışıldığı ifade ediliyor. Nasıl aşılacağı konusunda net bir mesaj ve ipucu görmek mümkün değil. Rakamlar ciddi boyutlarda Türkiye’nin olumsuz etkileneceğini ifade ediyor.

AB’nin yapısıyla ilgili bir sual sormak istiyorum. Serbest Ticaret Bölgesi, Gümrük Birliği, Ortak Pazar, Parasal Birlik ve Tam Ekonomik Birlik… Son entegrasyon aşaması olarak Tam Ekonomik Birliği görüyoruz. AB yapısına bakıldığında Parasal Birlik olduğu görülüyor. Ancak yaşanan bazı gelişmeler, bu yapıyı olumsuz etkiledi. Bilhassa 2008’de yaşanan malum krizde, Yunanistan ve birkaç AB ülkesinin krizden ciddi olarak etkilenmesinin sebebini, birçok kimse ortak maliye politikalarının olmamasıyla bağdaştırdılar. Bunun aksine Birleşik Krallık, Danimarka ve İsveç’in, yani parasal birlikte olmayan ülkelerin, krizden etkilenmemesinin de sebebinin bununla alakalı olduğunu söyleyen bir cenah vardı. Yani aslında şöyle bir durum ortaya çıkıyor; AB, bulunduğu Parasal Birlik durumundan Ortak Pazar’a doğru mu tavizler verecek, yoksa Tam Ekonomik Birlik olma yoluna doğru mu ilerleyecek?

AB, hibrid bir rejim olarak çalışmayı seviyor. AB geri adım atmak yerine, hibrid yapı üzerinden eklemlenerek devam etmeye çalışıyor. AB’de, geri adım atmanın ters bir psikolojik etki yaratarak, çöküşe doğru olumsuz bir yönelim ortaya çıkarabileceği endişesi de mevcut.

2008 krizi perspektifinden bakacak olursak; krizin en önemli nedenlerinden biri, iç politik ekonomik yapıdaki sıkıntılar kadar, AB’nin hızlı ve ortak bir tedbir alamamasından kaynaklanıyor. Çünkü parasal birliğin getirdiği süreç, ülkelerin krizleri aşmada kullanabileceği mekanizmaları sınırlandırıyor. Para basımı, devalüasyon ve diğer para politikası mekanizmalarından, ekonomik politik kararlardan mahrum kalıyorsunuz. AB yapısı sizi kısıtlıyor. Tabii oradaki sistem içerisinde Avrupa Merkez Bankası’nın çok özerk bir yapısı var. Ulusal merkez bankalarıyla sistemi koordine etmeye çalışıyor bir taraftan, ama ortak maliye politikası yok. Üye ülkelerin de aslında ortak maliye politikaları oluşturmak gibi bir dertleri yok. Bu, ciddi bir uyum süreci gerektiriyor. Tabii ki egemenlik hakları konusu da ciddi bir sorun. Ulusal çıkarlar konusunda tıkanıp kalıyor devletler. Bunu istemeyecek ciddi ağırlığı olan ülkelerde mevcut Birleşik Krallık gibi. Birleşik Krallık’ın temel amaçlarından biri zaten AB’yi mümkün olduğu kadar hükümetlerarası bir yapıda tutmaya çalışmak. Ortak bir maliye politikası geliştirmenin yakın dönemde pek mümkün olmadığını söyleyebiliriz, çünkü 2004 sonrası genişlemede AB parçası olması beklenen Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de Euro’ya girişlerini de ertelemeye çalışıyorlar krizden etkilenmemek adına. Çünkü maliye politikalarındaki serbestliği, krizleri aşmada bir yöntem olarak görüyorlar. Polonya, İsveç gibi ülkeler taktiksel hamlelerle bu girişi önlüyorlar. Çünkü Maastricht’teki ortaya çıkan uyum kriterlerini gerçekleştiremediğiniz zaman, otomatik olarak sistemin bir parçası olmayı ertelemiş oluyorsunuz. İsveç parasal birliğin bir parçası olabilir, ama sürekli olarak iç politikalarını Maastricht kriterlerini gerçekleştirmeyerek ve kendi iç politikalarına zarar vermeyecek şekilde yöntemler uygulayarak parasal birliğin dışında kalıyor. O yüzden manevra kabiliyeti var orada. Ülkeler de bunu kullanıyorlar.

Son olarak şunu sormak istiyorum; 1970’li yılların sonunda Yunanistan ile Türkiye’ye yapılan AB teklifini eğer ki Türkiye kabul etmiş olsaydı, sizce bugün neler olurdu? Eğer ki “evet” demiş olsaydık, 1981’de Yunanistan gibi AB’ye alınır mıydık?

Tabii tahmin yapmak zor, ancak şunu söylemek mümkün; o yıllarda Türkiye’deki siyasi bakış açısı sol ve sağda AB ile entegrasyona olumsuz bakan bir bakış açısıydı. 1970’li yıllar Türkiye siyasetinde çok içe dönük bir yapıdır. Dış politikada ise Kıbrıs Sorunu sonrası yaşanan sıkıntıların mevcut olduğu bir durum var. Ambargolar ve ikili ilişkilerdeki olumsuz yapı, Türkiye’yi 3. dünya boyutuna, yani daha çok Bağlantısızlarla ilişki kurma çalışma çerçevesine ve Orta Doğu’ya yönelik politika geliştirme çabasına yönlendiriyor. Hem sağda, hem de solda Batı karşıtı bir yaklaşım var. Böyle bir ortamda Türkiye’nin AB’ye yönelmesinin pek mümkün olacağını düşünmüyorum. Bizim buradaki en büyük farkımız, İspanya, Yunanistan ve Portekiz’de otoriter rejimlerden demokratik rejimlere dönüşüm sonrasında AB’ye ciddi bir yönelim oluşurken, farklı ulusal aktörler arasında bir uzlaşmanın mevcut olmasıdır. Sağ ve sol ile, işveren ve işçi çevreleri arasında uzlaşma vardı AB konusunda. Türkiye’de ise tam tersi durum vardı. Sağ ve sol partiler kadar, işveren çevreleri de ekonomik kalkınma adına AB ile yakınlaşmayı sorunlu görüyorlardı. Dolayısıyla biz toplumsal uzlaşıyı sağlayamadık o yıllarda AB konusunda. Zaten siyasi bir kutuplaşma da mevcuttu. Böylesi bir toplumsal ve siyasi ortamda, uzlaşma yakalamak da çok mümkün değildi diye düşünüyorum. Demirel bir siyasi manevra unsuru olarak Avrupa Birliği üyeliğini 1980 yılında dile getiriyor üye olmak için, ancak çok geç kalınıyor. Zaten Türkiye, söylem dışında uygulamaya yönelik bir adım da atmıyor.

Hocam, çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Hacı Mehmet BOYRAZ & Metin EROL

Gediz Üniversitesi, İzmir, 04.12.2014

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.