İletişim Yayınları tarafından 2004 yılında birinci baskısı yapılan ve Alper Birdal, Nahide Özkan ve Derya Göçer tarafından Türkçe’ye çevrilen ve üç bölümden meydana gelen bu kitabında Misagh Parsa, kalkınmakta olan ülkelerdeki otoriter-totaliter rejimler, dengesiz ekonomik büyüme ve ekonomik kriz dolayısıyla bunların yol açtığı devrimci toplumsal dönüşümün, ayrıca siyasal altüst oluşun kodlarını deşifre ederken, devrimci sürecin öznelerine, onların katılım biçimlerine, ittifaklara, çatışmalara, uluslararası politikanın gücüne odaklanarak tüm bunları İran, Nikaragua ve Filipinler özelinde karşılaştırmalı bir analiz olarak sunuyor.
İran’da siyasi hareketlenme ve çatışmalar; 1977’de hükümetin dış baskılar nedeniyle ülkedeki otoriter rejimin güvenlik unsurlarını sınırlı oranda azaltmasıyla başladı. Farklı toplumsal grup ve sınıflar harekete geçtiler ve farklı zamanlarda kolektif eylemler başlatarak farklı taleplerde bulundular. Süreç kendini göstermeye başladıkça, muhalefet camiler aracılığıyla hareketlenmek zorunda kaldı, çünkü hükümet baskısı diğer tüm seferberlik seçeneklerini ortadan kaldırmıştı. İran’da cami, hükümet iktidarına karşı olan dokunulmazlığını elinde tuttu. Devrimci mücadeleler sırasında insanların güvenli bir şekilde toplanabildikleri, şikâyetlerini ifade edebildikleri ve harekete geçebildikleri yegâne mekân haline geldi.
İran’da olduğu gibi, Somozalar da Nikaragua’da nüfusun geniş kesimlerini yönetimden dışlayan merkezi bir devlet kurdu. Nikaragua’da ılımlı muhalefet her ne kadar etkisiz hale geldiyse de, İran’daki kadar sert bir baskıyla karşılaşmadı. Nüfusun öğrencileri, işçileri ve Katolik Kilisesi’ndeki unsurları kapsayan kesimleri, 1972’de başkent Managua’da gerçekleşen depremin ardından harekete geçti. Yükselen hareketlilik ortamında Chamorro’nun (yönetimin en büyük muhalifi) Ocak 1978’de suikaste uğraması, çatışmaların yoğunluğunu ve şiddetini arttırdı. İran’da olduğu gibi farklı toplumsal grup ve sınıflardan oluşan geniş bir koalisyon 1979’da devleti devirdi. Oluşan bu koalisyona, Ulusal Kurtuluş için Sandinista Cephesi (FSLN) liderlik etti ve hükümet değişim için tüm diğer seçenekleri yok ettiğinden, silahlı mücadeleye başvurmak zorunda kalındı.
Yazara göre; Filipinler’de ise siyasi hareketlenme, Devlet Başkanı Ferdinand Marcos’un muhaliflerinden biri olan Benigno Aquino’nun suikaste uğraması nedeniyle devletin kırılganlaştığı ve saldırı hedefi haline geldiği Ağustos 1983’e kadar ortaya çıkmadı. Fakat iki yıldan fazla bir süre boyunca muhalefet Marcos’u iktidardan indiremedi. Çünkü yaygın muhalefete ve hareketlenmeye karşın, geniş bir muhalefet koalisyonu bu ülkede kurulamamıştı. Başkan Marcos, ılımlıları 1984’teki ulusal parlamento seçimlerinde yer almaya cesaretlendirerek, bölünmüş olan muhalif kanattaki çatlakları derinleştirmeyi başardı. Sonunda, bir Başkanlık seçiminin ardından yenişememe durumu ortaya çıktı. Bu durum, Silahlı Kuvvetler içerisinde hizipleşmeye neden oldu ve bu süreç seçkinler tarafından yönlendirilen bir muhalefetin yükselişiyle sonuçlandı. Böylece, diğer iki ülkenin aksine Filipinler’deki çatışmanın sonucu toplumsal değil, siyasal bir devrim oldu. Ayrıca Filipinliler seçimlerin “silahların, kiralık kabadayıların ve altının” egemenliği altında gerçekleştiğinden şikayet etmekteydiler. Normalde bir oy, 5 ile 10 pezo arasında bir fiyata elde edilebilmekteydi. Tahminen, seçmenlerin dörtte biri oyunu satmaktaydı ve bu da Filipinler’deki seçim kampanyalarını dünyanın en pahalıları arasına sokmaktaydı.
Öte yandan ayrıcalıklı toplumsal grup ve sınıflar, radikal devrimci ideolojilere daha az duyarlıydılar. Her üç ülkede de üst düzey din adamları, ılımlı siyasal eylemlerden ve sonuçlardan yanaydılar. Benzer şekilde kapitalistler de mücadelelere tüm toplumsal yapıyı değil, siyasal sistemi değiştirmek üzere katılıyordu. Kapitalistlerin temel talepleri; iktidar sahiplerini değiştirmek ve kendilerinin devlette yer bulabilecekleri bir biçimde siyasal kurumlaşmayı genişletmekten ibaretti. Her yerde kayırmacılığa, hükümet düzenlemelerine, piyasaya ve sermaye birikim süreçlerine yönelik devlet müdahalesine karşıydılar. Bu grup, kendi çıkarlarının yanı sıra, dezavantajlı gruplar ve sınıflar lehine bazı radikal olmayan reformlardan yanaydılar. Somoza’nın iktidardan düşüşünden kısa bir süre önce FSLN’yi desteklediklerini açıklayan Nikaragualı kapitalistler örneğinde olduğu gibi, kapitalistler radikal değişikliklerden yana olan ideolojik saiklerle hareket eden isyancıları desteklediklerinde, bunu alternatif seçeneklerinin bulunmamasından dolayı yapıyorlardı.
Benzer şekilde çarşı esnafının Humeyni’ye sunduğu destek de, ideolojik nedenlerden çok, siyasal nedenlerden kaynaklanıyordu. Parsa’ya göre, aslında çok küçük bir kısım dışında çarşı esnafının çoğunluğu Humeyni’nin monarşiye karşı başkaldırı sırasında İran halkına yönelik beyanlarında hiçbir zaman ilan etmediği İslam teokrasisi görüşünü kesinlikle bilmiyorlardı. Tüm bu nedenlerden dolayı kapitalistler (üç ülkede de), yazar tarafından “gönülsüz isyancılar” olarak nitelendirilmektedir.
Söz konusu üç ülkede de devrimci ideolojilerin ve isyancıların halkın belirli kesimleri, özellikle de öğrenciler arasında popüler olduğu kesin olmakla birlikte, toplumsal devrim çözümlemelerinde, onların ideolojisinin devrimdeki rolü abartılmamalıdır. Bu isyancılar; ya yönetimin baskısından dolayı ya da yaygın bir siyasal destek bulmayı ve koalisyon kurmayı amaçladıkları için her zaman ideolojilerini tüm boyutlarıyla topluma sunmazlar ya da sunamazlar.
Öğrencilerin bazı kesimleri İran’da İslam sosyalizmini desteklemiş de olsa, devrimci çatışmalar esnasında İranlıların büyük çoğunluğunun talep ve sloganlarının İslam teokrasisine yöneldiğini ortaya koymamaktadır. Yazar, bunu İranlıların büyük çoğunluğunun devrimci çatışmaların başlamasından yalnızca iki yıl önce, 1975’te Humeyni’yi destekleyen din okulu öğrencilerinin isyanına karşı çıkmalarına dayandırmaktadır.
Bu üç devletin de aşırı merkezileşmesi ve muhalifleri yönetimden dışlayarak, onların legal yollardan yönetim çarkına dahil olmasını engellemesi, devrim sürecine giden yolda en önemli yapı taşını oluşturdu. Devletlerin ordu zoruna dayanması, hükümetlerin kısa vadede iktidarı ellerinde tutmalarını mümkün kılabilir, ama böylesi bir bel bağlama uzun vadede yetersiz de kalabilir. Önceden itibaren var olan bölünmeler, kriz zamanlarında orduyu hizipleşmeye ve taraf değiştirmeye açık hale getirebilir. Örneğin, zorunlu askerliğe dayalı ordular çoğunlukla buna açıktırlar, çünkü sivil halkla düzenli temaslarını koruyabilirler. Nitekim, Ulusal Muhafız Birliği’nin Nikaragua halkından yalıtılmış olması ve bu birliğin sonuna kadar isyancılara karşı savaşması, Somoza hanedanı için yararlı olmuştur.
Sonuç olarak, Şubat 1979 ile Şubat 1986 arasında İran, Nikaragua ve Filipinler’de, uzun süre varlığını sürdüren üç yönetim, halk hareketlenmesi ve kolektif eylem tarafından yıkıldı. İran’da devrim 2500 yıllık bir monarşiye son verdi; Pehlevi hanedanını çözdü ve bir İslami teokrasi kurdu. Nikaragua’da devrim 1930’ların başlarından itibaren ülkeye egemen olan Somoza hanedanını yerinden etti ve sosyalist Sandinistaların iktidarı ele geçirmelerini sağladı. Filipinler’de ise halk hareketlenmesi ülkeyi, seçilmiş olduğu iki dönemden daha fazla yani yirmi yıl boyunca yönetmiş olan Ferdinand Marcos’un kovulmasıyla sonuçlandı. Bu rejimlerin her biri; siyasi açıdan, muhalefeti ve hoşnutsuzluğu kontrol etmekte ya da bastırmakta yıllarca başarılı olan otoriter mekanizmaları ve zor aygıtını kullanarak hüküm sürmüştür. Yine bu üç ülkenin toplumsal yapıları, geniş bir ideolojik uzlaşma üzerine kurulmamıştır. Bu üç ülkenin hiçbirinde tek bir ideoloji bütün muhalefete egemen değildi. İran örneğinde bile İslam ideolojisi ve kültürü, kolektif eylemin zamanlamasında büyük farklılıklar olmasından ve çeşitli toplumsal grup ve sınıfların istemlerinin eklemlenmesinden ötürü, eşgüdümlü bir kolektif eylem üretememiştir. Ayrıca İranlılar arasındaki şehitlik kültürüne vurgu yapan iddiaların aksine, Nikaragua’daki 1979 devriminde daha büyük sayıda ve oranda insanın öldüğünü belirtmek de önemlidir.
İsa USLU
Satın almak için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=82628