Komşumuz Yunanistan’da 25 Ocak 2015’te yapılan genel seçimlerde, Radikal Sol İttifak – Syriza’nın başarısı tahmin ediliyordu ancak bu kadar puan farkı sağlayacağı, hatta hükümeti hemen kurma aşamasına geleceği öngörülemiyordu. Syriza ve genç lideri Aleksis Çipras (Alexis Tsipras) beklenmedik bir seçim zaferi yakalarken, konu sadece Yunanistan’ın sınırları içinde değil, aynı zamanda AB, hatta küresel kapitalizm açısından önemli kaygıları dile getirdi.
AB’yi “Soğuk Savaş” sonrası büyülü yapan şey, hem yaşlı kıtada savaş olasılığının azalması, ancak ondan da önce, gelişmiş Batı Avrupa’daki sınai-ekonomik gücün tüm bir birlik içine dağılacağı ile ilgili beklentilerdi. Bu bağlamda, iki kutuplu dünyada ABD ve SSCB’nin blokları içinde bölünen Avrupa, nihayet, “tek siyasal birlik”, “tek gümrük”, “ortak para birimi”, “ortak dış politika”, “ortak savunma” parantezlerinde ABD’nin siyasal evrimini tekrar edecekti. Şöyle ki; ülkelerin egemenliklerini koruduğu konfederal yapıdan, uzun vadede federasyona dönüşecek bir süreç yaşanacaktı. Çift kutuplu dünyada, ABD’nin içinde yer almamasına rağmen ekonomik ve siyasal desteğiyle, Batı’nın ekonomik ittifakı olarak gündeme gelen Avrupa Kömür Çelik Birliği (1951), Roma Antlaşması’yla (1957) Avrupa Toplulukları’na ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET), Soğuk Savaş sonrasında ise Avrupa Topluluğu (AT) ve en son adıyla Avrupa Birliği’ne (AB) dönüştü. Kopenhag ve Maastricht kentleriyle anılan siyasal ve ekonomik kriterler, nihayet bir Avrupa gücünün oluşmasıyla ilgili umutları ortaya koyuyordu.
Aslında tam da bu noktada “umut”, Yunanistan’da temsil edilen ve kısa zamanda yayılacağı hissedilen değişimin tılsımının adı olarak duruyor. 1980’lerin başında, o zamanki adıyla AET’ye İspanya ve Portekiz’le birlikte kabul edilen Yunanistan, neredeyse 35 yıldır bu üyeliğin ekonomik ve sosyal karşılığını göremedi. En azından, ülkede yaşayan yurttaşlar ve emeğiyle geçinenler, zaman içinde gelirlerinde hissedilir azalmalar gördüler. 2000’lerde Euro’ya geçişle birlikte “hayat pahalılığı” ve “işsizlik”, bir bakıma gündelik yaşamın rutinleri arasına girdi. Zamanla, AB içinde ekonomik ve siyasal gücüyle başat duruma geçen Almanya, “kemer sıkma politikaları”, “finansal disiplin” gibi kavramların simgesi olarak Yunan vatandaşının yaşamını işgal etmeye başladı. Üstelik Yunanistan’dan şikayetler çoğaldıkça, çok da çirkin bir üslupla “tembellik” suçlaması, çoğu zaman aşağılayarak ortaya konuldu.
Yunanistan, kamu harcamalarının çok maaşların fahiş olduğu, istihdam fazlasının yaşandığı, verili zeminde gerçekleşen ekonomik krizin, ancak “sıkı finansal politikalar” ile aşılabileceği reçeteler zincirine muhatap oldu. Ülkemizdeki siyasal dönüşümün, 2001 ekonomik krizinde mayalandığını anımsarsak, 2002’deki siyasal değişim, dışlanan yoksul kesimlerin desteğiyle AKP’nin “sandıktaki devrimi” ile bütünleşmişti. Ancak AKP, neo-liberal reçetelere karşı çıkmadığı gibi, Derviş politikalarının sadık bir uygulayıcısı oldu, küresel likidite bolluğu, Körfez sermayesini Türkiye’ye çekme, inşaat sektörünün öncülüğünde, katma değer yaratmayan, bununla birlikte kısmı istihdam sağlayan, yan sektörleri büyüten, finansal ekonomiyle barışık bir siyasa uyguladı. IMF reçeteleri realize edildikten sonra da, “IMF karşıtı” popülist söylem dile getirilmeye devam etti.
Yunanistan’da ise, neo-liberalizmle barışık değil, tam tersi neo-liberalizme savaş açan bir siyasal iktidar oluşuyor. AKP’nin “muhafazakar-İslamcı-popülist-neo liberal” çizgisinin tam tersi, sosyalist bir siyaset, iklime egemen oluyor. AKP’nin doğuşu, Batı’nın Ortadoğu’ya sunduğu bir “ılımlı reçete” idi. Halbuki Syriza, AB’ye meydan okuyan ve IMF reçetelerine sırtını dönen bir “meydan okuma”yı içeriyor. İstihdam ağırlıklı, varlıklı kesimleri vergilendiren bir ekonomik dönüşümü ifade ediyor. Çalışan kesimlerin refahını gözeten, işsizliğe karşı seferberlik içine giren vaatleri var.
Peki Syriza başarılı olur mu? Yanıt vermek için çok erken. O zaman şu soruyu soralım. Almanya’da çalışan işçinin saat başı ücretiyle, Yunanistan’da çalışan işçinin ücreti, eşitliği bir tarafa bıraktım, en azından denk mi? Sorunun yanıtı aşikar olmakla birlikte, AB’nin “yaşlı kıtada” uzun vadede hedeflediği federasyonu, ekonomik-siyasal denklik üzerine kurması gerekmez miydi? Artık “çok vitesli” Avrupa daha çok dillendirilirken, 2004 genişlemesinden anımsanacağı gibi, “Polonyalı muslukçu” benzetmeleri hala hatırlarda. Doğu ve Güney Avrupa’yı aşağılayarak, kendi nüfuzlarını bu coğrafyaya dayatan ama “pasta”yı paylaşmayan Fransa-Almanya ekseni, siyasal ütopyalardan vazgeçme eğilimi içine girer mi? İşlevselci ekonomik birlik yanlısı Britanya, bu fotoğrafın neresinde durur? 2014 Eylül’ündeki İskoçya referandumunda da “AB’nin geleceği” oylanıyor, “uluslar Avrupası” mı, “bölgeler Avrupası” mı sorusu, bir kez daha zihinlere geliyordu. Eylül’de AB açısından İskoçya’nın Britanya’da kalmasıyla, “uçurumun kenarından” dönüldüyse de, Kasım 2014’teki Katalonya referandumu gayrıresmi olmasaydı, İspanya’nın “birliği” ve AB’nin “B”si, domino teorisine dönüşecek bir dağılmanın başlangıcı mı olacaktı? Bu minvalde, “ayrılıkçı bölgesel talepler”, “güçlenen radikal sol”, “yükselen faşizm”; her bir farklı başlık, “AB’nin geleceği” sorularını arttırıyor.
Yunanistan seçimlerindeki başarısıyla Syriza, son yıllarda küresel ekonomik krizin daha da çok tahrip ettiği AB’yi deyim yerindeyse deşifre ediyor. Öte yandan ABD-AB arasındaki “Transatlantik ekonomik ittifakı” çalışmaları, “ekonomik NATO” olmaya aday ve küresel kapitalizmin, bu arada AB’nin de “can simidi” olacak bir çıkış yolu mu? Sorular bitmez ama, bir yandan da AB ülkeleri içinde Yunanistan’daki Altın Şafak, Fransa’daki Le Pen, Almanya’da Pegida derken, neo faşizmin yükselişini de göz ardı etmemek gerek. Fukuyama’nın müjdelediği (!) “Tarihin Sonu”, bu sefer komşumuzdan başlayan “yeni bir başlangıç”, “yeni bir tarih yazmaya” aday mı? Başka dünya isteyenler, Şili’de Allende’nin başarmaya çalıştığını yineleyecekler mi, yoksa benzer akıbetler mi olacak? Syriza’yı gönülden kutlarken, bu soruları bir yere not etmek, zafer sarhoşluğu içinde, 1977 Haziran’ında Türkiye’de yaşadığımız coşku ve hüsranı unutmamak gerekiyor…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ