İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’den müteşekkil bir siyasal birlik olan ve Kraliçe II. Elizabeth’in kişiliğinde cisimleşen Birleşik Krallık’ın 56. parlamento üyelerini belirleyebilmek amacıyla, 7 Mayıs 2015 günü sandığa gidildi. Demokrasinin beşiği olarak bilinen bu ülkede yapılan seçimin sonuçları, birçok açıdan ilginç sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Seçimlerden Başbakan David Cameron’un liderliğini yaptığı Muhafazakâr Parti, oyların % 37’sini alarak ve 650 sandalyeli Avam Kamarası’nda 331 sandalye elde ederek birinci çıkmıştır. Önceki seçimlere oranla milletvekili sayısını 28 arttıran ve İngiltere’deki “dar bölge seçim sistemi” nedeniyle % 37’lik oyla parlamentonun % 51’ini kontrolü altına alan Muhafazakâr Parti, böylece tek başına iktidar için gereken salt çoğunluğun (326) 5 üzerinde milletvekili elde ederek, yeni hükümeti kurmaya hak kazanmıştır. Daha önceki seçimlerde elde ettiği 303 milletvekilliği nedeniyle Liberal Demokrat Parti ile koalisyon yapmak zorunda kalmış olan Muhafazakâr Parti, bu kez tek başına iktidar olarak seçimleri yakından takip eden tüm analistleri şaşırtmıştır. Nitekim anketler ve yorumlarda öne çıkan husus; iktidar yorgunluğu, yabancı düşmanlığının artışı, ekonomideki durgunluk/sosyal yardım programlarının azaltılmış olması ve özellikle AB üyeliğine ilişkin olarak adada oluşan olumlu/olumsuz farkındalığın, Muhafazakâr Parti ve ortağı Liberal Demokratları ciddi anlamda yıpratmasıydı. Fakat çok farklı bir görünüm ortaya çıkmış ve Britanya halkı, Muhafazakâr Parti’ye ciddi anlamda destek olmuştur.
Koalisyonun küçük ortağı ve Nick Clegg’in liderlik yaptığı Liberal Demokrat Parti ise, tam 48 sandalye kaybederek, ancak 8 milletvekilliği kazanabilmiş ve oy oranı % 7,9’a kadar gerilemiştir. Nitekim bu olumsuz sonucun ardından, parti lideri Nick Clegg derhal istifa etmiş ve sorumluluğu almasını bilmiştir. Açıkça söylemek gerekirse, geçtiğimiz döneme ilişkin olarak Birleşik Krallık yurttaşları, iktidarın büyük ortağını değil, küçük ortağını cezalandırmıştır. Bunun en önemli nedeni; partinin, son dönemde halkın eleştirel bir bakış açısıyla yaklaştığı AB üyeliğini hararetle savunuyor olması ve geçtiğimiz dönem vaat ettiği ekonomik reformların neredeyse hiçbirini iktidarda olmasına rağmen gerçekleştirememiş olmasıdır. Liberal Demokratların kaybettiği oy potansiyeli ise, genel itibarıyla Muhafazakâr Parti’ye kaymıştır.
Ed Miliband’ın liderliğindeki İşçi Partisi, seçim öncesi anketlerde Muhafazakâr Parti ile kafa kafaya bir görünüm sergiliyor olmasına karşın, seçimlerde ciddi bir başarısızlığa uğramıştır. Nitekim Ed Miliband da, bu başarısızlığın hemen ardından istifa etmiştir. % 30,4’lük oy oranı ile ancak 232 milletvekilliği kazanabilen ve geçtiğimiz döneme kıyasla 24 milletvekilliği kaybeden İşçi Partisi’nin bu başarısızlığında, Miliband’ın bir lider olarak oldukça düşük bir profil sergilemesi, 2010 öncesinde (AB’yi sarsan büyük ekonomik kriz esnasında) İşçi Partisi’nin iktidarda olması ve bu dönemin olumsuz etkilerinin bu partinin üzerine yıkılması ve SNP’nin yükselişi sonrasında, geleneksel olarak İşçi Partisi’ne giden İskoçya oylarının SNP’ye gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Yani İskoçya’da yükselen ulusçu söylemler/eylemlilik, İşçi Partisi’nin bu bölgeden ancak 3 milletvekilliği kazanabilmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, ana muhalefet rolünü sürdürecek olan İşçi Partisi’nin, yeniden bir iktidar alternatifi olabilmek adına ciddi bir iç sorgulama ve reform sürecine girişmesi gerekecek gibi görünmektedir.
Seçimlerin belki de en önemli kazananı ise İskoçya Ulusal Partisi (SNP) olmuştur. İskoç ulusçuluğunun temsilcisi olarak bilinen parti, geçtiğimiz yaz düzenlenen ve % 45’lik bir “evet” oyuna karşı, % 55’lik bir “hayır” oyu ile kaybedilen İskoçya’nın bağımsızlığına ilişkin referandumda da “evet” kampını temsil eden en önemli kurumsal yapı konumundaydı. Nicola Sturgeon tarafından liderlik edilen parti, seçimlerde % 4,7’lik bir oy oranına ulaşabilmiş olmasına karşın, yalnızca İskoçya’da seçimlere katıldığı ve bu bölgede de oyların çok büyük bir bölümünü alarak, parlamento bazında bölgeye ayrılan 59 milletvekilliğinden 56’sını kazandığı için, büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Partinin daha önce sadece 6 milletvekilliğine sahip olduğu da göz önünde bulundurulduğunda, değişimin ne denli dramatik olduğu görülebilir. Bu durum; İskoç ulusçuluğunun yükselişini göstermekle birlikte, İşçi Partisi’nin İskoçya’daki geleneksel tabanının ortadan kalktığını ve bu bölgede insanların “kimlik” odaklı olarak oy vermeye başladıklarını da kanıtlamaktadır. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde SNP’nin önderliğinde İskoçya’nın bağımsızlığı için yeni bir halk oylaması yapılması talebi gelmesi de muhtemeldir. İskoçya’nın bağımsızlık yönünde atacağı adım ise, zaten sorunlu olan Kuzey İrlanda ve hatta Galler için bile Birleşik Krallık’tan kopabilme yönünde bir emsal oluşturabilir.
Yabancı düşmanlığı, AB karşıtlığı ve İngiliz ulusçuluğuna eklemlenmiş ve Nigel Farage tarafından önderlik edilen UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) ise, geçtiğimiz AB Parlamentosu ve yerel seçimlerde gösterdiği başarıyı, bu genel seçimlerde tam olarak gösterememiştir. % 12,6’lık bir oy oranına ulaşmasına karşın, İngiltere’de Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi’nin adaylarını geçmeyi başaramayan, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan ise hiç destek alamayan UKIP, yalnızca 1 milletvekilliği kazanmış ve partinin Genel Başkanı Farage dahi meclise girememiştir. Bu bağlamda, Farage önce istifa etmiş, ancak daha sonra parti ileri gelenlerinin talebi doğrultusunda geri dönmüştür. Lakin genel tabloya bakıldığında, UKIP’in oy oranı artmış ve ciddi bir rakama ulaşmıştır. 4 milyona yakın İngiliz’in bu partiye oy verdiği görülmektedir. Hiç şüphesiz, bu durum ülkedeki AB ve yabancı karşıtlığının ne denli büyük bir tepkiye yol açtığını da göstermektedir. UKIP’in parlamentoda neredeyse hiç olmayacak olmasının nedeni ise, yine “dar bölge seçim sistemi” olmaktadır.
Kuzey İrlanda’nın temsilcisi olarak bilinen ve IRA ile organik bağlara sahip İrlanda ulusçusu Sinn Fein, seçimlerde 4 milletvekilliği kazanmış olmasına karşın, parlamentoyu “boykot” ettiği için, bu temsilciler Avam Kamarası’nda yer almayacaktır. Yeşiller ise, ancak 1 milletvekilliği kazanabilmiştir. Bu bağlamda, Birleşik Krallık’ta Yeşiller Hareketi’nin yeterince kabullenildiği söylenemez. Siyasetin geleneksel kalıplar içerisine sıkıştığı bir ülkede, Yeşiller tarzı hareketlerin fazlaca etkili olması beklenmemelidir.
Birleşik Krallık seçimlerinin ortaya koyduğu en önemli hususlar; İskoç ulusçuluğunun yükselişi, seçim öncesi yapılan anketlerin güvenilirliğinin çok büyük oranda zarar görmesi (zira bu anketlerde Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi neredeyse eşit oy oranlarında görünüyordu), katılım oranının % 66’da kalmış olması nedeniyle halkın önemli bir bölümünün (özellikle de İşçi Partisi’ne oy vermesi beklenen kesim) sandığa gitmemesi ve sandığı bir çare olarak görmekten vazgeçmiş olduğunun ortaya çıkması ve tabii ki, istikrarı siyasal çoğulculuğa oranla daha ön planda tutan “dar bölge seçim sistemine” yöneltilen eleştirilerin artması olmuştur. Nitekim bu seçim sistemi nedeniyle, UKIP % 12,6 oyla 1 milletvekili çıkarırken, yalnızca İskoçya’da seçime giren bir bölge (kimlik) partisi olan SNP ise % 4,7’lik oy oranı ile 56 milletvekilliği elde etmiştir. Mevcut sistemin, Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi’nden müteşekkil geleneksel “iki partili” yapıyı güçlendiriyor, meşrulaştırıyor ve hatta dayatıyor olması, Birleşik Krallık vatandaşlarında ciddi bir tepkinin doğmasına da yol açmaktadır. Ne var ki, bu sistemden yarar sağlayan her iki parti de, seçim sistemini değiştirmeme yanlısı bir tutum içerisindedir.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU