Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 8 yıl sonra ilk kez Gaz İhracatçısı Ülkeler Forumu (GECF) 3. Liderler Toplantısı’na katılmak üzere 23 Kasım 2015 tarihinde Tahran’da bulunarak ilk önce resmi ziyaretlerde bulundu. Putin, zirve öncesinde İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney ile bir araya geldi. Rusya Devlet Başkanı, Hamaneyi’e sandıkta el yazması bir Kuran-ı Kerim hediye etti. Böylece, Hamaney Rusya’daki en eski Kuran’ı Kerim’e sahip oldu. Bu mesele yorumcular açısından gözden kaçmadı ve Putin’in İran hakkındaki tutumu hakkında pozitif yorumlara yol açtı.
Bu toplantının yapılmasından önce, zaten dünya medyası ve politika çevreleri aylardan beri özellikle Suriye konusunda İran ve Rusya’nın aynı paralelde politika izlemelerinden dolayı, bu iki ülke ilişkileri üzerinde beyin fırtınası yaşamaktalardı. Bir taraftan ABD’nin Suriye karşısındaki tutumu, öte yandan son Viyana 3 müzakerelerinde ABD’nin sanki İran-Rusya talepleri ve planları üzere yumuşama göstermesi, bir kez daha siyasi yorumcuların konu üzerine odaklanmalarını sağlamıştır.
Bu arada, Kremlin tarafında yayımlanan bildirgeye göre; Putin, İran seferinde ekonomi ve enerji başlıklı konuları ele almasıyla birlikte, Suriye konusu ve iki ülke arasındaki askeri işbirliğini de ciddiyetle ele alacağını duyurarak, Tahran’ın Rusya için çok önemli olduğunu açıklamıştır. İşte bunların hepsi bir arada dikkate alındığında, Moskova-Tahran ilişkilerinin çok önemli olduğunu ve değerlendirmeyi icap ettiğini göstermektedir.
Rusya, her zaman İran’ı stratejik bir ortak olarak görmektedir. Dolayısıyla, Kremlin için her alanda işbirliğin önem arz etiğini söylemek daha mantıklı olabilecektir. Fakat unutulmamalıdır ki, Putin, geçmiş yıllar içerisinde sadece bir kez İran’a ziyarette bulunmuştur. Seyyed Mohammad Hatemi Cumhurbaşkanlığı döneminde Buşehr Nükleer Santralı kurma anlaşmasını gerçekleştirmek için İran’a sefer eden Putin, aynen o zamanki gibi bir yaklaşım sergilemiş ve İran-Rusya ilişkilerinin olumlu seyrini her durum ve fırsatta ifade etmeye çalışmıştır. Politika analistlerine göre; Putin, Çin ve İran hakkında çok dikkatli kelimeler kullanarak, her iki ülkeyi de stratejik ortak olarak nitelemektedir.
Ancak Hatemi döneminden sonra ve özellikle Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanlığı zamanında, nükleer santral üzerindeki işlerin dünya ambargolarından dolayı askıya alınması ve bazen yavaş yürütülmesi, Rusya-İran ilişkilerini bir nebze olsun olumsuz etkilemiştir. Hatta S-300 füzeleri konusunda anlaşma olmasına rağmen, Rusya, vaatlerine uymamış ve bugüne dek füzeleri vermekten çekinmiştir. Fakat geçen haftalarda füzelerin verilmesi ve hatta önümüzdeki haftalarda Tahran’a teslim edilmesi, iki ülkeyi yine sıcak ilişkilerin ortamına itmektedir.
İran’la ilişkilerini sürdürmeyi ve pekiştirmeyi planlayan Rusya, P5+1 ile İran arasındaki nükleer anlaşmanın gerçekleşmesi ve ardından ambargoların kalkmasıyla birlikte İran’ın batı dünyasına meyil göstermesi, sanki Kremlin’in hoşuna gitmemiştir. Belki de bundan dolayı, Tahran’ı kendi yanında tutmak amacıyla karşılıklı işbirliğine önem vermekte ve bazen İran’ın dış siyasetteki taleplerine pozitif bakmaktadır. Buna örnek olarak Suriye konusu üzerinde, özellikle Beşar Esad hakkında med-cezirli politika uygulaması da bunun bir işretleri olabilir.
Rusya’nın 2000 Yılından İtibaren Putin’li Dış Politikası
İran-Rusya ilişkilerini iyice kavramak için, aslında Rusya’nın dış politikasını, özellikle de 2000 yılından itibaren Putin’in iktidara gelmesiyle birlikte değerlendirmek daha mantıklı olabilecektir.
Geçen haftalardan beri, Beşar Esad muhaliflerine karşı savaşı sert bir tutum ve yaklaşımla sürdüren Rusya, hava ve roket saldırılarıyla gerekli desteği Suriye devletine vermektedir. Sovyetler Birliği hakimiyetinden sonra ilk defa yoğun çaplı bir yurtdışı savaşını gerçekleştirmiş olan Rusya, eski dönemlerdeki gücünü ispatlamanın peşindedir. Rusya, geçmiş zamanda Kuzey Kore, Macaristan, Çek ve Slovakya Cumhuriyeti ve Afganistan’a büyük savaşlar açmış ve yurtdışında bu savaşları tecrübe etmiştir. Ayrıca, Kırım adasındaki olaylarını ve Ukrayna hadiselerini de bunlarda katmış olursak, Rusya’nın her zaman diplomatik alanda atak olduğunu söylemek kesinlikle mümkündür.
Rusya’nın kendisine karşı olan Batı dünyasının, özellikle de ABD’nin itirazlarını önemsemediğinin bir işareti de, AB ve ABD ambargolarına aldırmamasıdır. Rusya, bütün bunlara karşı gelerek hem Kırım adasını kendine bağlamış, hem de Ukrayna’da gücünü göstermeye devam etmektedir. Ayrıca, birçok ülkede de vekalet savaşı yürüterek, inandığı ve planladığı politikayı izlemektedir. Tüm bunlara bakıldığında, belki de şu soru aklımıza takılabilir; Acaba Batı ülkeleri, Rusya’nın böylesi bir diplomasisini tahmin edebiliyorlar mıydı?
Putin, zaten iktidara gelir gelmez kendisinden önce Boris Yeltsin’den ne kadar farklı olduğunu ve düşündüğünü dünyaya göstermiştir. Özellikle Medvedev ile aralarındaki dönemsel koltuk değişikliği, bunun apaydın bir örneği sayılmaktadır.
Vladimir Putin, kendisini Büyük Petro, Charles De Gaulle ve Konrad Adenauer gibi büyük bir güç oluşturmakla görevli sanmakta ve ülkesinin kaybettiği gücü yeniden kazanmasını planlamaktadır. Bütün yaklaşımları, atak karar vermeleri ve aynı zamanda istihbaratçı yönüyle değerlendirmeleri, onu siyaset alanında karizmatik ve doğru karar verecek kişi konumuna getirmiştir. Gerçi bazı muhalifler, onun Gürcistan ve Ukrayna’nın bölünmesindeki siyasetlerini eleştiriyor ve onun yaklaşımını insan haklarına karşı olduğunu savunuyorlar. Ama Rus halkı, geneli itibariyle, Putin heybetini seviyor ve onu destekliyor.
Vladimir Putin, Başbakanlık döneminde Rusya devletinin merkezi hegemonyasını Çeçen İslamcı grularına karşı gelerek gerçekleştirmiş, dolayısıyla gerek halk, gerekse de devlet yapısında kendi gücünü ispatlamıştır. Boris Yeltsin döneminde değişik bölgelerde ayaklanmaların gitgide artmasıyla birlikte, Tataristan önemli imtiyazlar alarak bağımsızlığını ilan etmiş, Çeçenistan ise aynı yola devam ediyordu. Bu yaklaşım, ister istemez merkezi hükumetin gücünü zayıflatmakta ve Rusya hegemonyasını da azaltıyordu. Ama Putin’ın Çeçenistan’a karşı tutumu, hem ülke bütünlüğü korudu, hem de Rus hegemonyasını sağlamış oldu.
Vladimir Putin, Cumhurbaşkanlığına geldiğinde ise eski Dış İşleri Bakanı Yevgeni Primakov’un doğu politikasını devam ettirmek istedi. Dolayısıyla, Çin ile yakınlaşma ve ilişkilerin güçlendirilmesi, bu amaç doğrultusunda gerçekleşmiş oldu. İşte bu politika çerçevesinde, Rusya’nın İran’a bakışı da değişmiş olarak siyasi, ekonomi, askeri ve kültürel ilişkilerin güçlendirilmesi etrafında kurgulandı.
Putin iktidarı, başarılı bir diplomasi uygulamasıyla Rusya’yı ayağa kaldırmış ve Rus halkının ezilmişlik duygularına tepki olarak aynı zamanda moral kaynağı da olmuştur. İşte bundan dolayı, Putin iktidarında Rus milliyetçiliği duygularının artması da doğal sayılmaktadır. Bağımsızlık isyanlarını bastırmasıyla birlikte, “güçlü Rusya” imajını da gerek bölgede, gerekse de dünya çapında yansıtabilmiştir. Aynı zamanda Rusya halkının ekonomi taleplerini de karşılayabilen Putin, gitgide konumunu ve değerini artırmaktaydı. Lakin ara sıra bazı tepki ve protestoları da siyasal hayatında tecrübe etmekten yoksun kalmamıştır. Bu protestolar, onun siyasi gelişimine daha da katkı bırakmıştır.
İşte günümüz şartlarında, Putin’in kesin bir kararla Suriye’de Rus askeri gücünü göstermesi de bundan kaynaklanmaktadır. Suriye’de başarılı olması, sadece Putin için değil, Rusya devletinin dünya gücü ve dengelerinin yeniden ayarlanmasında da büyük bir önem arz etmektedir. Putin, bu yaklaşımıyla hem AB, hem de ABD’ye karşı güç sergilemektedir; aynı zamanda terörizm, IŞİD ve buna benzer radikal gruplara meydan okumaktadır. Bu sayede Rusya, sıradan bir devlet olmayacağını tüm dünyaya duyurmaktadır. Özellikle Paris terör olayından sonra azimli yaklaşımı, Rusya’nın gerek iç, gerekse dış dünyada önemsendiğini bir kez daha ortaya koymuştur. İşte Putin’in de tam istediği budur! Yani kendi başarı ve karizmatikliğini, aynı zamanda Rus devletinin dünya siyasetindeki denge sağlayıcı gücünün ispatlanması için kullanmak…
Rusya’nın dış politikada başarılarını takiben, Arap dünyasındaki konumu, ayrıca Doğu Akdeniz’deki gücü ve stratejik çıkarlarını tam güçle koruması, günümüz şartlarında sol-sağ cephesindeki ülkeleri bir arada tutmasını sağlamaktadır. Bir yandan Kıbrıs, Mısır, Yunanistan ve İsrail ile enerji siyasetini yürütmekte olup, öte yandan Suriye, Irak, Iran, Lübnan gibi ülkelerle yakından jeopolitik çıkarlar doğrultusunda gerek askeri, gerekse ekonomi -enerji alanında- büyük adımlar atmaktadır. İran-Rusya-Irak-Lübnan ve Suriye arasındaki İran’ın Güney Pars (Asaluye) parselindeki doğalgaz ve petrolün Doğu Akdeniz’e aktarması ve bu doğrultuda adı geçen ülkeler arasındaki işbirliği protokolünün imzalanması, aslında Rusya’nın yeni güç dengeleyici ülkelerle birlikte küresel ve bölgesel politikalarda söyleyecek söz sahibi olmasını sağlamaktadır. ABD ve Batı dünyası da bunun farkındadır artık. Dolayısıyla, Antalya G-20 toplantısındaki ABD-Rusya yakınlaşması, NATO’nun Türkiye-Rusya arasındaki savaş uçağının düşürülmesindeki temkinli davranması, işte bunların açık göstergesi sayılmalıdır. Ukrayna Savaşı’nda hala konumunu koruyan ve aynı zamanda İran ile birlikte Viyana 3 müzakerelerinde ana hatları belirleyen Rusya, Arap ülkeleri, özellikle de Suudi Arabistan yetkilileri gözünde özenilerek yakınlaşmalara zemin hazırlanmaktadır.
Rusya, İran için uzun vadeli ve stratejik bir ortaktır.
İran, Rusya ve Suriye arasındaki çok yönlü işbirliğini, gerçekten de Orta Doğu siyasetini değiştirebilecek bir olay olarak nitelemek gerekir. Bu işbirliğini hissedecek olan komşu ülkeler, olumsuz rekabetlerin doğabileceğinden şüphelenerek, bazen yanlış politikalara düşmektedirler. Aslında Putin, Tahran seferini gerçekleştirerek, bu gibi ülkelere bir mesaj vermek istedi. Yani, GECF toplantısının hemen G-20 toplantısından sonra gerçekleşmesi, hem Türkiye, hem de bölgedeki Arap ülkelerine gelecek Rusya vizyonunu ve ayrıca stratejik işbirliklerinin herşeyden ağır bastığını ispatlamış oldu. Toplantının Tahran’da yapılması, başka bir ayrıcalık niteliğindedir. Tahran ise, bu toplantı ile, nükleer anlaşmadan sonra İran-Rusya ekonomik gücünün doğurabileceği getirilerini açıklamıştır.
Bir yandan İran ambargoların kalkmasıyla birlikte AB ile yakınlaşmayı tercih etmekte, diğer yandan da Rusya ile her alanda özellikle askeri konularda işbirliğini sürdürmektedir. İran, bu yaklaşımı ile kaybettiği yılları telafi etmek düşüncesiyle birlikte, Orta Doğu’daki stratejik ve jeopolitik konumunu ve en önemlisi İpek Yolu (doğu- batı) ve Trans-Kafkasya (kuzey-güney) koordinatları üzerindeki önemli konumunu kullanmak istiyor. Dolayısıyla, Rusya artık 1990’lı yılları değil, günümüz şartlarında bu imkanlardan faydalanmayı öngörmektedir. İşte bu açıdan meseleyi değerlendirdiğimizde, İran-Rusya stratejik ortaklığı konusu açıklık getirebilmektedir.
Acaba, Rusya-İran işbirliği ve ortaklığı ne zamana dek devam edebilir?
Bir taraftan Suudi Arabistan ile yakınlaşmayı tercih eden Moskova, diğer yandan ise İran’ı bırakmak istemiyor. Aynı zamanda Türkiye ile birçok ticari-ekonomi-siyasi yönden ortak menfaatleri gütmektedir. Bunlara baktığımızda, İran-Arabistan-Türkiye arasındaki rekabetlerin varlığında, Rusya hangisini tercih eder diye soru sorduğumuzda; şu anda kesin bir cevap vermek pek mümkün değildir. Zira, gelecek günler, aylar ve hatta yıllar bu soruyu yanıtlayabilir. Çünkü siyaset alanındaki değişimler, genellikle beklenmedik parametrelere maruz kalarak yeni bir aşamaya girebiliyor. Belki İran Rusya işbirliği daha da güçlenir veyahut tercihler gereği bambaşka bir boyuta girer. Fakat bugün itibariyle yaşanan durum karşısında İran-Rusya işbirliği ve stratejik ortaklığı kaçınılmaz bir gerçektir.
Bijan Zanganeh, İran Enerji Bakanı, GECF toplantısının açılış konuşmasında, “Rusya uzun vadeli ve stratejik ortak olarak İran için çok önemli bir yere sahiptir. Bugün karşılıklı protokollerin imzalanması bu gerçeği bir kez daha göstermektedir.” diye vurgu yapmıştır. İşte buna bakıldığında; İran yetkilileri açısından Rusya seçeneği kısa hatta orta vadede değişebilecek bir konu değildir. Gerçi bazı uzmanlara göre; İran, şu an itibariyle Rusya’yı taktiksel olarak tercih etmektedir ama İran-Rusya arasındaki anlaşmaların sürelerine ve detaylarına bakıldığında, bu yorum pek de inandırıcı gelmemektedir.
İran, gerek Batı, gerekse Doğu ülkelerinin olanaklarını kendi çizdiği politik rotasında takip etmekte ve bu da normal bir yaklaşım sayılmaktadır. Bir taraftan Hameney, ABD ile yakınlaşmayı “tehlikeli yumuşak nüfuz” taktiği saymakta ve böylesi bir yakınlık ve dostluğu tercih etmemekte, öte yandan İran üst düzey politikacıları “ABD geçmiş yıllarda İran’a karşı haksızca yaklaşımından özür dilerse, diplomatik ilişkiler başlayabilir!” diye mesaj vermektedirler. İşte bu, İran siyasetinde devletçilik geleneği ve pek güçlü politika varlığının göstergesidir. Aynı konu Rusya için de geçerli olabilir, bunu unutmamak lazım!
Prof. Dr. Ghadir GOLKARIAN
Yakın Doğu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Uzmanı