BATI’DAKİ RADİKALLEŞME EĞİLİMLERİNİN DÜNYA DÜZENİNE ETKİSİ

upa-admin 04 Şubat 2016 2.318 Okunma 2
BATI’DAKİ RADİKALLEŞME EĞİLİMLERİNİN DÜNYA DÜZENİNE ETKİSİ

Tarihsel olarak, insanlık, çeşitli güç merkezlerinin farklı değerler sistemi ve buna uygun olarak üretilen farklı ideolojileri üzerinde kurulan bir dünya düzenine sahip olmuştur. Farklılıklar üzerinde şekillenen dünya düzeni, bu farklı değerlerin uzlaşmasına bağlı olarak zaman zaman keskin kutuplaşmalara ve büyük çelişkilere yol açmıştır. Tarihe baktığımızda, daha çok Doğu-Batı çatışmasına rastlıyoruz. Doğru, bunda klasik tarihin daha çok Batılı kaynaklara istinaden yazılmasının da büyük rolü var. Öyle ki, bizim öğrendiğimiz tarih, şayet Çin kaynakları esasında yazılsaydı, daha farklı çatışmaların tarihine tanık olurduk. Örneğin, Çin açısından yaklaşıldığında, Eski Çin-Türk veya Çin-Hint medeniyetlerarası ilişkileri daha önemli bir rol oynamıştır.

Doğu-Batı ilişkilerini ise 2 önemli aşamaya ayırabiliriz: İslam öncesi dönem ve Müslüman Doğu’nun kurulmasından sonraki dönem. Her iki aşama için de, bu iki kutup arasında siyasi sistemden tutun aile mevzuatına kadar değerlerde bir uyumsuzluk görülüyor. Yani Doğu-Batı değerler sistemindeki farklılıklar, ilişkilerin niteliğini de belirlemiştir. Henüz Helenistik dönemdeki Eski Yunan-İran çatışması, sonraki aşamada Helen kültürünün Doğu’da yayılması veya Roma İmparatorluğu’nun Doğu’ya barbar kültürel düzey olarak bakış açısı, farklı kutupların uzlaşmaz tutumunu yansıtıyordu.

İslam’ın ortaya çıkışından sonra ise, Doğu-Batı ilişkilerinde yeni bir aşama ve kırılma anı yaşandı. Bilindiği gibi, İslam bir din olarak oluşuncaya kadar, Hıristiyanlık Ortadoğu’da epey yaygındı. Bütün semavi dinlerin vatanı olan Orta Doğu, İslam’a kadar daha çok Hıristiyanlıkla putperestliğin ve ateşperestliğin mücadele meydanı idi. Bu coğrafyada, Hıristiyanlık, Bizans İmparatorluğu’nun şahsında hakim din ve aynı zamanda hakim ideoloji olmuştur. Not etmeliyiz ki, İslam bu bölgede tam yayıldıktan sonra da, Hıristiyanlık, önceki seviyede olmasa da, belli ölçüde nüfuz alanını korumuştur. Hatta Arap dünyasında bile, Hıristiyan Araplar Lübnan’da siyasi iktidarın bir parçası olduğu gibi, Filistin, Suriye ve diğer ülkelerde de dini azınlık olarak mevcudiyetlerini bugün de koruyorlar.

Öte yandan, eski dönemlerden başlayarak, yerli Hıristiyan gruplarının dışında Avrupalıların Doğu’da kompakt yaşayan kolonileri de mevcut olmuştur. Bu süreç, Makedonyalı İskender’in Doğu ülkelerine doğru yürüyüşü ile büyük iz bırakmış, Haçlı Seferleri sırasında ise dini-siyasi bir etken olmuştur. Makedonyalı İskender’in sefer ettiği ülkelere aktardığı Avrupalılar ve askeri koloniler, sonradan Helenizm’in Doğu’daki esas taşıyıcıları oldular. Haçlı Seferleri sırasında Ortadoğu’ya göç eden Avrupalılar, uzun yüzyıllar boyunca bu bölgede Avrupa devletlerinin ve Hıristiyanlığın tabanı rolünü oynamışlardır. 11.-13. yüzyıllarda devam eden Haçlı Seferleri, büyük felaketlere ve büyük insan kaybına neden olsa da, Müslüman Şark’ta Hıristiyanlığa karşı çözümsüzlüğe neden olmadı. Hıristiyanlık, bölgede askeri gücünü kaybetse bile, yerli Hıristiyan topluluğu ve Avrupa ticaret kolonileri sonraki yüzyıllarda da bu coğrafyada mevcudiyetlerini sürdürdüler.

O dönemin tarihine baktığımızda, Doğu’da ve Batı’da hoşgörüye çok farklı yaklaşımların olması kendini gösteriyor. Karşılaştırma için belirtebiliriz ki, Orta Çağ’da Avrupalıların kompakt yaşadıkları ticaret kolonilerine Müslüman Doğu’nun birçok bölgelerinde rastlanıyor, Hıristiyanlar Müslüman toplumunda özel bir yer tutuyor ve hatta Müslüman devletlerinde birçok görevler Hıristiyan ve Yahudiler için öngörülüyordu. Bu, daha çok mali ve diplomatik alanları kapsıyordu. Fakat “İhtiyar Kıta”da, bu dönemde Müslümanlara karşı benzer bir tavır hakkında konuşmak bile mümkün değildi. Orta Çağ’da Avrupa’nın herhangi bir yerinde Müslümanların bu tür hoşgörülü yaklaşıma, aynı zamanda Müslümanların yaşadığı ayrı bir mahalleye bile rastlamak mümkün değildi. Aynı dönemde Avrupa’ya yönelen çok az sayıdaki Müslüman bilim adamlarının, gezginlerin, diplomatların ise Hıristiyanlığı kabul etmesini (veya ettirilmesini) görüyoruz. Avrupa’da Müslümanların dinlerine sadık kalarak kompakt yaşaması, ancak 20. yüzyılda başlamıştır.

Aslında bu, Batı medeniyetinin sadece İslam dünyasına değil, diğer medeniyetlere karşı ilişkisinde de kendini gösteriyor. Öyle ki, Batı-Çin uygarlıklararası ilişkilerinde de aynı durum gözlenir. Orta Çağ’da Çin’de ve genel olarak Uzak Doğu’da Portekiz, Hollandalı, İngiliz ve diğer Avrupalılar “şehir içerisinde şehir olan” kendileri için ayrıca mahalleler oluşturmuşlardı. Not etmeliyiz ki, Çinlilerin gezegenin birçok yerinde kendi dünyalarını yarattıkları “Chinatown”lar ise, Avrupa’da ancak 20. yüzyılın bir ürünüdür. Böylece, Hıristiyan dünyası, diğer tüm uygarlık taşıyıcılarına karşı yüzyıllarca hoşgörüsüzlük sergilemiştir.

Batı Uygarlığı – Hıristiyan Kulübü

Hıristiyanlık, genel olarak Batı uygarlığının çekirdeğini oluşturarak diğer kültür mensupları ile ilişkilerinde mihenk taşı rolünü oynamıştır. İşte bu dini değerler, Batı dünyası için ilk olarak birleştirici bir faktör ve aynı zamanda farklı uygarlıklar için de bir bariyer olmuştur. Öyle ki, Roma İmparatorluğu döneminde Katolik Kilisesi’nin kapsama alanı Avrupa’nın ve hatta İmparatorluğun sınırlarını aşsa da, farklı kültürlerin buluşmasına neden olamadı. Batı tarihinde “Karanlık Çağlar” olarak adlandırılan dönemde ise, Vatikan, çeşitli Avrupa halklarının beraber yaşamasını sağlamak için kendi kudretini kaybetmiş İmparatorlukların da görevlerini yerine getiriyordu. Fakat bu asırların neden karanlık olarak adlandırıldığına dikkat edince, yine başkalarına karşı hoşgörüsüzlük kendini gösteriyor.

Öyle ki, aslında bu yüzyıllar iddia olunduğu gibi karanlık değildi, sadece Rönesans gelişmesi Batı’da değil, Müslüman Doğu’da teşekkül bulmuştur. Belki de, o dönemde Amerika kıtasında yerli halkların kültüründe de Rönesans dönemi olmuştur. Sadece, tüm bunlar Avrupa’da oluşmadığı için Batı uygarlığı 14.-15.yüzyıla kadar olan bu dönemi “cehalet dönemi” olarak adlandırıyordu. Oysa sadece İslam dünyasında aynı dönemde bilime kazandırılan keşifleri, buluşları, yenilikleri sıraladıkça, insanlığın gelişiminde ne kadar büyük yol geçildiği net görünüyor. Sadece Batı algılayamıyor ki, Bağdat’ta, Şam’da, Tebriz’de şehir nüfusları milyonlarca olduğunda ve mükemmel şehir altyapıları oluştuğunda, Londra, Paris ve diğer Avrupa ülkelerinin başkentleri hala köy statüsündeydiler. Görünen o ki, Batı zihniyeti için “İhtiyar Kıta”da Rönesans yoksa, demek ki insanlık karanlığa gark edilmiştir tefekkürü hüküm sürüyor ve bu daima böyle kabul edilir.

Hıristiyan dini bakış açısının Batı uygarlığının diğerlerine karşı oynadığı role değinen Henry Kissenger, “Dünya Düzeni” adlı kitabında şöyle yazıyor: “1550-1551 yıllarında Kutsal Roma İmparatoru V. Charles (1519-1556) tarafından oluşturulmuş dini konsey öyle bir kanaate geldi ki, sadece Batı yarımküresinde yaşayan insanlar ruha sahiptirler ve bunun sayesinde dini kurtarmak için uygundurlar. Bu teolojik sonuç, istila ve zorunlu Hıristiyanlaştırmaya beraat kazandıran temel prensip oldu. Avrupalıların maddi kaynaklarını arttırmak ve aynı zamanda vicdanlarını kurtarmak imkanı tanındı. Onların, toprakları denetleme uğruna, küresel rekabeti ve uluslararası düzenin doğasını değiştirdi”.[i]

Dinin rolünü Avrupa’da sadece yöneticiler değil, bilimsel çevreler de Hıristiyanların diğerleri üzerinde üstünlüğünde görüyorlardı. Büyük Fransız filozofu Jean-Jacques Rousseau şöyle yazıyordu: “Bize diyorlar ki, gerçek Hıristiyanlardan oluşan halk, tasavvur edilebilen en mükemmel toplumu teşkil edebilir. Bu görüşte ben sadece bir büyük sıkıntı görüyorum: gerçek Hıristiyan toplumu artık insan toplumu olmayacak”.[ii]

Böylece gözlemler gösteriyor ki, dini değerler üzerinde şekillenen Batı uygarlığı, Orta Çağ’da olduğu gibi günümüzde de farklı değer taşıyıcılarını kabul etmiyor. XX. yüzyıl boyunca Avrupa ülkelerinin uyguladığı göç politikası ve ideoloji, bunu teyit ediyor. Bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkelerinin ekonomik büyümesi, iç işgücünün birkaç kat üstündeydi. Nüfusun yaşlanması ve dışarıda ucuz işgücü olması, Batılı ülkelerin eski sömürgelerinden göçe üstünlük vermesine neden oldu. “İhtiyar Kıta”nın yeni sakinleri için, Batı’da şimdiye kadar niteliksel olmayan çokkültürlü bir toplum şekillendirilmeye başlandı. Bu aşamada duyurulan çokkültürlülük, yeni sakinlerin Batı’nın ortak değerler sistemine dahil olmasına yönelik ideolojiye hizmet ediyordu.

Fakat farklı kültür mensuplarını evrensel modele adapte etmek, doğal olarak mümkün olmadı. Batı toplumu olayların bu tür akınına hazır değildi ve bu yüzden de göçmenlere karşı hoşgörüsüzlük gözlenmeye başladı. Batılı ülkelerin yöneticileri çokkültürlülük politikasının sekteye uğradığını beyan ettiler. Göçmen Müslümanların Avrupa’da kendi dini değerlerine sadık kalmaları, ayrıca İslam’ın bir din olarak yaygınlaşması, Müslüman nüfusun demografik büyüme göstergeleri Batı toplumunda aynı şekilde kabul edilmiyor. Sonuçta belli çevreler için İslam bir fobi olarak görünüyor. Günümüzde azınlıkların çoğunluğa dönüşmesi korkusu, Batı toplumunun önündeki temel sorundur.

Avrupa’ya artan göçmen akımı, yerel nüfus arasında işsizlik ve zayıf sosyal teminata da sebep oluyor. Öyle bir fikir şekillendiriliyor ki, çokkültürlülüğün Avrupa modelinin yenilgiye uğramasının sebebi göçmenlerin evrensel Batılı yaşam tarzına girememeleri, demokratik ilkeleri ve insan haklarının üstünlüğünü esas alan Avrupa yasalarının ise ılımlı olması ile ilgilidir. Tüm bunlar ise, Avrupa’da aşırı milliyetçilik ideolojisinin ve aşırı sağcı siyasi partilerin taraftarlarının artmasına, ırkçı ve şovenist konuşmalara neden oluyor. Aslında bu durum, Batı için yeni değildir. Avrupa’da şimdi İslam’a karşı sergilenen tutumun, zamanında diğerlerine karşı da uygulandığı henüz hafızalardan silinmemiştir. Tarih boyunca Yahudiler, farklı bir dini inancın mensupları olduğu için birkaç kez Avrupa’dan kovulmuşlardır. Yahudilerin 15. yüzyılda İspanya’da, II. Dünya Savaşı sırasında ise genel olarak Avrupa’da baskılara maruz kalmasını örnek göstermek mümkündür.

Genel olarak, Batı ile diyalog, diğer uygarlıkların ilkesel olarak anlamadıkları husus değerlerle ilgilidir. Doğu mantalitesinde değerlere dokunulmazlık ve kutsallık statüsünün verilmesi, değerlerle çıkarların birbirinden ayrılması esastır. Değerler, çirkin sayılan siyasi ve ekonomik mücadelede kullanılamaz. Batı mantalitesinde ise, değerlerin fiyatı günlük operasyonlarda kullanılabilinmesindedir ve değerler çıkarların devamıdır tam aksine. Dolayısıyla, demokratik değerler somut jeopolitik ve ekonomik çıkarlar elde edilmesinde yaygın olarak kullanılır. Doğu diplomasisi ise, bunu riyakarlık örneği olarak gördüğünden, yanlış tepkiler veriyor. Jeopolitik mücadelede dokunulmaz değerlerin olmaması, demokrasinin ise sadece araç değil, aynı zamanda gerçekten değer olduğu dikkate alınmalıdır.[iii]

Çifte Standartlar Kıstası

Böylelikle, analizler göstermektedir ki, tüm tarihi gelişim aşamalarında Batı toplumu kendisininki ve diğerlerininkilere ilişkin temel farklar oluşturmuştur. Günümüzde ise Afrika ve Orta Doğu’da meydana gelen olayların ardından Avrupa yeni bir göçmen akını ile karşı karşıya kalmıştır. Bu yeni göçmen dalgasına hem insani felaketler, hem de göçmenlere karşı Avrupa’da hoşgörüsüzlüğün artması eşlik ediyor. Göçmenlerin çoğunluğu Müslüman olduğu için, bu geçiş süreci Batı toplumunda İslam karşıtı grupların güçlenmesine neden oldu. Hem de artık bu yeni dalga, Avrupa’nın geleneksel olarak İslam düşmanlığının güçlü olduğu ülkeleri ile birlikte daha hoşgörülü ülkelerini de kapsamaya başladı. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın en hoşgörülü bölgesi sayılan İskandinav ülkeleri bile, Müslüman göçmenlere karşı agresif tepkiler göstermeye başladılar. İsveç, savaştan kaçmış 80.000 göçmenin sınır dışı edilmesini gündeme getirdi, Danimarka’da ise milliyetçiler göçmen karşıtı protestolar düzenlediler.

Avrupa’da, bu yeni göçmenlerin Batı değerlerinden uzak olması, kültürel seviyelerinin düşük olması ve davranışları, toplumda büyük tepki oluşturuyor ve yapılan tebligat, bu özgelerin Batı değerler sistemine yakışmadığını teşvik ediyor. Böylece, meselenin asıl mahiyeti bir kenara konuluyor ve herhangi bir göçmenin olumsuz yönü genelde Müslüman niteliği olarak sunuluyor. Asıl mahiyet ise, bu göçmenlerin buraya niye göç ettiği ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Afrika ve Orta Doğu’dan Avrupa’ya sığınan bu insanlar, herhangi bir ekonomik, sosyal veya kişisel sorunlarla ilgili olarak değil, sadece bu ülkelerde yaşanan savaştan kaçmak için gelmişlerdir. Bu savaşların ise, özellikle Batılı devletlerin bölgeye müdahalesi ile ilişkili olduğu ise unutuluyor. Neticede, Müslüman göçmenlere ve daha geniş formatta Müslüman ülkelerine karşı çifte standartların uygulandığını görüyoruz.

Azerbaycan da bu çifte standartlardan etkilenen ülkelerdendir. Ermenistan-Azerbaycan Dağlık Karabağ sorununa yaklaşımda biz bunun şahidi oluyoruz. 29 Ocak tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev gençlerle görüşmesinde bu konuda açık bildirdi ki, “Sorunun çözümünde çifte standartların büyük rolü var. Burada din faktörü rol oynuyor. Müslüman olduğumuz için bize çifte standartlar yaklaşımı sergileniyor”.

Aynı zamanda Avrupa’da artan İslam düşmanlığı eğilimlerinin dünya için ne vaat ettiği ile ilgili endişe bildirilmiştir: “Avrupa’ya ne kadar çok göçmen sığınıyorsa, Avrupa’da radikal güçlerin gücü o kadar çok artıyor. Eğer Avrupa’nın önde gelen ülkelerinde yapılan seçimlerin sonuçlarına göz atarsanız, görürsünüz ki, 10 yıl içinde İslam karşıtı partilerin oy oranı ne kadar arttı. Belki de ilk kez, bu bir eğilimdir. Bugün onlar elbette ki, siyasette söz sahibi değillerdir. Ama bu eğilim neye yol açacak? Ona yol açacaktır ki, belki de 10 sene, 15 sene sonra onlar iktidara gelecekler. O zaman nasıl olacak? O zaman Müslümanlara artık resmi tavır nasıl olacak?”.

Bu nedenle, dini değerler sisteminden çıkamayan Batılı dünya düzeninde, medeniyetler arasında uyum için gerçek çokkültürlü değerlere öncelik verilmelidir. Dünyada tüm çatışmalar kendisininki veya yabancı olma temelinde değil, adalet ilkesi temelinde çözülmelidir. Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’dan göçmen akınına Avrupa’nın geleceğine tehdit açısından değil, insani felaket ve insanlık faciası gibi bakmalıdır. Dünyada tüm süreçler güçlülerin kanunu ile değil, tek uluslararası hukuk ilkeleri ile düzenlenmelidir. Sadece bu durumda, dünya düzeni yeni dönemin sorun ve tehditlerine cevap verebilir.

Arastü HABİBBEYLİ

Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Dairesi Müdür Yardımcısı

[i] Henry Kissinger. World Order. New York. Penguin Press. s. 18.

[ii] Жан-Жак Руссо. Трактаты. Москва 1969. Издательство «Наука», стр. 252

[iii] Ayaz Qədirov. “Xarici siyasətin proqnozlaşdırılmasında fərziyyələrin rolu haqda”. http://newtimes.az/az/politics/4144/, 25.01.2016.

2 Comments »

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.