İngiltere Başbakanı David Cameron, AB Konseyi ile yapılan uzun soluklu görüşmelerin ardından ülkesinin AB içerisindeki “özerkliğini” arttıracak yeni bir plan açıkladı. Bu plan uyarınca, Londra’nın özellikle “mülteciler” nedeniyle AB bütçesine yapacağı katkı arttırılmayacak. Bunun yanı sıra, AB’nin diğer üyelerinden, özellikle de 2004 ve 2007 genişlemelerinin ardından birliğe katılan Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinden çalışmak üzere İngiltere’ye (Birleşik Krallık topraklarının tamamı) gelecek olanların önüne önemli engeller koyan bir uygulamaya gidilecek. Londra, topraklarına adım atacak göçmenlerin belli bir uzmanlığa sahip olmadığı ve hizmetlerine ihtiyaç duyulmadığı takdirde belli bir sürenin sonunda ülkesini terk etmesini sağlayacak bir düzenlemeyi Brüksel’e kabul ettirmiş gibi görünüyor. Bu düzenlemenin teknik koşullarına ilişkin birçok husus tam manasıyla netleştirilmemiş olsa da, Cameron’un hedefi, hem ülkesinin AB içerisindeki “farklı” duruşunu teyit ettirebilmek hem de özellikle kendi partisi (Muhafazakar Parti) ve UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) içerisinde oldukça güçlü olan “AB’den ayrılma” yönündeki talebi yatıştırmaktır. Nitekim Cameron, 2017 içerisinde yapılması planlanan “AB’ye devam ya da tamam” referandumunu Haziran 2016’ya çekmiştir.
Birleşik Krallık (İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’i içermekte ve Kraliçe Elizabeth’in şahsında birleşmektedir) vatandaşları, 23 Haziran 2016 itibarıyla ülkelerinin geleceğini oylayacaklar. Bu konuda ülkede tam bir “kafa karışıklığının” yaşandığı da açıkça görülmektedir. Zira Birleşik Krallık vatandaşları, tarihin hiçbir döneminde kendilerini “saf” bir Avrupalı olarak görmemiştir. Avrupa’dan coğrafi olarak kopuk olmaları, bir ada ülkesi olmaları ve kendilerine özgü bir siyasal kültür geliştirip, demokrasi tarihine ilişkin hemen her şeyi Kıta Avrupa’sından önce gerçekleştirmiş olmaları, özellikle İngilizlerin kendilerini ayrı ve bağımsız bir kefede değerlendirmelerini sağlamaktadır. Nitekim Londra, kendisini bir Avrupa devleti olarak değil, bir “dünya devleti” olarak nitelemekte ve İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından imparatorluğu hukuken dağılmış olsa da, gerek eski sömürge/imparatorluk topraklarını içerisinde barındıran kültürel/siyasal bir birlik olan Commonwealth (İngiliz Uluslar Topluluğu), gerek ABD ile geliştirilen “stratejik ittifak” ilişkisi, gerekse de AB’nin oluşumunda ve bugünlere gelmesinde oynanan rol, imparatorluk dönemine referansla Birleşik Krallık olarak nitelenmeyi seven İngiltere’nin (zira diğer parçalar İngilizlere tabidir aslında) her daim kendisine özgü bir farklılığı yaşattığını göstermektedir.
Kendisini Avrupa’nın karmaşık ekonomik/siyasal sorunlarına fazlaca müdahil olmakla sınırlamak istemeyen İngiltere, Charles de Gaulle’ün de inadı (gerçeği açıkça görüyor olması da diyebiliriz) ile oldukça geç bir tarihte parçası olduğu Avrupa bütünleşmesi fikrine hiçbir zaman gerçek anlamda destek vermemiştir. Nitekim Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı “hep birlikte” fikrinden hareketle Washington’un da talebiyle Avrupa bütünleşmesine katılan Londra, Soğuk Savaş sonrasında hızlanan siyasal entegrasyon fikrinden hiç hoşlanmamıştır. Avro Bölgesi’ne katılmayan, Schengen Vizesi’nin geçmediği, finansal anlamda AB’nin regülasyonlarına uyma noktasında her daim yavaş hareket eden, genişleme dalgalarına bakış noktasında Almanya ve Fransa’dan farklı düşünen ve Avrupa’nın kendisine ait bir “ortak savunma” kuruluşu olmasına, ABD ile olan stratejik ortaklığı ekseninde hiçbir zaman “evet” demeyen İngiltere, Brüksel’in başını ağrıtan bir konumda olagelmiştir. İngiltere, AB’nin doğuya doğru genişlemesi fikrine her daim sıcak yaklaşmıştır. Zira Londra için, AB, belli alanlarda hükümetlerarası işbirliğini kurumsallaştıracak ve olabildiğince çok sayıda devleti belli kriterler doğrultusunda içerisine alması gereken bir “işbirliği örgütü”dür. Yani, İngiltere, AB’nin supranasyonel bir yapıya evrilmesini ve neofonksiyonalizmin öngördüğü bütüncül bir siyasal birlik haline gelmesini desteklememektedir. Böyle bir yapıya entegre bir İngiltere’nin kendisine özgü karakterini kaybedeceğini, ABD ile olan küresel işbirliğinin sürdürülemez hale gelebileceğini ve Avrupa’nın “bitmek bilmeyen” sorunlarına müdahil olmak zorunda kaldığı gibi, özellikle Almanya’nın etkisi, hatta baskısı altına girebileceğinden endişe etmektedir. Bu görüş, özellikle sağ-muhafazakar cenahta oldukça güçlüdür.
David Cameron, özellikle genişleme dalgalarının ardından AB içerisinde beliren “kimlik krizi” ve ekonomik paylaşım problemleri, 2008 sonrası dönemde yaşanmaya başlanan ekonomik krizin birçok AB üyesinde ve özellikle AB bütçesinde yarattığı sorunlar, anayasa krizi ve güvenlik alanında yaşanan problemlerin Arap ayaklanmaları sonrası “mülteci sorununa” dönüşmesi sonrasında, İngiltere’nin hem kendi özerkliğini koruyabilmek, hem de sorunları kendi dışında tutabilmek için adım atması gerektiğinin farkındaydı. Ancak bunu yaparken AB’den tamamıyla kopmayacak ve birlik üzerindeki etkisini sürdürerek Kıta Avrupası’nı Alman-Fransız ortaklığına terk etmeyecek bir yöntemi de uygulama alanına koymak istemişir. Sonuç ise geçtiğimiz günlerde imzalanan ve İngilizlerin AB bütçesine daha az katkı vermesini beraberinde getirecek, mülteci sorunu bağlamında kendisini olabildiğince korumasını sağlayacak, diğer AB üyelerinden ülkesine geleceklerin kalifiye olmaması halinde belli bir sürenin ardından İngiltere topraklarını terk etmesini sağlayacak ve İngilizlerin “neofonksiyonalizmin son aşamasına” ulaşacak “en yakın birlik” düşüncesinin dışında kalacağı bir AB fikrinin parçası olmasını engelleyecek anlaşma olarak belirmiştir.
Yapılan anlaşma, David Cameron tarafından bir başarı olarak sunulup, “AB üyeliğine tamam ya da devam referandumu” Temmuz 2016’ya çekilmesine karşın, gerek Cameron’un kendi partisi içerisinde, gerekse de başka partilerde AB üyeliğinden ayrılmak gerektiğini düşünen birçok isim bulunmaktadır. Bu bağlamda, Cameron da böyle büyük bir sorumluluğu tek başına üstlenme noktasında çekinceli hareket etmiş ve Muhafazakar Parti milletvekilleri ve hatta kabinede yer alan bakanları “AB’ye evet” ya da “hayır” kampları çerçevesinde propaganda yürütme noktasında “özgür” bırakmıştır. Nitekim Muhafazakar Parti üyeleri önemli oranda bölünmüş durumdadır ve Cameron’un kabinesi içerisinde dahi daha şimdiden 7 bakan “AB üyeliğinden ayrılma” yönünde tercihte bulunmuştur. Aynı durum Avam Kamarası’ndaki Muhafazakar Parti milletvekilleri için de geçerlidir. Diğer partilere göz gezdirildiğinde ise anamuhalefet konumundaki İşçi Partisi’nin referandumda AB üyeliğinden yana bir tavır sergileyeceğini görüyoruz. Partinin lideri Jeremy Corbyn, AB’nin mevcut haline ilişkin ciddi eleştiriler getirse ve Cameron’un açıkladığı planın başarılı olamayacağını belirtiyor olsa da “birleşik Avrupa” fikrine barış ve istikrarı getirdiği için sıcak bakmakta ve İngiltere’nin de bu fikrin bir parçası olarak kalmasını istemektedir. Yine de İşçi Partisi içerisinde de belli bir grubun “AB’ye hayır” kampında yer aldığı da belirtilmelidir. Aşırı sağcı, yabancı karşıtı ve AB karşıtı olarak bilinen UKIP “doğal olarak” Cameron’un planına destek vermemekte ve İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılması yönünde çalışacağını açıklamaktadır. İskoçya’nın bağımsızlığından yana olan İskoç ulusçusu SNP ise, Birleşik Krallık’ın AB içerisinde kalmasından yana olduğunu ve İskoçya’nın AB fikrine destek verdiğini belirterek, “evet” kampında yer alacağını ifade etmektedir. Bu tercihte, ileride İskoçya’nın bağımsız olması halinde AB’nin bir parçası olmak istediğini kanıtlama düşüncesi de hiç şüphesiz önemli bir rol oynamıştır.
İngiltere’nin kararı AB’nin bundan sonra gideceği yer noktasında önemli bir kilometre taşı olacaktır. Zira İngiltere, haklı olarak ABD’nin birlik içerisindeki “Truva Atı” olarak görülmüştür. Ancak kanımca esas düşünülmesi gereken husus ABD’nin AB’yi kontrol etmek için İngiltere’yi kullanması değil, İngiltere’nin kendi özerkliğini sürdürebilmek ve bunun tartışılmasını engellemek için ABD’nin rolünün ön plana alınmasını sağladığı hususudur. İngiltere, Cameron’un planını “uygulanabilir ve yapıcı” bulup AB’ye evet derse, birlik mevcut halini devam ettirecek ve İngilizler de kendi özerkliklerini koruyarak yola devam edecektir. Ancak, şimdilik kaydıyla, düşük bir ihtimal gibi görünse de İngilizler AB’ye “hayır” derse, birlik gerçek manada Almanya’nın ve Kıta Avrupası’nın kontrolüne girecek, İskandinav ülkelerinin birlik içerisindeki geleceği tartışmaya açılacak, 2004 ve 2007 genişlemeleri ile birliğe katılan ve bazıları halen gerekli reformları yapmamış olan ülkelere yönelik farklı bir üyelik perspektifi oluşturulabilecektir. Hatta genişleme yönündeki istekliliğin daha da zayıflayacağı ve AB’nin Türkiye’ye yönelik “üyelik perspektifi” sunmayı tamamen rafa kaldırabileceği de söylenebilir. Zira Türkiye’nin AB üyelik hedefine bağlı tutulması gerektiğini ifade eden en önemli AB üyesi İngiltere’dir. İngiltere’nin ayrılması halinde AB içerisinde NATO’ya yönelik eleştirilerin daha da artabileceği ve AB’nin kendisine ait gerçek bir güvenlik politikası/kurumsallığı yaratması yönünde güçlü bir talebin oluşabileceği de söylenebilir.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU