Kasım ayında gerçekleşecek olan ABD Başkanlık seçimlerinde heyecan her geçen gün artmaya devam ederken, Cumhuriyetçi Başkan adayı Donald Trump ile Demokrat Başkan adayı Hillary Clinton’ın televizyonda tüm dünyanın huzurunda karşı karşıya gelmesi büyük yankı uyandırdı. Clinton, tecrübesiyle Trump’ın bir adım ötesinde görüntü vermiş olsa da, seçimlerde hangi adayın galip geleceği hususunda kesin bir şey söylemek mümkün değil. Elbette Türkiye’yi yakından ilgilendiren husus, kim göreve gelirse gelsin, ABD’nin yeni dış politikasında Türkiye’ye bakış açısı hangi yönde olacağıdır. Clinton’ın konuşmasının bir bölümünde Suriye meselesinde en büyük desteği “Arap ve Kürt dostlarımıza vereceğiz” şeklinde konuşması ve Türkiye’nin adını dahi anmaması, Türkiye ile ABD’nin ortak dış politika çizgisinden oldukça uzaklaştığının açık bir ifadesiydi.
Clinton vs. Trump (ilk tartışma)
ABD, kendi değer ve çıkarlarını yansıtan bir dünya düzeni oluşturma kapasitesini kaybediyor.
Şurası bir gerçek ki, ABD’de politikalar Başkan’a göre değil, Başkan politikalara göre belirleniyor. Yani ABD’nin iç ve dış politikası hangi yöne doğru evrilecekse, o doğrultuda bir Başkan adayı sistem ve halk tarafından seçiliyor. Zaten bu politikalara ters düşen Başkanların siyasal ömürlerinin fazla uzun olmadığına da tarihte birkaç kez şahit olduk. Fakat Kasım ayında gerçekleştirilecek seçimler sonrasında, Washington’ın, Obama’nın göreve geldiğinde ABD’nin imajını dünya genelinde ve özellikle İslam dünyasında düzelteceğine dair verdiği sözü tüm çabalarına rağmen yeterince yerine getiremediğini de göz önünde bulundurursak, daha sert ve zorlayıcı politikalar benimseyeceğini tahmin edebiliriz. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD, tek kutuplu dünya düzeninde birincil derecedeki önemini korumaya devam ediyor. Zira Soğuk Savaş’ın bitişi sonrası oluşan bu düzeni bozacak başka bir güç veya ülkeler bloku henüz oluşabilmiş değil. Dolayısıyla, ABD, tek süper güç olarak görülebilir; fakat dünyanın diğer güç odaklarını göz önünde bulundurmadan kendi başına kararlar olması da halen mümkün değil.
Washington, bir terör örgütünü diğer terör örgütünü kullanarak meşrulaştırıyor.
ABD, doğası itibariyle emperyalist bir devlet. Fakat bu emperyalizmi başka ülkelerin topraklarını işgal etme yöntemi ile değil, ülke yönetimlerini değiştirme, sosyal yapının istediği şekilde yönlendirilmesi ve bu taşeron örgütler sayesinde gerçekleştiriyor. Afganistan ve Irak askeri müdahalelerinin ABD’nin mali yapısında açtığı büyük yara, Amerikan halkının devletine olan güvenini de oldukça sarstı. Bunun yerine, herhangi bir coğrafyada yapılması istenilen değişiklik, etnik ve mezhepsel temelli bölünme ve bir terör örgütünün diğer terör örgütünü meşrulaştırması vasıtasıyla gerçekleştiriliyor. Örneğin, ABD, artık PKK ile her yönden bağlantısı olan ve onun Suriye’deki kolu olan PYD’yi IŞİD’e karşı desteklediğini söyleyerek, bir terör gurubuyla diğer terör örgütünü meşrulaştırmış oluyor.
Rusya, Türkiye-ABD geriliminde neden sessiz güç?
ABD ile Türkiye arasında bu yönde fay hattı derinleşirken, Suriye’de oyun kurucu olmak isteyen Rusya, iki ülke arasındaki bu çekişme karşısında sessiz kalmayı tercih ediyor. Çünkü Türkiye ile ABD arasında PYD’nin “özgürlük savaşçısı” mı yoksa “terör örgütü” mü olduğu tartışması sürerken, Kürtler, ABD’ye karşı ufak bir güvensizlik hissetmeleri durumunda Rusya’ya yöneleceklerdir. Bu sayede, Rusya’nın bölgede eli güçlenecek ve Türkiye ile ABD’ye kendi Suriye politikasını kabul ettirme imkanı artacaktır. Rusya, bu nedenle ABD-Türkiye gerilimini izlemekte ve fırsat kollamaktadır.
İran “Birleşik Şii Ordusu” kuruyor.
Diğer taraftan, İran’ın “Birleşik Şii Ordusu” kurma gibi bir düşüncesi var. Bölgesel güç olmak isteyen Tahran, Orta Doğu’da mezheplerarası çatışmalarda siyasi ve askeri rolünü bu sayede genişletmek istiyor. Ordunun gücünün Yemen, Irak ve Suriye olmak üzere üç merkezde toplanması planlanıyor. Böylece, İran, Suriye’deki savaşta daha fazla söz sahibi olmak niyetinde; fakat bunun bölgedeki gerilimi oldukça tırmandırması ve diğer Sünni devletleri kışkırtması, İslam dünyasındaki bölünmeyi daha da derinleştirecektir.
İmparatorluklar çağı bitti mi?
Dünyada imparatorluklar çağı bitti, fakat halen onun yerine geçecek yeni bir düzene sahip değiliz. Tıpkı Henry Kissenger’ın söylemiş olduğu gibi; “Güç dünyayı fethedebilir ama kendini meşru gösteremez.” ABD ve Rusya, yeni Orta Doğu haritası belirlenirken, bunu Türkiye olmadan gerçekleşemeyeceklerinin farkında olmalılar. Zira 15 Temmuz gecesi itibarsızlaştırılmak istenen TSK, “Fırat Kalkanı” harekatıyla gücünü ve prestijini tüm dünyaya bir kez daha ispatlamıştır. Dolayısıyla, uluslararası sistemde büyük aktörler arasındaki ittifaklardan beklenen siyasi neticelerle değil, en küçük devletin bile içinde yer alacağı bölgesel işbirliği örgütleri sayesinde uluslararası sistem daha çalışır ve adil hale gelecektir.
Furkan KAYA