TARİHİN DERSLERİ VE MODERN JEOPOLİTİK GERÇEKLİK ZEMİNİNDE MİSAK-I MİLLİ

upa-admin 01 Kasım 2016 3.962 Okunma 0
TARİHİN DERSLERİ VE MODERN JEOPOLİTİK GERÇEKLİK ZEMİNİNDE MİSAK-I MİLLİ

Musul operasyonunun başlamasıyla Ortadoğu’da jeopolitik hareketlilik daha da arttı. Şehrin IŞİD’den tahliye edilmesinden sonra yaşanmaya başlaması muhtemel siyasi, demografik ve askeri değişiklikler, dünyanın büyük devletlerinin ilgilendiriyor. Şimdilik durumu ABD kontrol ediyor. Onun başkanlığındaki koalisyon, bölgede askeri operasyonlar yapıyor. Bölge devletlerinden bağımsız olarak hiçbiri bu süreçte yoktur. Hatta Bağdat, Türkiye’nin Musul’un tahliye edilmesine katılımını istemediğini açıkladı. Bunun fonunda, Ankara, tarihi belgesi olan “Misak-ı Milli”yi hatırlattı. Türkiye yönetimi Musul operasyonunda mutlaka yer alacağını söyledi; çünkü bu, onun tarihi sorumluluğu ile ilgilidir. Kanıt olarak geçen yüzyılın 20’li yıllarında kabul edilen “Misak-ı Milli”yi gösterdi. Bu konunun gündeme gelmesi ile Türkiye’de tartışmalar başladı. Anlaşılıyor ki, aslında “Misak-ı Milli” küresel jeo-siyasi süreçlerle yoğun bağlantılıdır. Bu açıdan, bölgede oluşan duruma göz atmak faydalı olacaktır.

Milli Yemin: 6 Maddeden Oluşan Belgenin Tarihi ve Jeopolitik Önemi

Uzmanlar, IŞİD’e karşı mücadelenin jeopolitik nitelikteki meseleleri de ortaya çıkardığını vurguluyorlar. Bu konuda Türkiye ile ilgili haberlere daha çok rastlanır. Bağdat, Musul’un kurtarılması operasyonunda Ankara’yı görmek istemediğini beyan ettikten sonra bu konu daha da güncel hale geldi; çünkü Irak’ta neredeyse 63 ülkenin askeri temsilcileri var. Onların arasında bölgenin büyük devletlerinden olan Türkiye’nin yer almaması çok tuhaf olurdu. İlginçtir ki, Tahran da üstü kapalı olarak Bağdat’ın tutumunu savundu. Bütün bunların arka fonunda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tarihe gönderi yaparak Musul meselesinin de yer aldığı ve “Misak-ı Milli” (Milli Yemin) denilen belgeye referans yapması yeni tartışmalara ivme verdi.

“Misak-ı Milli” nedir? Bu belge Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının girişimiyle Ankara Hükümeti’nin Erzurum (Temmuz-Ağustos, 1919) ve Sivas (Eylül, 1919) kongrelerinde hazırlandı. 28 Ocak 1920 tarihinde ise İstanbul’da onaylandı (bkz.: Ulusal Ant (Misak-ı Millî) / Türk Tarih Kurumu, “ttk.gov.tr”). Bu, 6 maddeden oluşmaktadır. “Misak-ı Milli”de o dönemde hükümetin takip edeceği önemli bölümler yer alıyor. Birinci fıkrada, diğerleri ile birlikte, Musul meselesi de var. Belgeye göre; Musul ve Kerkük Türk devletinin sınırları içinde kalmalıdır. Diğer fıkralarda, Batı Trakya, Hatay ve Batum’la ilgili de Türklerin tutumu belirtildi. Ancak Türkiye tarihçilere göre, belgenin Ankara seçeneği ile İstanbul seçeneği arasında küçük farklar vardır. Öyle ki, Ankara’da kabul edilen seçenekten bazı hususlar İstanbul’da çıkarıldı. Fakat her durumda, bu belge aynı dönemde Türkiye’nin “yol haritası” rolünü oynadı.

Şunu da söylemek gerekir ki, aslında “Misak-ı Milli”nin gerçekleşmesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti döneminde oldu. Çünkü Osmanlı’nın çöküşü hakkında resmi belge kabul edildikten sonra, “Misak-ı Milli”de belirlenen sınırlar içinde yeni Cumhuriyetin kurulması süreci başladı. Gerçekte belgeden farklı sınırlar alındı. Batı Trakya, Batum ve Musul Türkiye sınırları içinde kalmadı. Buna rağmen, Musul meselesinin kaderi bu aşamada belirlenmedi. Ancak Osmanlı, San Remo Barış Konferansı’nın kararına uygun olarak İngiltere ve Fransa’nın mandası altında olan birkaç bölümlere ayrıldı. Aynı şekilde, Ağustos 1921 tarihinde Hicaz Prensi Faysal başta olmak üzere Irak Krallığı oluşturuldu. Irak’ın sınırları ise 1847 yılı II. Erzurum anlaşması ve 1913 yıl Konstantinopol Protokolü uyarınca tespit edildi. Burada, tarihi olgulardan çok işgalci devletlerin çıkarlarına hizmet eden kriterler tercih ediliyordu ki, bu da tek başına yeterli çelişkili hususlar taşıyordu.

Sadece birkaç yıl sonra, Şeyh Said isyanlarının başlaması ile durum Türkiye’nin aleyhine değişti ve Ankara Musul’dan vazgeçer oldu. İlginçtir ki, tarihçilerin bir kısmı Musul meselesinde Şeyh Said isyanının ciddi rol oynadığını düşünüyorlar. Sonuçta, geçen yüzyılın 20’li yıllarının sonunda Musul resmen Irak’a ait edildi. Fakat 1926 Ankara Anlaşması Türkiye’ye Musul üzerinde bazı hakları verdi. Öyle ki, Türkiye şehrin demografik manzarasının bozulmasına müdahale edebilirdi.

Demek ki, bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın o dönemdeki gelişmeleri hatırlatması rastgele değil, somut olgulara dayanıyor. Yani Ankara diyor ki, Musul ve Kerkük onun için tarihi önemli topraklardır. Burada söz konusu olan kesinlikle birisinin toprak bütünlüğüne zarar vermek değildir. Aksine, Irak’ın bölünmezliği Türkiye için öncelikli bir konudur. Çünkü böyle olmasa, terör ve bölücülük bölgeye daha çok zarar verebilir. Öte yandan, uluslararası hukuk, devletlerin toprak bütünlüğünün korunmasını öncelikli prensip olarak tespit etti. Türkiye’nin dış politikasında başka devletlerin toprak bütünlüğünün sağlanması ilkesi de ciddi bir şekilde yer alıyor. Aynı şekilde, Ankara defalarca Ermenistan-Azerbaycan Dağlık Karabağ çatışmasının sadece devletlerin toprak bütünlüğünü sağlamakla çözülmesi olasılığını açıkladı.

Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanmasına da Türkiye’nin katkısı az değildir. Öyleyse sorun nedir? Hangi nedenlerle Bağdat Türkiye’nin Musul’un tahliye edilmesine katılımını istemiyor? Kendi topraklarında birkaç ülkenin askeri gücü olduğu halde, sadece komşu Türkiye’yi “işgalci” olarak adlandırmaya çalışıyor? “Misak-ı Milli” meselesi bu bağlamda ilginçtir.

Musul Meselesi: Sykes-Picot Projesi ve Modern Gerçekler Bağlamında

Mesele şu ki, Irak’ta büyük devletlerin nüfuz uğruna savaşı tüm yoğunluğu ile devam ediyor. Orada büyük güçler, Müslümanlar arasında mezhep ihtilafları yaratmaktan çekinmemektedirler. Somut olarak Sünnileri ve Türkmenleri çıkararak, başkalarını onların geleneksel olarak baskın oldukları yerlere yerleştirmeye çalışıyorlar. Bununla iki amaç hedefleniyor. Birinci amaç, Türklerin elinden tarihi argümanı almaktır. Yani, Musul ve Kerkük’te Türk kimliği zayıflarsa, ona olan tarihi davanın esası da kalmaz. Aynı şekilde “Misak-ı Milli”nin Ortadoğu ile ilgili bölümü önemini kaybetmiş olur. Bilindiği gibi, geçen yüzyılın başlarında Ortadoğu Fransa ve İngiltere tarafından nüfuz alanlarına bölünmeye başlandı. Nihayet, 1916 Sykes-Picot (biri İngiliz, diğeri ise Fransız diplomatı) sözleşmesinde nüfuz daireleri tespit edildi. Demek ki, Bağdat’ın Türkiye ile ilgili söyledikleri, aslında, Batı’nın belli çevrelerin yürüttüğü siyasetin ifadesidir. Ancak şimdi Sykes-Picot anlaşması ile razılaşmayanların sayısı artıyor (bkz.: örn., Джим Мьюир. Чем соглашение Сайкса-Пико обернулось для Ближнего Востока / “Би-би-си”, 16 Mayıs 2016).

İkincisi, bölgenin bazı büyük devletleri Türkiye’nin nüfuzunun artmasına yapay engeller yaratmaya çalışıyorlar. Onlar, bu noktada hatta düşman saydıkları ABD ve Avrupa’nın büyük devletleri ile bile aynı sırada durmaktan vazgeçmiyorlar. Tabii ki, böyle adımlar genel olarak Müslüman devletleri zayıflatmaya ve onların birbirine karşı durmasına hizmet ediyor. Tarihin acı derslerinden Müslümanların düzgün sonuç çıkarmaması ise büyük teessüf hissi doğuruyor. Üstelik şu anda Batı’da İslamofobinin güçlendiği bir zamana rastlıyor. Burada Müslümanlara iki kat darbe vuruluyor. Onlara hem Batı toplumlarında baskı yapılıyor, hem de geleneksel olarak yaşadıkları coğrafyadaki devletçiliklerini zayıflatıyorlar. Bunun için her zaman olduğu gibi, Müslüman ülkeler arasında çelişkiler oluşturuluyor.

Bu açıdan, “Misak-ı Milli” çok önemli bir belgedir. O, tespit ediyor ki, bir Müslüman ülkesi bölgedeki Müslümanların siyasi kaderinden sorumludur. Somut olarak, bu belgeye göre, Türkiye Müslüman kültürünün, ulusal kimliklerinin, yaşadıkları tarihi bölgelerin korunmasına borçludur. Burada da olağandışı hiçbir şey yoktur. Çünkü ABD on bin kilometrelerce uzaktan gelerek Irak’ta ulusal çıkarlarının temin edilmesinden bahsediyorsa, hangi nedenlerle bu bölgede binlerce yıldır var olan Türkiye ve İran gibi devletler ve hatta Rusya bile dışarıda durmalıdırlar? Anglo-Saksonlar ve Germenlar asırlardır Ortadoğu’da etkinlik göstermiş, planlar kurmuş, siyasi-askeri operasyonlar düzenlemiş ve bu nedense normal kabul ediliyor. Fakat bu bölgenin büyük devletlerinin kendi çıkarlarını koruma girişimi anormal olay gibi şiddetle karşılanıyor. Onların arasında Bağdat hükümetinin de olması hayal kırıklığı yaratıyor. Oysa gerçekler gösteriyor ki, Irak Ordusu’nda mezhep ayrımı mevcuttur. Musul doğrultusunda bu ordunun belli bölümleri devlet bayrağı ile değil, mezhep sembolleri olan bayraklarla ilerlemeye gayret etmiş. Bunlar tesadüfi değil. Böyle olsaydı, peşmerge bu eylemlere karşı çıkmazdı. Demek ki, bu mesele ciddi nitelik alabilir.

Tüm bunlar, Ortadoğu’da yeni dönemde mezhep gerilimi oluşturabilir. Artık Musul savaşları şiddetleniyor. “Misak-ı Milli” böyle bir durumun uzun süre devam etmesine ve bölgede yabancı güçlerin at oynatmasına karşı olan tek resmi kaynaktır. Başka hangi bölge devletlerinde buna uygun bir belge vardır? Varsa, onlar neden hep yabancı ülkelerin bölgede önde gelen askeri rol oynamasına karşı seslerini yükseltmemiş, aksine, Amerikan, Fransız, Alman, İngiliz ve diğer askeri talimatçıların arkasında gizlenip, Musul’u kurtarma fikrine düşmüşlerdir?

Fakat o da bir gerçektir ki, Türkiye konumundan geri çekilmemiştir. Ankara Musul operasyonunda yer alıyor ve çıkarlarını ortaya koyuyor. Bu nedenle Ankara ile hesaplaşıyorlar. Bu konuda Moskova’nın tarafsız tutum sergilemesi ise memnunluk hissi yaratıyor. Buna rağmen, esas nokta şudur ki, Müslüman devletleri gücü bir yere toplayarak, işgalcileri topraklarından çıkarmalıdırlar. Bunu yapmazlarsa, çeşitli belâlara ve facialara uğrayacaklardır. Hatta devletlerini dahi kaybedebilirler.

Newtimes.az

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.