Balkan topraklarının Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak birer birer bağımsızlıklarını ilan etmelerinin nedenlerinden bahsedilirken, ulusçuluğa (milliyetçiliğe) referans vermemek imkânsızdır. Bilindiği üzere, 19 ve 20. yüzyıllarda dünyayı etkisi altına alan ulusçuluk akımı, Balkan topraklarını da etkilemeden geçmemiştir. “Ulus” ve “ulusçuluk” kavramları düşünürlerce çok farklı şekillerde açıklansa da, temel çerçeve olarak aynı argümanı sunmaktadır. Ulus (nation) kavramı, ortak bir kimlik duygusu, tarih, dil, etnik veya ırksal köken, din, ortak ekonomik yaşam ve coğrafyayı paylaşan insanları tanımlayan bir kavramdır (Evans ve Newnham, 2007: 411). Ulusçuluk hakkında Vamık Volkan’ın tanımlaması ise şu şekildedir; “Ulusçuluk, hiçbir zaman tanımayacağımız milyonlarca kişinin yaşamıyla ve özlemleriyle ve hiçbir zaman bütünüyle gezemeyeceğimiz bir yurtla kurduğumuz özdeşimdir. Aileye ya da çevremizdekilere duyduğumuz sevgiden nitelik olarak farklı bir şeydir. Bu, niteliksel olarak insanlığa ya da tüm dünyaya duyulan sevgiye benzer” (Volkan, 2009: 38). Ulus, toplumlarca hayali bir üst aile olarak görülür. Ulusun kökenleri ortak ecdada kadar götürülür ve böylece ulusun bireyleri farklılaşmış aile bireyleri, kız ve erkek kardeşler veya en azından kuzenler olarak görülür. Bu “geniş aile”nin birlikte yaşama isteği oldukça tabii bir durumdur (Uzun, 2003: 140-141).
Balkanlarda milliyetçilik ilk kez 18. yüzyılın ikinci yarısında Ortodoks Hıristiyanlar arasında çıkmıştır. Balkanlardaki kapitalist yayılma, orta sınıf Hıristiyan tüccarları zenginleştirmiş, Osmanlı Devlet sistemini ise zayıflatmıştır. Zenginleşen Hıristiyan orta sınıf, Aydınlanma’nın romantik fikirlerinden özellikle dil ve edebiyat ile ilgili olanlarla yakından ilgilenmiş ve dil ve edebiyatın ulusların ayırt edici özellikleri olduğu fikrini benimsemişlerdir. Zamanla bu fikirleri yükseltip, mitsel bir sembol haline de getirmişlerdir (Karpat, 2014: 35-37). Ulusçuluk hareketlerinin artmasında tetikleyici çok fazla unsur vardır. Fakat bu çalışmada, ekonomik unsur üzerinde durulacaktır. Bu konuda da birçok ezberi değiştirme potansiyeli olan Michael Palairet’in “Balkan Ekonomileri 1800-1914” adlı eserinden faydalanılacaktır.
Edinburgh Üniversitesi Tarih kürsüsünde öğretim üyeliği yapan Palairet, çalışmalarını ekonomi tarihi üzerinde yoğunlaştırmıştır. Palairet, Balkan Ekonomileri 1800-1914 isimli çalışmasında, revizyonist bir bakış açısıyla birinci elden kaynakları incelediğini ifade etmiştir. Kitap, iki ana bölüme ayrılmıştır. İlk bölüm 1790-1878 yılları arası, Osmanlı yönetimi altındaki Balkan topraklarını ve Sırbistan’ı incelemektedir. İkinci bölüm ise, 1878-1914 dönemini incelemektedir. Bu çalışma eserin ilk bölümü olan 1790-1878 yılları arasını inceleyecektir. Eserin ikinci bölümü, aynı adlı ayrı bir çalışmada ele alınacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan egemenliği, bölgeler arasında değişse de, yüzlerce yıllık geçmişe sahiptir. 16. yüzyıl sürerken, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda yaklaşık 5-6 milyon insana hükmettiği bilinmektedir (Palairet, 2000: 5). Daha sonraki yüzyıllarda nüfus için maalesef bu kadar dar aralıklı bir rakam vermek imkansızdır. Eldeki kısıtlı belgelerle, çok yuvarlak ve tahmini rakamlar ortaya çıkmaktadır. 1700-1815 yılları arasındaki cizye defterlerinin incelenmesi sonucu, nüfusun yıllar içinde 3 milyon ile 5 milyon arasında dalgalandığı ve 1815 yılında 5 buçuk milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir (Palairet, 2000: 7). 1820-1910 yılları arasında nüfusun en hızlı yoğunlaştığı ülke Sırbistan olmuştur (Palairet, 2000: 27). Nüfusun yaygın yerleşim biçimi kırsal yerleşimdir. Buna rağmen, Osmanlı egemenliğindeki eyaletlerde şehir nüfusları da oldukça yüksektir (Palairet, 2000: 29). Osmanlı egemenliği dışındaki Sırbistan’da ve Karadağ’da ise kentsel nüfus oldukça düşük kalmıştır (Palairet, 2000:32). Sırbistan ve Karadağ’ın kentsel nüfusundan çıkarılacak sonuç, Osmanlı kurumlarının ülkelerden çekilmesiyle halkın kentleşme hareketinden vazgeçip kırsala döndüğüdür. Bu durumun altındaki nedenler, çalışmanın ilerleyen kısımlarında ayrıntılı olarak anlatılacaktır.
Balkanlarda Osmanlı feodalitesi tımar sistemi üzerinden işlemiştir. Tımar, merkezin genelde askeri köklerden gelen tımar sahibine ömrü boyunca tasarruf edebilmesi için belli bir toprak parçasını bağışlaması sistemidir. İnalcık’ın açıklamasına göre, Balkanlar’da tımar sisteminin işleyişi şu şekilde gerçekleşmiştir. Fethedilen bölgelerdeki krallar ve vassallar vergilerini verip gerektiği zaman İstanbul’a asker göndermesi kaydıyla genelde olduğu gibi bırakılmıştır. Sorumluluklarını yerine getirmeyen vassallar iktidardan alınsa bile, vassala tabii yerli askeri unsurlar olduğu gibi bırakılmış ve Osmanlı askeri sistemi içerisine tımar yolu ile alınmıştır. Daha önce yönettikleri topraklar tımar arazisi olarak bu kişilerde kalabilmiştir. Bu sistem Balkanlar’da, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan ve Yunanistan topraklarında uygulanmıştır. Bu şekilde yerli aristokrasi değişmemiş, fetihler sadece hanedan değişikliği olarak kalmıştır. Merkezden gönderilen Müslüman tımar sahiplerinden çok daha fazla gayrimüslim tımar sahibi bölgede bulunmuştur (İnalcık, 2012: 4). Tımar sahiplerinin sorumlulukları, işlettiği toprak üzerinden İstanbul’a ondalık vergisini vermek ve savaş zamanında feodal askerleri toplamaktır. Bunun karşılığında ise, kendisine verilen toprağı kiralama ve ondalık vergiyi kiracılarından toplama hakkına sahip olmuştur. Ayrıca sınırları merkez tarafından belirlenen miktarda toprak üzerinde kendi çiftliğini kurabilmiş ve burada işçi çalıştırabilmiştir (Palairet, 2000: 39). Bab-ı Âli, buradan gelen gelirlerin büyük bölümünü Yeniçeriler için harcamıştır.
18. yüzyılda tımar sisteminde yozlaşmalar başlamıştır. Tımarların babadan oğula geçmeye başlamasıyla, merkezi hükümet de bölgelerde gücünü kaybetmeye başlamış, merkeze gönderilmesi gereken ondalık vergilerin tahsilatında sorunlarla karşılaşılmıştır. Tımar sahipleri, üzerlerindeki denetim gücünün kalkmasıyla da kendilerinin işleteceği toprak miktarını arttırmış ve daha çok köylüyü kendi toprağında çalışmak mecburiyetinde bırakmıştır (Palairet, 2000: 18). Ayrıca bu yüzyılda artan ticaret, ayanları da çiftlik edinme ve işletme konusunda heveslendirmiştir. Büyük çiftlikler kuran ayanlar, kendilerini korumak için silahlı büyük birlikler de kurmaya başlamıştır. Merkezi hükümet gücünü korumak için ayanlar arasında “böl ve yönet” politikasını uygulamıştır. Bu politikanın etkisiyle, zamanla ayanlar arasındaki rekabetlerin artmış ve ayanların silahlı güçleri arasındaki çatışmalar da had safhaya ulaşmıştır. Güçlü toprak sahiplerinin ulaşamadığı topraklarda ise haydut çeteleri türemiştir. Bölgeyi en çok uğraştıran haydut çeteleri, Kırcaliye ve Dağaliye çeteleri olmuştur (Palairet, 2000: 41-42). Haydut çetelerinden ve despot toprak sahiplerinden kaçan halk, zamanla toprak sahibi ve haydut çeteleri zulmünün en az hissedildiği dağlık bölgelere yerleşmeye başlamıştır.
1832 ve 1834 yılları arasında Bab-ı Âli, tımarları ortadan kaldırmayı başarabilmiştir. Bununla, ondalık vergilerin yeniden devlet hazinesine girmesi sağlanmıştır. Devlet, vergileri ilk elden, kendi memurları aracılığıyla toplama yolunu seçmiştir. Aynı zamanda merkezi gücün yeniden sağlanması eşkıyalığı azaltmış, artan yol güvenliği ile ticaret canlanmıştır (Palairet, 2000: 46). Palairet’in savına göre, 1838 yılında İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Balta Limanı Anlaşması, iddia edildiği gibi Osmanlı’nın ticaretini olumsuz etkilememiştir. Hatta İngiltere ile artan ticaret piyasaları canlandırmıştır. Olumsuz etki olarak gösterilen İngiltere ile olan ticaret açığını Osmanlı, İtalya ve Fransa ile yaptığı ticaretten verdiği fazlayla denkleştirmiştir. Yazar, 1853 yılına kadar ticaret dengesinin sağlanabildiğini belirtir (Palairet, 2000: 48).
Güvenliğin yeniden tesis edilmesi ve artan ticaret etkisiyle toprak fiyatlarında da artış yaşanmıştır. Büyük çiftlikler daha hızlı bir şekilde ve özgür köylerin üzerinde kurulmaya başlanmıştır. Bu yeni çiftlik kurma akımında geçmişin tımar sahipleri, toprak ağaları (gospodar) olarak tekrar sahneye çıkmıştır. Bu ağalar, devlete verilecek ondalık vergi dışında, köylüye, kendilerine verilmesi gereken ikinci bir ondalık vergi yükü getirmiştir. Bu sistem köylüler arasında büyük kızgınlıklara sebep olmuştur (Palairet, 2000: 50).
Ayanların köylünün toprağına keyfi el koyabilmesi ve Kırcaliye yağmaları sonucunda, nüfusun büyük bir kısmı 1790-1830 yılları arasında dağlık bölgelere çekilmiştir. Palairet, bu durumu, proto-sanayileşmenin temel taşlarından birinin (dağlık bölgelerde yaşayan yetersiz tarım arazisine sahip köylüler) oluşumu olarak açıklar ve Bulgaristan’ın “sanayi Rönesans’ı” olarak tanımlar. Aynı zamanda Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla, ocak tarafından korunan esnaf loncalarının da etkisini kaybettiğini ekler. Böylece, esnaf loncalarının serbest ticareti sınırlama etkileri de ortadan kalkınca 1840-1877 yılları arasında dağlık yörelerde sanayi canlanmıştır. Bu nedenle, Palairet, Immanuel Wallerstein tarafından da desteklenen Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıl ile sınai gerileme yaşayıp, Avrupa’ya bağımlı hale geldiği yönündeki görüşü sorgular (Palairet, 2000: 57-60). Sadece Palairet değil, Donald Quataert de bu sorgulamayı yapmaktadır. Karşı çıkılan genel kanı, imalat sanayisinde genele göre gerileme yaşanmış olsa da, 1870’den sonra bu durum düzelmiş ve neredeyse eski haline dönmüştür. Kendi kendine yetecek kadar üretimin yapılamıyor olması nedeniyle gerilemenin veya bir refah kaybının işareti olamayacağı, hatta belki tersi bir durumun bile söz konusu olabileceği belirtilmiştir. Kendine yetecek düzeyde üretimin olması, üretimde uzmanlaşma gereği doğurmayacak ve ticaretin canlanması ertelenebilecektir (Palairet, 2000: 61).
Fakat uluslararası ticarette yaşanan genel gerilemeye bağlı olarak, 1869-1877 yılları arası geçmiş on yıla kıyasla daha az ticari gelişmeye sahne olmuştur. Bulgaristan’da Osmanlı yönetimi Bulgaristan en verimli dönemini yaşarken sona ermiştir. Bu durum da Bulgaristan’da Osmanlı yönetiminin çökmesini Osmanlı ekonomisinin çökmesine bağlayan argümanı reddetmektedir. 1870’li yıllarda Bulgaristan’da toprak verimliliği Sırbistan’dan çok daha fazladır. (Palairet, 2000: 94-96).
Sırbistan, Osmanlı yönetimi altında, diğer bölgelere kıyasla oldukça az Müslüman nüfus barındıran bir sınır yönetimi olmuştur. 1791 yılında yapılan Svishtov Anlaşması ile Avusturya Paşalık haklarını, Sırpların kollanması şartı ile Osmanlı İmparatorluğu’na geri vermiştir. Böyle bir şart Osmanlı yönetimini de memnun etmiştir, çünkü o dönemde Sırpların da Osmanlı yönetiminin de bölgede şikâyetçi olduğu konu aynıdır; Yeniçeriler. Osmanlı yönetimi, Anlaşma’dan itibaren bölgedeki Yeniçeri etkisini azaltmaya çalışmıştır. Fakat 1798 yılında Fransa ile olan savaş nedeniyle Yeniçerilerin Belgrad’a dönmesine izin verilmek zorunda kalınmıştır. Yeniçerilerin bölgede köylüleri yönetimleri altına almaya çalışmasıyla, 1804 yılındaki Sırp İsyanı’nın çıkması arasında fazla bir zaman farkı yoktur. Karayorgiyeviç önderliğinde çıkan isyan, ancak 1813 yılında Rusların bölgeden desteğini çekmesiyle tam anlamıyla bastırılabilmiştir. 1814 ve 1815 yılında tekrarlanan isyanlar neticesinde, Bab-ı Âli, isyanın bu seferki lideri Obrenoviç önderliğinde sınırlı bir özerkliği kabul etmiştir (Palairet, 2000: 98-99).
Obrenoviç, bölgenin özerkliğini kaybetmesi tehlikesini kullanarak bölgeyi despot olarak yönetmiştir. Edirne Anlaşması ile bölgenin özerkliği güvence altına alınınca, 1838 yılında Obrenoviç sürgüne gönderilerek yerine Karayorgiyeviç’in oğlu getirilmiştir. 1859 yılında Obrenoviç’i sürgüne gönderen Anayasa Koruyucuları ve Krayorgiyeviç’in rejimi sonra ermiş, Obrenoviç tekrar iktidarı almıştır. Obrenoviç ve ardından oğlunun iktidarı 1868 yılına kadar sürmüştür.
Bölgenin bu çalkantılı siyası yaşamı, iktidara gelen her erki ordu kurma yönünde bir amaca sevk etmiştir. 1848-1858 yılları arası Sırbistan’da büyük bir askerileşme hareketi başlamıştır. Ülkenin neredeyse bütün ekonomisi ordunun ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda şekillenmiştir. Ordu, kendi ihtiyaçlarına ayrılan kaynakları “harcamamak” adına 1878 yılına kadar Sırbistan’a yapılacak bir demiryolu projesini onaylamamıştır (Palairet, 2000: 103). Bu durum ülkede iç pazarlara ulaşımı imkânsız hale getirmiş ve ülkenin ekonomik geleceğine çok büyük darbe vurmuştur.
Sırbistan, aynı dönem Bulgaristan’ına göre toprağa daha bağımlı bir toplumdur. 1863 gibi ileri bir tarihte bile toplam Sırbistan nüfusunun sadece yüzde 7’si şehirlerde yaşamıştır. Bu nüfusu da devlet görevlileri, zanaatkârlar ve bazı zengin tüccarlar oluşturmuştur (Palairet, 2000: 142). Bulgaristan’ın geçirdiği sanayileşme aşamalarını yaşamamıştır. Aksine, yüzyılın ortalarından itibaren giderek yoksullaşmıştır. Bunun temel birkaç nedeni vardır.
En temel nedenlerden biri nüfusun çok üretken bir nüfus olmamasıdır. Dönemde yazılan eserlerde yapılan temel eleştiriler, çoğu aile reisinin “tarlasında çalışmak yerine, hayvanlarını otlamaya bırakıp meyhane gittiği” şeklindedir. Bu bir örnek olsa da dönemin zihniyeti hakkında oldukça açıklayıcıdır. Aynı durum Bosna ve Karadağ için de geçerlidir ve literatüre “Dinar Usulü yaşam tarzı” olarak geçmiştir. Sırbistan’da tarım ihracatı asla temel ekonomik kalemlerden biri olmamıştır. Çünkü gelenek olarak aileler kendi tüketimleri için ürettikleri buğday, mısır gibi ürünleri satmayı aşağılayıcı bulmuştur. Bunun yanında, halkın tarımsal uğraşlar konusunda yatkınlığı yoktur. En verimli toprakların hayvancılık için otlak olarak kullanılması, bütün Sırbistan’da görülebilecek oldukça sıradan bir olaydır. Ayrıca dönemin zihniyeti gereği, daha çok çalışarak daha çok kazanma hırsı içerisinde olmak toplumca dışlanmaya sebebiyet vermiştir. Bu nedenle, Sırbistan köylerinde aileler arasında gelir farkları çok az olmuştur (Palairet, 2000: 129-130). Geçim kaynağı genelde domuz ihracatı ve daha sonraları gerçekleşecek olan erik ihracatıdır.
Sırbistan’ın ekonomik gelişimini belirleyen önemli bir kavşak noktası ihtilal döneminde mahkemelerin “toprağın onu açan ve işleyene ait olması” yönünde verdiği karardır. Bu karardan önce yasadışı ve küçük ölçekli olarak yapılan ormanları yok edip tarım alanı açma uygulaması, bu karardan sonra çok hızlı bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır. 1897 yılında ormanla kaplı alan ülkenin yüzölçümünün yüzde 10’una kadar düşmüştür (Palairet, 2000: 155).
Sırbistan’daki orman katliamı sadece bir doğa felaketi olmasının ötesinde, ekonomik felaketi de uzun vadede peşinde getirmiştir. Sırbistan’ın büyük bir ekonomik kaynağı olan domuz ihracatı, meşe ormanlarında beslenen iri ve yağlı domuzlar sayesinde oldukça gelişmiştir. Fakat bu orman katliamı meşe ormanlarını da etkilemiş, domuzlar mısırla beslenmek zorunda kalmıştır. Meşe ormanında beslendiği zamanki kadar iri olamayan domuzları köylüler, cılızken daha ucuz fiyatlara satmak zorunda kalmıştır. Kısa vadede ihraç edilen domuz sayısında düşüş yaşanmamış, bu durum iç piyasadaki domuzların tüketilmesiyle dengelenmeye çalışılmıştır. Fakat zaman geçtikçe mısır üretiminde de sıkıntı yaşanmasıyla domuz tüccarları mısırı Macaristan’dan satın almak zorunda kalmıştır. Bu satın alma işlemi de ihracattan elde edilen kârdan ciddi anlamda feragat edilmesini gerektirmiştir. İç piyasada yeteri kadar mısır mahsulü alındığı yıllarda bile, Sırbistan içerisindeki ulaşım ağı eksikliği dolayısıyla iç piyasadan mısır almak cazip olmamıştır. Sırbistan sınırlarında, büyük bölümü Macaristan’dan alınan mısırlarla beslenen domuzlar Avusturya ve Macaristan’a satılmıştır. Fakat zamanla kâr marjlarının oldukça düşmesiyle domuz ihracatı durma noktasına gelmiştir (Palairet, 2000: 116-121).
Domuz ihracatının da cazibesini kaybetmesiyle halk tarım ihracatı yapmak zorunda kalmıştır. Tarım ürünlerinin ihraç edilmesi noktasında ise ulaşım ağlarının yetersizliği ve toprak verimliliğinin çeşitli olmasıyla halk arasında gelir farkları açılmaya başlamıştır. Sonuç olarak Sırbistan 1850’li yıllara geldiğinde büyük bir yoksullaşma sürecine girmiştir. 1870’li yıllara gelindiğinde ise artık yoksullaşma toplumun her kademesindeki halkı ciddi anlamda etkiler hale gelmiştir. Yoksullaşmanın yarattığı imkânsızlıkla ve var olan imkânların yanlış kullanımıyla da Sırbistan, Bulgaristan gibi tarımda ve sanayide makineleşme aşamasına gelememiştir.
1878 öncesi Bosna ve Karadağ’ın görünümü de Sırbistan’dan çok farklı değildir. Bosna’nın, halk çeşitliliği ve yönetim tarzı Sırbistan ile oldukça benzerdir. Tek fark Müslüman nüfusun fazlalığıdır. Osmanlı öncesi dönemde Bosna kilisesi ve Bogomil inancı sürekli Katolik kilisesinin tacizlerine maruz kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede yönetimini kurmasıyla Bosna kilisesi cemaati fazla direniş göstermeden kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmeye başlamıştır (Palairet, 2000: 149). Merkezi yönetimin etkisi zayıfladıkça, Boşnak Müslümanlar zamanla, artan oranlarla kendi kendilerini yönetmeye başlamıştır. Osmanlı yönetimi merkezi gücü tekrar tesis etmeye çalıştığı her seferinde Bosna’da tepkiyle karşılaşmıştır. Ancak 19. yüzyılın ortalarından sonra bölgede Bab-ı Âli etkisini tekrar hissettirmeye başlamıştır. Fakat Boşnakların isteği merkezi hükümetin gücünü tekrar hissetmek değil, özerklik kazanmak olmuştur. Bosna’da ayanların hemen hepsi kendi silahlı kuvvetlerine sahip olmuşlardır 151. Buna karşılık Bab-ı Âli, Yeniçerileri Bosna’ya yerleştirmek istemiştir. 1839’a kadar bu doğrultuda devam eden mücadeleler, Tanzimat Fermanı ile birlikte şekil değiştirmiştir. Daha önce bölge gelirleri ve askeri güçler konusunda anlaşamayan ayanlarla merkezi yönetim, Ferman ile birlikte Gayrimüslimlere verilen haklar konusunda da karşı karşıya gelmişlerdir. Gayrimüslimlere verilen yeni haklar Müslüman Boşnakların hoşuna gitmemiştir.
Huzursuzlukların çözülüp sükûnetin sağlanamaması üzerine 1848 yılında bir toprak ve vergi reformu gerçekleştirmesi için Bab-ı Âli, Tahir Paşa’yı bölgeye göndermiştir. Bölgede toprak dört farklı şekilde kullanılmıştır. İlki küçük çiftliklere sahip büyük çoğunluğu Müslüman olan özgür köylülerdir. İkinci kullanım şekli, köylülerin çiftlik sahibinin arazisinde çalışarak, ondalık vergiyi mahsulün tutarından çıkardıktan sonra geriye kalan mahsulün dörtte bir veya üçte birini çiftlik sahibine vermeleri şeklinde devam eden sistemdir. Üçüncü grup çiftçi, ikinci gruba benzer şekilde fakat toprağı da çiftlik sahibinin tohumu ve araç gereciyle işleyip verginin ödenmesinden ve tohumluk ayrıldıktan sonra kalan mahsul miktarının yarısını alan köylülerdir. Dördüncü ve en zor koşullarda yaşayan köylüler, hanede çalışabilecek durumda bulunan erkek nüfusunun yarısının emeğini, çiftlik sahibine tarla kirası karşılığında vermesiyle kurulan sistemdir. Bu sistemde aile vergiyi ödedikten ve tohumluklar çiftlik sahibine iade edildikten sonra kalan ürünün dokuzda sekiz veya beşte dördünü alabilen köylülerdir. Tahir Paşa ve komisyonu dördüncü tip çalışma şeklini yasaklayan bir yasa getirmişlerdir. Beden gücüyle kira ödemek yerine ortakçılık yöntemi ile toprağın sürülmesini söyleyen yasa birçok çiftlik sahibini büyük maddi zarara uğratmıştır (Palairet, 2000: 154-155). Bu bağlamda 1848 Müslüman ayaklanmasının Tahir Paşa’nın çıkardığı yasa ile aynı yıl olması bir tesadüf değildir. Sürekli ve büyük isyanlar olduğu için merkezi hükümet Tahir Paşa’nın reformunu bölgede hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleştirememiştir. Aksine, eski toprak işletim sistemi de çöktüğü için Bosna’da büyük bir tarımsal durgunluk yaşanmıştır. Vergilerini ödeyemeyen köylüler hapishaneleri doldurmuş, vergilerin yüksekliği toplumda yüksek sesle ifade edilmeye başlanmıştır. 1874 yılında gerçekleşen ve bölgenin Osmanlı elinden çıkmasına neden olan ayaklanma da bir vergi anlaşmazlığı yüzünden çıkmıştır (Palairet, 2000: 159).
Bununla birlikte, Bosna zaten doğal ticaret yollarına veya önemli tarımsal ürünlere hiçbir zaman sahip olmamıştır. Bosna’nın zenginliği yer altı kaynaklarıdır. Balkanların en zengin doğal kaynakları Bosna’dadır. Fakat bunun da çıkarılması, işletilmesi ve ekonomiye kazandırılması için Avusturya yönetimini beklemek gerekmiştir. Sahip olduğu doğal kaynakların değerinden habersiz olan Bosna, yabancı yatırımları da devlet kesesinden aşırı kâr elde edecekleri korkusuyla kaçırmış, ayrıcalık haklarına çok yüksek fiyat biçmiştir (Palairet, 2000: 179).
Yaşanan sık isyanlara ve tarımsal durgunluğa rağmen Palairet, reformların Bosna’da nispeten etkili bir sükûnet yarattığını belirtir. Vergi ve toprak konusunda amacına ulaşamasa da reformlarla gerçekleşen mülkiyet güvencesi bölgenin asayişinde önemli ilerlemelere sebep olmuştur. 1835-1838 ve 1864-1865 yılları arasında Bosna’nın ticareti Sırbistan’ın ticaretine göre daha büyük bir gelişme göstermiştir.
Karadağ 1852 yılına kadar Osmanlı tehdidini topraklarında hissetmemiştir. 1851 yılında Osmanlı ordusunun Hersek’e yaptığı başarılı seferden sonra Ömer Paşa Karadağ’ı işgal etmiştir. Fakat Rusya’nın ve Avusturya’nın baskısıyla işgal kaldırılmak zorunda kalınmıştır. Osmanlı tehdidini yakında hissetmek Karadağlı aşiretleri birleşip merkezi bir güç oluşturmaya itmiştir. 1860-1916 yılları arasında hüküm süren Prens Nikola, Ömer Paşa ile tekrar karşılaşmıştır. Ömer Paşa bu sefer işgali gerçekleştirebilmiştir. Osmanlılar ile barışı korumak zorunda olan Karadağ, işgali izleyen 13 yıl boyunca ekonomik istikrar ve kurumsal ilerleme dönemi yaşamıştır (Palairet, 2000: 164).
Karadağ, coğrafi yapısı gereği diğer Balkan ülkelerinden daha şanssızdır. Dağlık yapısı nedeniyle tarım alanları oldukça küçüktür ve verimsizdir. Bunun yanında çok sert geçen kışları vardır. 19. yüzyılda kıtlık ve açlıktan ölümlerin yaşanmadığı bir kış olmamıştır. Fakat Karadağ’ın avantajı canlı hayvan bolluğudur. 1868 yılında aile başına 21 koyun, 10 keçi, 3.8 büyükbaş hayvan, yarım domuz ve 1.7 arı kovanı düştüğü kayıtlara geçmiştir. Dönemde temel ihracat kalemleri canlı hayvan, özellikle hekimlikte kullanılan otlardan oluşan toplayıcılık ekonomisi, tatlı su balıkçılığı ve kurutulmuş ettir. Toprakların büyük kısmı bağcılık ve erik yetiştirmeye uygun olmadığı için alkol ithal edilmiştir. Bu nedenle alkol pahalı olmuştur. Alkolün pahalı olması Bulgaristan ve özellikle Sırbistan’da oluşan meyhane kültürünün Karadağ’da yerleşmesine engel olmuştur (Palairet, 2000: 164-167).
Karadağ’ın ataerkil kültürü, diğer Balkan bölgelerine kıyasla oldukça baskındır. Toplumsal roller açısından Karadağlı erkekler askerdir, savaşçıdır. Bu nedene el işi gerektiren işleri erkeklerin yapması aşağılayıcı olarak görülmüştür. Erkeğin görevi sadece ailesini korumak ve çobanlık yapmaktır. Yoksullaşmayla birlikte erkeklerin eşkıyalığı da bir iş kolu olarak gördüğü gözlemlenmiştir. 1878 yılına kadar eşkıyalık aile geçindirmenin alternatif bir yolu olarak ekonomide yerini korumuştur. Bu yapı kadının tarla ve ev işleri dahil ağır işlerde ezilmesine sebep olmuştur. Tarımla ilgilenmeyen erkek nüfus tarımda makineleşmeyle veya verimi arttırmakla ilgilenmemiştir. Sosyal yapı gereği kadına da söz hakkı tanınmamıştır. Bu nedenle tarımda gelişim çok sınırlı kalmıştır. Çiftçilik gibi tüccarlık da Karadağ erkekleri tarafından aşağılayıcı görülmüş, ülkedeki ticareti Müslüman ve Katolik Arnavutlar sürdürmüştür (Palairet, 2000: 170).
Proto-sanayileşmenin gerçekleşmesi için çok çalışıp çok kazanma kültürünün topluma oturması ve kadın iş gücünün piyasaya kazandırılması gerekmektedir. Karadağ’daki toplumsal yapı kadınların iş gücüne katılmasına engel olmuştur. Bu nedenle proto-sanayileşme aşamasına geçiş mümkün olmamıştır (Palairet, 2000: 170).
Yazarın iddiası, 19. yüzyılın başında Balkanlar’ın yaşadığı ekonomik çöküşün sebebinin Osmanlı İmparatorluğu’nun kötü mali/siyasi politikaları değil, aksine özerkliklerin ve bağımsızlıkların alınmasıyla kaldırılan Osmanlı kurumlarıyla hali hazırda işleyen pazar ekonomisini oluşturan faktörlerin artık işleyememesidir. Bununla birlikte Balkanlar’ın bu dönemde yaşadığı çöküşün de bahsedildiği gibi büyük bir kıtlık olmadığı, kısıtlı da olsa pazar ekonomisinin devam edebildiği yazarın görüşleri doğrultusundadır.
Bulgaristan’da sık sık çıkan küçük çaplı ayaklanmaları Osmanlı yönetimi çok fazla önemsememiştir. Gerçekten de bu isyanların çoğunu bastırmak Osmanlı için çok kolay olmuştur. Fakat söz konusu isyanlar Bulgar ulusçuluğunun kıvılcımları niteliğindedir. Ticaretin yoğunlaşması da eğitime olan önemi arttırmıştır. Özellikle Bulgaristan’da ticaret ve sanayi ile uğraşan yerleşim yerlerinin etrafında Bulgarca eğitim veren okullar açılmaya başlanmıştır. Okulların maddi giderleri yerli zengin eşraf tarafından karşılanmıştır. Eğitime olan bu ilgi ülkedeki okuryazar oranını bir anda yükseltmiştir. Toplumda yeterli konuma gelemediğini düşünen aydınlar, milliyetçilik ideolojisine sarılmıştır. Hatta bu ideolojiye o kadar saplantıyla bağlanmışlardır ki kendi ülkelerine ve kiliselerine yabancılaşmışlardır. Yazar, Bulgarların sanayi rönesanslarını “çürümüş”, “yozlaşmış” ve “despot” Osmanlı yönetimine karşı kazanılmış bir zafer olarak görmelerini bu saplantılı milliyetçilik ideolojisinin bir sonucu olarak açıklar (Palairet, 2000: 186-187). Daha önce de bahsedildiği gibi Bulgaristan’ın ekonomik çöküşü Osmanlı kurumları yüzünden değil, Osmanlı kurumlarının ülkeden çekilmesiyle gerçekleşmiştir. 1878 yılından 1914 yılına kadar gerçekleşen ekonomik çöküş nedenleri ve sonuçlarına çalışmanın ikinci bölümünde yer verilecektir.
Aynı bakış açısı Bosna için de geçerlidir. Yazarın iddiası, 1878 öncesi dönemde Bosna’nın o dönemin literatüründe çizilen resim kadar yoksul olmadığıdır. Bosna’nın ekonomik dinamizminin eksikliği hususunda bütün suçun Osmanlı yönetiminde olmadığı, Dinar usulü yaşamın getirdiği “miskin” toplumun da etkisini gözden kaçırmamak gerektiği belirtilir (Palairet, 2000: 188).
Osmanlı yönetiminden çıkmış Sırbistan ise, fakirlik ve zenginlik arasında gidip gelen oynak bir ekonomiye sahip olmasına rağmen dönemin şartlarıyla kıyasladığında zengin bile sayılabilmektedir. Kültür alışverişine yetmeyecek düzeyde iç ve dış ticaret yapılması Sırp ulusçuluğunun Bulgar ulusçuluğunun olduğu hızda gelişmemesine neden olmuştur. Sırp ulusçuluğu ülke içerisinden değil, Macaristan’ın sınırlarında küçük bir seçkinler topluluğu tarafından Novi Sad’dan gelişmiştir. Yöneticiler bu kültürel hareketi ülke içerisine çekmeye çalışmış olsalar da başarılı olamamışlardır. Okul ağı yeterli derece kurulmamış, yerli öğretmen yetiştirilememiştir. Sırbistan’da okuryazar oranı Bosna’dan düşük olmuş, Bulgaristan’ın çok altında kalmıştır (Palairet, 2000: 189-193). Sınai gerileme her bölgede gerçekleşmemiş, bazı bölgeler gerilerken bazı bölgeler ilerlemiştir. Sadece gerileyen bölgelere odaklanmak, dönemin yanlış yorumlanmasına sebep olmaktadır.
Balkanlar’da yaşanan ulusçuluğun ekonomik gelişme ile doğrudan bağı olmuştur. Ticaret ile dış dünyaya açılan Balkan milletleri, bütün dünyayı etkisi altına alan ulusçuluk akımının etkisine girmek için oldukça açık hale gelmiştir. Osmanlı yönetiminin etkisinin zayıflaması, ulusçu düşüncelerin gelişmesi için uygun zemini yaratmıştır. Palairet, yaptığı bu iktisat tarihi çalışmasıyla 19. yüzyıldan bu yana, özellikle Osmanlı yönetimi aleyhine öne sürülen bazı iddiaları çürüttüğünü ortaya atmaktadır. Eserin ilk bölümünün genel olarak ortaya attığı tez, Balkan ekonomilerinin ulusçuluğun geliştiği dönemde iddia edildiği kadar kötü olmadığıdır. Hatta ekonomik hayatın canlılığı sayesinde milliyetçi düşünceler yeşerebilmiştir.
Özge KOBAK
KAYNAKÇA
- http://www.ed.ac.uk/history-classics-archaeology/history/about/staff-profiles/profile_tab5_academic.php?uun=palairet&search=5¶ms=.
- Evans, Graham & Newnham, Jeffrey (2007), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, (Çev. H. Ahsen Utku), İstanbul: Gökkubbe Yayınları.
- İnalcık, Halil (2012), “Osmanlı Döneminde Balkanlar tarihi Üzerinde Yeni Araştırmalar”, GAMER, 1/1, ss. 1-10.
- Karpat, Kemal (2014), Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, İstanbul: Timaş Yayınları.
- Palairet Michael (2000), Balkan Ekonomileri 1800-1914 (Çev. Ayşe Edirne), İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
- Uzun, Turgay Ulus (2003), “Milliyetçilik ve Kimlik Üzerine Bir Değerlendirme”, Doğu Batı Dergisi, 6/23, ss. 137-161.
- Volkan, Vamık D. (2009), Körü Körüne İnanç Kriz ve Terör Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderler, İstanbul: Okuyan Us Yayınları.