İSRAİL: ULUS DEVLET VE SONRASI

upa-admin 19 Temmuz 2018 1.963 Okunma 0
İSRAİL: ULUS DEVLET VE SONRASI

Sadece Ortadoğu çalışmalarında değil, uluslararası ilişkilerin pek çok alanında da İsrail konusu her zaman dikkat çekmekte ve farklı polemiklere neden olmaktadır. 1897 Dünya Siyonizm Kongresi’nden 1917 Balfour Deklarasyonu’na, 29 Kasım 1947 tarihli 181 sayılı BM Genel Kurulu’nun “Taksim planı”ndan Mayıs 1948’de İsrail’in “bağımsızlık ilanı”na kadar geçen 50 yıl, “ulus inşa süreci” ve “devlet kurma hazırlığı” olarak Siyaset Bilimi ve Sosyal Bilimler disiplinlerinde her daim dikkat çekmiştir. Zira “düzenli göçler”le daha Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Tel Aviv-Yafa yerleşimleri, gün gelmiş bir devletin teritoryal alanını ifade etmiştir. Bununla birlikte, Dünya Siyonizm Kongresi’nin düzenlenme koşulları, Osmanlı coğrafyasının dışında İsviçre’nin Basel kentinde oluşmuştur. Ve Kongre’ye giden takvim, Orta ve Doğu Avrupa’da, Rusya’da artan Yahudi karşıtı politikalar, anti-semitizmin yaygınlaşması, Theodor Herzl’in hem Kongre’deki işlevini ortaya koymuş, hem de Yahudiler’e “ulusal vatan” kurma düşüncesini Batı kamuoylarında meşrulaştırmıştır. Herzl, “Yahudi Devleti” kitabında, Yahudiler’in yaşadıkları ülkelerde “ikinci sınıf vatandaş” ya da “göçmen”, “misafir” konumunda olduklarını, bu yüzden “kendi ulusal vatanları”nda rahat yaşamaları gereğini ve -kendince- zaruretini dile getirmiştir. İşte bu zihniyetin kilometre taşları, 1917’de Kudüs’ün İngilizler’in eline geçmesinin akabinde, İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un adıyla yayınlanan deklarasyonda, Kraliyet hükümeti adına Yahudiler’e “ulusal vatan kurma” vaadiyle ete kemiğe bürünmüştür.

İngltere, 2. Dünya Savaşı sonrası, dekolonizasyon sürecinde, sömürgelerinden “dekolonizasyon” politikası zemininde çekilirken, bu kararın uygulanmasından önce BM Genel Kurulu 181 sayılı kararıyla, “iki devletli çözüm”ü içeren bir “Taksim planı”yla, Yahudi devletini garanti altına almıştır. Düzenli göçlerle ve toprak satın almalarla Yahudiler fiilen kendilerine 181 sayılı kararda verilen “toprak çoğunluğu”nu, nüfusta çoğunluk olmamaların karşın elde etmişlerdi. Bu topraklarda Araplar’ın yaşadığı realitesi, 181 sayılı karardaki, nüfusun çoğunluğu ve toprağın azınlığı olmaları zemininde akıllara  gelmişti.

İsrail, İngiliz sömürge idaresi biter bitmez ilan edilirken, Arap ya da Filistin devleti uygulamaya konulamamış, İsrail devleti, Filistin devletsizliğiyle bir ters orantı çizmişti. Bu “tek devletli çözüm” mantığı, aslında 2. Dünya Savaşı’nda Yahudiler’e yönelik Holokost’un maddi tazminatını Almanya’dan, toprak tazminatını ise Avrupa’dan değil, Ortadoğu’dan verilmesiyle sonuçlanan bir tarihsel vicdan muhakemesinin Avrupa’daki yansımasıydı. Halbuki bu bir başka drama, Filistinli Araplar’ın devletsizliği, mülteci konumuna dönüşmeleri ve ekonomik-sosyal felaketleriyle örülen bir başka tarihe mal olmuştu.

İsrail’in bölgedeki varlığı tarihsel olarak bu topraklarda kurulan Yahudi krallıkları, ondan önceleri Hz. Musa’nın Mısır’dan Kudüs’e göçü ve Tanrı’nın vaat ettiği topraklar yüzeyinde açıklanmıştır. Kudüs’te tek tanrılı dinlerin “ilk tapınağı” Hz. Süleyman mabedinin inşası, Hristiyanlar açısından Hz. İsa’nın mirası, Müslümanlar için “ilk kıble” Mescid-i Aksa ve Miraç Gecesi derken, “corpus seperatum” olarak BM tarafından ilan edilen “eski şehrin” konumu bile çok tartışmalı olmuştur.

1948-49 Arap-İsrail savaşı İsrail ve Filistin arasında geçmemiştir. Bus savaşta Batı Şeria Ürdün, Gazze ise Mısır tarafından ele geçirilmiş, 1967 ve 1973 savaşlarında, anılan yerlerle birlikte, Golan Tepeleri de İsrail tarafından işgal edilmiş, bu işgal BM Genel Kurulu’nun 1967 tarihli 242 sayılı kararıyla da tescillenmiştir. Ne var ki, İsrail, ABD desteği ve kendi askeri üstünlüğüne güvenerek, işgallerle kendi hukukunu oluşturmuştur.

1993 Oslo süreciyle, İsrail-Filistin Özerk Yönetimi barışına giden yolda, 1958’de El Fetih’in, 1964’de El Fetih’in en büyük bileşeni olduğu FKÖ’nün kurulmasıyla Arap rejimlerinin pek te benimsemediği temelde Filistin’in adı konmuştur. Gelgelelim 1993, 1987’deki 1. İntifada’nın bir sonucu gibi görülse de, 2000’deki “2. İntifada”, bu sürecin budanmasına, Filistin Otoritesi içerisinde Hamas’ın güçlenmesine, sonunda 2007’de Hamas’ın Gazze’de tek taraflı yeni rejimiyle Filistin’in bölünmesine engel olamamıştır.

Bugün gelinen noktada çok önemli soru işaretleri vardır. Öncelikle İsrail parlamentosu Knesset’te kabul edilen “ulus-devlet yasası”, Fransız Devrimi’nden itibaren yurttaşlık temelli, sosyolojik ulus tabanına dayanan liberal milliyetçilik kuramından tamamen farklıdır. Zira bu yasa, etnik-din temelinde ayrımcı bir yurttaş tanımı yapmakta, resmi dil konusunda bile geriye giderek, Arapça’yı yok saymaktadır. Peki İsrail bu yasayla “din devleti” mi olmaktadır? Yanıtı karmaşıktır; çünkü İsrail zaten laik bir devlet değildir, ancak etnik-dinsel kimliğin beraber sayılması, yurttaşlığı bir ayrıcalık haline getirmektedir. Araplar’ın 2 milyona yaklaşan varlığı, hukuksal statünün dışına çıkartılmaktadır. Müzakerelerde bile her bir konuyu Tevrat’a dayandırarak, sözgelimi “Kudüs’ün statüsü” masaya  bile getrilemez tavrı, iç ve dış politikasının çerçevesini ortaya koymaktadır. Trump’ın ABD Başkanı olarak göreve gelmesinden sonra İsrail Başbakanı Netanyahu yani Bibi’nin eli rahatlamış, geçen Mayıs’ta ABD Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması kararıyla, kapsamlı çözüm olmadan, fiili işgalin “tek devletli çözüm”e bağlanmasına vesile olmuştur. Burada klasik ulus-devlet kuramındaki “kendi kaderini tayin hakkı” bile alt üst edilerek, ülkenin sadece belli yurttşlarına “irade hakkı” verilmektedir. İlgili madde şöyle aktarılmaktadır. “Ülkede kendi kaderini tayin etme hakkı sadece Yahudilere aittir, İsrail bir Yahudi devletidir, İsrail dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi anavatanıdır, hukukta bir boşluk olduğunda Yahudi şeriatı referans alınacaktır, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönme hakkı vardır, Yahudilerin dini günleri resmi tatil sayılacaktır ve İsrail’in başkenti Kudüs’tür.” (https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilde-yahudi-ulus-devlet-yasasi-kabul-edildi/1208156)

Bildiğimiz vatan ve ulus kavramları bu kapsamda yer değiştirmiş, İsrail, ülke içindeki ve dışındaki Yahudiler’in “tek devleti” olarak ilan edilirken, kendi yurttaşı olan Araplar’ı, kademeli bir yurttaşık konumunda ele alan bir ülke olarak değerlendirilmiştir. İlginç olan bir başka konu da, İsrail’in “yazılı bir anayasası”nın olmamasıdır. Dolayısıyla, bu yasal değişiklik “anayasal zeminde” bir temel yasa olarak ele alındığı takdirde, Batı tipi ulus-devletle ilgisiz bir amorf yapı oluşmaktadır.

Yerkürenin herhangi bir coğrafyasında yaşayan Yahudi kökenli bir kişi başvurduğu takidirde “doğal İsrail yurttaşı” olurken, İsrail devletinin varlığında, Holokost sonrası “ayakta kalma” ve İsrail devletine yönelik herhangi bir tehdit “bir daha asla” refleksiyle ele alınmaktadır. Sefarad ya da Aşkenaz olsa da, Ladino ya da Yidiş konuşsa da, Tevrat’ın dili İbranice’de birleşen, esmer tenli ya da sarı saçlı-mavi gözlü insanların, “Yahudi kimliğinde” oluşturdukları veya oluşturmalarına zemin hazırladıkları İsrail devleti, gerçekten bir ulus devlet mi, ırk devleti mi, din devleti mi yoksa kendine özgün bir yapı mıdır? Ancak bu ayrım/ayrımcı rejim anlayışı ne Yahudiler’e ne Araplar’a ne de insanlığa yaramaktadır. Muhafazakar siyasetin küresel ittifakı yerküre üzerinde potansiyel şiddeti daha da beslemektedir.

 

Dr. Deniz TANSİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.