Kitabın Künyesi: Tanıl Bora (2015), Türkiye’nin Linç Rejimi, İstanbul: Birikim Yayınları.
Türkiye düşün hayatına çok önemli katkılar sağlayan Tanıl Bora, ‘’Türkiye’nin Linç Rejimi’’ adlı eserinde, Türkiye’nin tarihsel gelişiminde birçok kez meydana gelmiş olan linç olgusunu kuramsal bir yaklaşımla ele almıştır. Linç kültürünü ortaya çıkaran koşulların derinlemesine bir analizini sunan Bora, “medeniyet kaybı” olarak nitelendirdiği linç olgusunun Türkiye’de nasıl meşrulaştırıldığını ve hangi söylemlerden beslendiğini mukayeseli bir şekilde incelemiştir.
Kitabın sunuş kısmında, linç olgusu sözlükteki karşılığıyla tanımlanmış olup, lincin bir cezalandırma eylemi olduğuna değinilmiştir. Linci modern bir kelime olarak tanımlayan yazar, kavramın ilk kez Amerikan İç Savaşı sırasında ırkçı Ku Klux Klan örgütü tarafından siyahlara uygulanan şiddeti tanımlamak için kullanıldığını vurgulamıştır. Linç sözcüğüyle hukuk arasındaki ilişkiye dikkat çeken Bora, “linç hukuku”nu hukuksuzluk hali olarak tanımlamaktadır. Hukukun istisna haline dönüştüğü bir durumda, adaletsizlik, meşrulaştırılmakta ve doğallaştırılmaktadır. Lincin hukuk ile olan ilişkisine değinildikten sonra, kavramın gündelik dildeki yansımalarına odaklanılmıştır. Linci “kalabalığın azınlığı çiğnemesi” olarak tanımlayan Tanıl Bora, özellikle linç kavramıyla sık kullanılan “güruh” sözcüğünü tanımlamıştır. Değersiz kalabalık, sürü anlamına gelen güruh ifadesi, lincin hem öznesi, hem de nesnesi olabilmektedir. Linç deneyiminin girişim ve ajitasyon aşamasından itibaren kitleyi güruh haline çevirdiğine değinen Bora, bu durumu lincin insanı dehşete düşüren yanı olarak ifade etmektedir.
Kitabın giriş kısmında linç olgusuna yönelik temel bir perspektif çizildikten sonra, erken dönem Cumhuriyet’te yaşanan linç olaylarına yer verilmiştir. Bu bakımdan Türkiye tarihinin en elim linç vakalarından biri olarak 6-7 Eylül (1955) olaylarına değinen yazar, bu linç olayının yargı, polis, idare ve hükümet açısından nasıl anlamlandırıldığını açıklamıştır. 6-7 Eylül linç olaylarının yargı aşamasına taşınmasını emsal bir olay olarak değerlendiren Bora, bu durumun temel sebebini askeri darbeyle indirilen Demokrat Parti iktidarına yönelik Yassıada’da gerçekleşen olağanüstü yargılamayla ilişkilendirmiştir. Sabık hükümeti mahkum etme girişimi nedeniyle, dava, araçsallaştırılmıştır. 6-7 Eylül linç olaylarının skandalize edildiğini belirten Tanıl Bora, bu durumu Türkiye’deki devlet ve yargı pratiğinde bir istisna hali olarak yorumlamaktadır. Erken dönem Cumhuriyet döneminde meydana gelen olayların sadece 6-7 Eylül olaylarıyla sınırlı kalmadığını belirten yazar, özellik tek parti döneminde gerçekleşen Razgard ve Hatay meselelerine de değinmiştir. Tan Gazetesi Baskını ve Trakya’da Yahudilere yönelik şiddet olayları da (1934 Trakya Olayları) kitapta linç olgusu üzerinden değerlendirilmiştir. Bu tarz linç olaylarının basında meşrulaştırıldığına dikkat çeken yazar, iki olayın da yargılama konusu edilmediğine ve milli bir infial olarak haklı gösterilmeye çalışıldığına yer vermiştir. Milli infiale dayanan sokak hareketlerini inceleyen Bora, “resmi görüş”ün bu tarz olayların hükümet kontrolü altında tutulması, istenmeyen gösterilere yer verilmemesi, ortaya çıkan şiddetin cana değil eşyaya zarar vermesi gibi kriterlerle temellendirildiğini belirtmektedir. Bu noktada tekrardan 6-7 Eylül olaylarına değinen yazar, millilik atfedilen bu galeyanın Türkiye tarihinde meşruiyetinin resmi olarak hukuk aracılığıyla sorgulandığı tek dava olduğunu belirtmiştir. Tanıl Bora’ya göre, ne yazık ki bu kazanımlar kalıcı bir noktaya evrilememiştir. Bu durumun en temel sebebi, darbeyle devrilen iktidarı suçlama kaygısıdır.
‘’Milli refleks’’ olarak meşrulaştırılan şiddet olaylarının lince yol açmasının sadece Türkiye’ye özgü olmadığı belirtilse de, Türkiye’de bu durumun adeta bir devlet geleneği olarak ön plana çıktığına değinilmiştir. Tırnak içerisinde zararlı ve tehlikeli olarak görülen kişi veya gruplara yönelik linç olaylarının “milli refleks”i hareket geçirdiğine atıf yapılmış, hatta bu durumun gayrinizami bir asayiş tedbiri olarak işlev gördüğüne dikkat çekilmiştir. Devletin şiddet tekelinin geçici bir süreliğine “millet”e devretmesinin problem sayılan gruplar için açık bir tehdit niteliği taşıdığı belirtilmiştir. Milli refleksin meşruiyetini ve sağladığı kollama mekanizmalarını çözümleyen yazar, “milli öfke”yi seferber edip tekrardan kontrol altına alma durumunu faşizm sarkacı olarak tanımlamaktadır.
Milli refleksin bir siyaset aracı olarak kullanıldığı zaman yaşanan acı olaylara değinen yazar, daha önceden tanımladığı örgütlü güruhların medya tarafından da fanatik bir saldırganlık diliyle linç seferberliğine katılmaya teşvik edildiğini ifade etmektedir. Yaşanılan durumları belirli sloganlarla lanetlemeyi ‘’bizden’’ sayılmanın vazgeçilmez bir nişanesi olarak değerlendiren yazar, zaman içerisinde sembolik lincin fiili lince dönüşme potansiyeli taşıdığını vurgulamaktadır. Bu durumu örneklendiren Bora, “Kürt” kimliğiyle özdeşleştirilmiş kuruluşlar, mahalleler, dükkanlar ve evlerin lincin öngörülen standart mecraları olduğunu aktarmaktadır. Bu bağlamda beşeri sorunların karmaşıklığına dikkat çeken yazar, kısa zamanda halledilemeyecek bu tarz sorunlarda günah keçisi aramanın bütün sorumluluğu ortadan kaldırmak konusunda işlevsel olduğunu değinmektedir.
Lincin politik bir yöntem olarak kullanılmasının bizatihi siyasetin kendisini inkar etmek olarak görüleceğini belirten yazar, bu durumun aynı zamanda toplum olmanın da inkarı anlamına gelebileceğini söylemektedir. Bu noktada özellikle toplumun, ‘’biz iyiyiz’’ ifadesi yerine evrensel değerlerle tanımlanmasının ve insanların birbirine karşı kendisini sorumlu hissetmesinin gerekliliğine yer verilmiştir. Tek ortak bağın ‘’biz’’ olarak tanımlandığı ve kendi içine kapanıp aidiyet yemini yapmanın intikamcı bir linç güruhu yaratacağını belirten Bora’ya göre bu durum toplum olma vasfının yitirilmesi ve insanların güven duygusunun tahribata uğramasına yol açmaktadır. Öfkenin dile getiriliş biçimlerini çözümlemeye devam eden yazar, özellikle barışçı gösteri olarak övülen ve genelde orta öğretim öğrencilerinin de katıldığı ortamların sosyolojik olarak ‘’pop milliyetçiliği’’ ile tanımlandığını ifade etmektedir. Savaş dilinin her zaman fiili lince dönüşmediğini belirten yazar yine de sosyalleşme yapılarının kriz içerisinde olduğu bir toplumda kalabalık içerisinde kendini güçlü hissetme eğiliminin millikle meşrulaşan reflekslerle birlikte tehlikeli sonuçlar doğurabileceğinin altını çizmektedir.
Lincin bir akıl tutulması olduğu kadar aynı zamanda bir manevi yozlaşma anlamına da geldiğini belirten Bora, kayıpları için bir an sessiz kalamayan, tepkisini mutlak surette intikam ve şiddet diliyle iletmek isteyen bir toplumun duygu tutulması içerisinde olduğunu vurgulamaktadır. Bu noktada itidal kavramının önemine değinen yazar, bu itidal çağrılarının taktiksel bir kaygıyla değil medeniyet kaybı kaygısıyla yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Yetkililerin itidal çağrısını sarkacın olağan salınımı içerisinde değerlendiren Bora, linç ortamının “haklı tepki” hoşgörüsüyle galeyana getirilmesi devam ettikçe, itidal çağrılarının nafile kalacağını söylemektedir. Konuyu örneklendirerek açıklamaya devam eden yazar, Almanya’da yapılan bir araştırmanın sonuçlarını aktarmaktadır. Yayımlanan çalışmanın sonuçları göstermektedir ki; taşrada Yahudilere karşı gösterilen tahammülsüzlüğün Nazi yönetimine bile zorluk yaşattığı, bu saldırganlık ruhunun onların otoritesini bile çiğnediği gerçeğidir. Nazi Almanyası’yla günümüz Türkiye’si arasında mukayeseli linç örneklerini aktaran Tanıl Bora, Türkiye’de linç girişimlerinin belirli bir rutine oturduğunu vurgulamaktadır. Bu linç girişimlerinde Kürtler başta olmak üzere solcular ve eşcinsellerin sıklıkla hedef haline getirildiği görülmektedir. Linç girişimlerinin devletin şiddet tekelinin içini boşalttığını ve devlet otoritesini zayıflattığını vurgulayan Bora, genelde linç olaylarına karşı gerekli müdahalelerin yapılmadığını, şiddetin önlenmediğini belirtmektedir.
Linç tatbikatlarının ve linç atmosferinin Türkiye’nin “kriz idaresi” yöntemi olarak işlev gördüğüne dikkat çeken yazar, bu durumu Nazi Almanyası ile karşılaştırarak analiz etme yoluna gitmektedir. Michael Wildt’in 1919’dan 1939’a kadar Almanya’nın taşralarında Yahudilere yönelik şiddeti araştıran çalışmasına değinen Bora, çalışmanın taşra odaklı olmasını, taşranın azınlıklar için daha emniyetsiz olması ve çoğunluk baskısının daha hissedilir olmasıyla açıklamaktadır. Şiddet unsurunun Naziler için kurucu bir rol üstlendiğine değinilen çalışmada özellikle “Almanlığın kutsal öfkesi”ne hitap eden Nazi propagandasının Yahudileri, komünistleri ve özüne yabancılaşmış grupları tehdit eden niteliğine yer verilmiştir. Araştırmanın ayrıntılarını aktarmaya devam eden Bora, Nasyonal Sosyalist hareketin bu noktada propaganda ve ajitasyonla milli cemaate uymayan gruplara, yani Yahudilere yönelik uygulanan şiddeti meşrulaştırdığına dikkat çekmektedir. Nazilerin Yahudilere karşı şiddeti hoş görme politikasının lincin fiilen serbest bırakılması manasına geldiğini belirten yazar, bu durumun aşağıdan yukarıya olağanüstü hale alan açtığını ifade etmektedir. Taşradaki linç kampanyalarının milli cemaat oluşturulmasındaki önemine dikkat çekilirken, aynı zamanda güçlü bir tehdit ve mağduriyet algısıyla Yahudileri düşmanlaştıran bir politik iklimin tesis edildiği vurgulanmaktadır.
Nazilerin organize ettiği eylemlerin yeni bir düzen kurmayı amaçladığını belirten Bora, Yahudilere karşı uygulanan şiddetin Alman yetkililer tarafından genellikle münferit eylemler olarak kayda geçirildiğine dikkat çekmektedir. Aynı zamanda birçok maddi zarar ve darp olayının kayda geçmediğini ifade eden yazar, özellikle yaşanan her olayda Yahudilerin bir şekilde suçlu olarak gösterilmesini küstahlıkta sınır tanımayan bir sinizm olarak aktarmaktadır. Yahudilere yönelik tabandan gelen öfkenin parti ve hükümet tarafından daha sert önlemlere ve ırkçı düzenlemelere zemin hazırladığı gerçeğini de unutmamak gerekir. O halde bir döngüsel işleyiş halinde milli bünyeyi zehirleyen Yahudilere karşı Alman halkının tepkisi haklı görülürken, gösterilen tepki ve ajitasyon arttıkça da öfkeyi yatıştıracak ve tırnak içerisinde milli vicdanı rahatlatacak düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır. Tanıl Bora’ya göre, bu durum teşvik-önlem düzleminde ilerleyen bir süreçtir. Aynı zamanda Joseph Goebbels’in günlüklerindeki yazılara yer verilerek, Yahudilere yönelik linç stratejisinin iç yüzü açıklanmaktadır. Türkiye’nin son 5 yıl içerisindeki şiddet kültürüyle Nazi Almanyası ile malum birtakım benzerlikler yaşadığını belirten yazar, yapısal farklılıkların da olduğunu göz ardı etmemektedir. Bu bakımdan Türkiye’de devletin şiddet tekelinin ayakta oluşu en bariz yapısal farktır. Bu farkın önemli olduğuna değinen Bora, yine de neo-liberal çağda devletin güvenlik modelinin yapısal özellikleri göz önüne alındığında bu farkın göreceleştiğine dikkat çekmektedir. Nasyonal Sosyalist yönetim altında devletin şiddet tekelinin tamamen ortadan kalktığını belirten yazar, paramiliter yapıların yaygınlaşarak sosyal demokratlar ve komünistler başta olmak üzere birçok grubun faşist cepheler tarafından hedef alındığını anlatmaktadır. Nazilerin, iktidarı tam anlamıyla ele geçirdikten sonra şiddet tekelinin yeniden kurulmaya çalışıldığını vurgulayan Bora, gelişen bu durumu aşağıdan yukarıya olağanüstü halin yerini, kalıcı olağanüstü hal rejimine bırakmasıyla değerlendirmektedir. Tanıl Bora’ya göre, bu aynı zamanda linççi vatandaşın, muhbir vatandaşa dönüştüğü bir restorasyon eşiği olarak tanımlanmaktadır. Muhbir haline getirilen vatandaşın sürekli çevresini gözlemlediğine, kendisinin de ihbar edilebileceği korkusuyla her an teyakkuz halinde olduğuna değinilmiştir.
Kitabın son kısmında linç üzerine genel bir değerlendirmede bulunan yazar, linç eylemlerini eksik adaleti, eksik güvenliği, eksik emniyet önlemlerini uygulamak için devreye giren bir doğal afet olarak tanımlamaktadır. Linç olaylarında norm ve meşruiyet algılarının çok kolay bir şekilde bulanıklaştığına değinen Bora, linç eylemini gerçekleştirenlerin korunup kollanmasını lince uğrayan vatandaşların ise ‘’tahrikçi’’ olarak sayılıp tutuklanmasını bu bulanıklaşma haline örnek olarak vermektedir. Linç olgusunun mal mülk ve geçim kaygısıyla bütünleştiği durumlarda, bir medeniyet kaybı olan lincin orta sınıflarda taban dinamiğini harekete geçirdiğine de eserde atıfta bulunulmuştur. Nefret söylemindeki linç ruhunu çözümleme yoluna giden yazar, bu dilin su götürmez bir şekilde linci meşrulaştırdığına ve normalleştirdiğine dikkat çekmektedir. Medyanın politik özellik göstermeyen linç olaylarını haberlerde sunuş tarzını pornografik olarak değerlendiren yazar, bu durumun linci normalleştirdiğini belirtmiştir. Türkiye’de siyasi unsur taşımayan linç olaylarının medyada nasıl sunulduğuna dair kitapta ayrıntılı örneklere yer verilmiş olup, aynı zamanda dünyadaki örneklerle mukayesesi yapılmıştır. Dünyadaki linç örneklerine de değinen yazar, Batı Şeria’da bir linç rutininin varlığından bahsetmektedir. Kitapta, İsrail’in kendisine vaat edilmiş olduğuna inandığı topraklar üzerinde yaşayan militan yerleşimcilerin Filistinli Arap köylüleri yıldırmak için sistematik bir şiddet kullandığına değinilmiştir. Linç olgusu üzerine teorik bir çıkarsamada bulunan Bora, modern ulus-devletin şiddet tekelinin hiçbir zaman mutlak olmadığını vurgulamıştır. Bu noktada evrensel düzeyde ahlaki ve politik bir sonuç çıkarmanın gerekliliğine değinen yazar, lincin tek karşılığını barbarlık olarak ifade etmektedir. Yine kitabın son kısmında, Türkiye’de yakın zamanda meydana gelmiş birçok linç olayına yer veren yazar, bu linç olaylarının nasıl gerçekleştiğine, nasıl bir dil ile medyada yer bulduğuna ve eylemlerin çoğunun cezasız kalışına değinmektedir. Spor olaylarından eşcinsellere yönelik şiddet kadar birçok linç olayı kitapta kendine yer bulurken, Türkiye’de önemli bir toplumsal hareket olarak kabul edilen Gezi Parkı Olayları da linç olgusu üzerinden değerlendirilmiştir. Palalı saldırgandan Ali İsmail Korkmaz cinayetine kadar, Gezi olaylarındaki linç vakaları kitapta titizlikle ele alınmıştır.
Tanıl Bora’nın kaleme aldığı Türkiye’nin Linç Rejimi adlı kitap, bizatihi kendisinin de tanımladığı üzere, bir “medeniyet kaybı” olan ve örnekleriyle sıkça karşılaştığımız linç mefhumunu teorik bir bakış açısıyla aktarmaktadır. Linç olgusunun yaslandığı parametrelerin özetlendiği kitapta, Türkiye’nin tarihsel gelişimi içerisinde meydana gelmiş olan vahim olaylara da yer verilerek, anlatım okuyucunun gözünde somutlaştırılmaktadır. Bu bakımdan, örneklerine hem ülkemizde, hem de dışarıda rastladığımız linç olgusunu daha iyi anlamak açısından kitabın okunmasını tüm okurlarımıza tavsiye ediyorum.
İsmail Uğur AKSOY