SOĞUK SAVAŞTAN GÜNÜMÜZE SURİYE İLE ABD İLİŞKİLERİ VE ABD’NİN SURİYE’DEKİ ROLÜ

upa-admin 25 Eylül 2018 3.001 Okunma 0
SOĞUK SAVAŞTAN GÜNÜMÜZE SURİYE İLE ABD İLİŞKİLERİ VE ABD’NİN SURİYE’DEKİ ROLÜ

Giriş

Tarihten bugüne ABD ile Suriye ilişkilerinde çok önemli dönüm noktaları yaşanmıştır. Suriye’nin ABD ile ilişkileri resmi olarak 1946 yılında bağımsızlığını ilan eden Suriye’nin 1947 yılında ABD tarafından tanınmasıyla başlamıştır denilebilir. Özellikle Ortadoğu coğrafyasındaki ihtilafların daha çok kızışmasından sonra Suriye’nin stratejik pozisyonunun önemi artmakla birlikte, uzun yıllar Amerikan yardımlarından yoksun olan Şam yönetimine karşı Washington sık sık terörizm kartını oynamıştır. Özellikle 2005 yılında Lübnan lideri Refik Hariri’nin Beyrut’ta bir suikaste kurban gitmesinden Şam rejimi sorumlu tutulmuş ve Suriye, ABD’nin siyasi ve ekonomik olarak dünyadan tecrit etmeye çalıştığı bir ülke konumuna gelmiştir. Dahası, ABD, Fransa ve İsrail, Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığının sona erdirilmesi gerektiğinin de altını çizmişlerdir (Atlıoğlu, 2005). Tüm bu yaşananların ardında, Irak’a yabancı savaşçıların girmesinin gözardı edilmesi, Suriye’nin kitle imha silahları geliştirmesi ve teröre destek olunması gibi konular yer almıştır denilebilir.

Ayrıca günümüzde kanıtlanmış rezervler olarak dünya petrolünün yaklaşık yarısı Ortadoğu coğrafyasında bulunmaktadır. Bugünlerde Avrupa Rusya’ya olan enerji bağımlılığından kurtulmak istiyor. Diğer yandan Rusya enerji konusunda özellikle gaz tekelini başka bir güce kaptırmak istemiyor. Bu güce alternatif adaylardan biri olan Katar, gazını daha maliyetsiz yollardan taşımak için arayış çabalarını devam ettiriyor ve bu nedenle 2011 sonrası Suriye krizinde aktif bir rol oynuyor. Tüm bunlar da gösteriyor ki, petrol ve  doğalgaz alanında üreticiler, satıcılar, alıcılar ve güzergahlar kapsamında Suriye çok önemli bir merkez konum teşkil ediyor. Vaziyet böyle iken, ABD, Suriye’de yaşananlara yabancı kalmaktan yana olmuyor ve hatta Suriye’de yaşanan son krizde vekalet savaşları dahilinde aktif bir rol oynuyor denilebilir. Ancak ABD’nin Afganistan ve Irak deneyimlerinden de çıkarttığı üzere, bu tür durumlarda doğrudan müdahale, hem askeri, hem de ekonomik açıdan çok büyük bir hasara yol açabiliyor. Bu nedenle, ABD, Suriye’ye doğrudan müdahale hakkını da kullanmıyor.

Bilindiği üzere birçok Ortadoğu ülkesi gibi Suriye de çok etnik ve dini yapıyı içinde barındıran bir ülkedir. Bu nedenle, iç dinamikler bazında ve içerideki bu dinamik unsurların dışarıya olan etkisi kapsamında Suriye’nin bölgesel kriz ve çatışmalarda önemli rol oynadığı ve özellikle ABD’nin Ortadoğu’da bir başat aktör olarak yer aldığı sorunlarda ciddi önem arz ettiği bilinmektedir. Bu çerçevede Suriye’nin ABD ile olan ilişkileri, Lübnan’daki rolü, Araplar ile İsrail arasındaki sıcak çatışmalar ve gerginlikler, terörizm, silahsızlanma, ABD’nin Irak işgali ve Suriye iç savaşı konuları kapsamında bu çalışmada irdelenecektir. Dönemsel olarak ise Soğuk Savaş yılları ile Soğuk Savaş bitiminin ardından gelen zaman dilimi içerisinde Suriye ile ABD ilişkileri iki önemli başlık altında toplanacaktır. Burada özellikle Soğuk Savaş sonrası ilk 10 yıl ABD’nin Suriye’ye yaptığı diplomatik ziyaretler, 11 Eylül 2001 saldırıları ve 2011 yılında patlak veren Suriye iç savaşı önemli dönemeçler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Soğuk Savaş Yıllarında Suriye-ABD İlişkileri

Soğuk Savaş öncesi Suriye Fransızların manda yönetimi altındaydı. Bu noktada Fransızlar Suriye’de bulundukları pozisyonu güçlendirmek amacıyla etnik ve dini azınlıkları kullanarak “böl ve yönet” anlayışıyla hareket etmiş ve Suriye’de 5 ayrı otonom bölgesi yaratmışlardır. Bunun dışında Lübnan’da da Hristiyan bir devlet kurulmuştur (Cleveland, 2008). Ancak Soğuk Savaş’ın başlamasıyla kaotik bir şekil alan Suriye’nin siyasi hayatı, 1949 ile 1957 yılları arasında dört askeri darbe ile sarsılmış ve 1957 krizi ile bu sarsıntılar doruk noktasına çıkmıştır. Suriye’nin bağımsızlığından sonra gelen askeri darbelerden ilki olan Albay Hüsnü Zaim’in CIA destekli askeri darbesi krizler zincirinin ilk aşamasını oluşturuyordu (Akdemir, 2000, ss. 211-213). Bu zincirin devamında karşı darbeler ve isyanlar yer alıyordu. Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Suriye ilişkilerinin temel ve başlangıç noktası, aynı zamanda darbenin de arka planında yer alan Trans-Arap Petrol Boru Hattı (Tapline)’dır. Suudi Arabistan’da yer alan Amerikan petrol şirketi CASOC, 1945 yılındaki bu Tapline projesiyle Araplarla entegre olup, Saudi Aramco (Saudi Arabian Oil Company) adını aldı. Burada temel amaç Suudi petrolünü Akdeniz’e ulaştırmaktı. Ancak İsrail’in bağımsızlığı sebebiyle Suriye’de yer alan ciddi tepkiler ABD’yi endişelendirdiğinde ve bu endişe gerçek bir şekle büründüğünde, Suriye Parlamentosu 1948’de bu dev projeye onay vermedi ve ardından bir siyasi krizin patlak vermesiyle dönemin Başbakanı istifa etti. Projenin başlangıç safhasında boru hattının bir kısmı Suriye topraklarından geçiyordu. Ancak Suriye Parlamentosu’nun reddi ile Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan toprakları bu boru hattının geçiş noktalarını oluşturdu. Böylelikle Suriye, bağımsızlığından hemen sonra ABD ile kötü bir başlangıç yaptı ve CIA, örtülü operasyonlarla Suriye’de faaliyete geçti. Velhasıl CIA’nin Suriye’de Sünni kökenli ordu mensuplarıyla temasa geçmesiyle Zaim darbesi gerçekleşti. Asıl dikkat çeken noktalardan biri de, bu darbenin hemen akabinde ülkede 400 kadar komünistin tutuklanması olmuştur. Bu yaşanan hadise de Soğuk Savaş’ta ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan gerilimlerin yaşanan bölgesel kriz ve çatışmalarda nasıl sahaya yansıdığını göstermektedir. Sonuç olarak, darbe sonrasında bu boru hattının güzergahında Suriye topraklarının bir kısmı da yer almıştır.

Bu dönem zarfında Suriye’nin özellikle Sovyetler ile yakınlaşması Batı’nın ekonomik temelli çıkarları için büyük bir engel oluşturmuştur denilebilir. Bölgesel anlamda siyasi krizlerin patlak verdiği bu dönemde, Suriye, İsrail ile olan ilişkilerini de bir yandan geliştirmiştir. Bunun karşılığında Suriye, Batı tarafından askeri yardımlar almış ve Dünya Bankası’ndan 200 milyon dolar borç verilmesi vaad edilmiştir. Ancak dönemin rejimi, ABD ile olan anlaşmazlığından dolayı yine bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. Hatta bu durumu, dönemin CIA Başkanı Allen Welsh Dulles, “ülkedeki durum bölge ülkelerinin arasında en kötü olanıdır” şeklinde tanımlamıştır (Little, 2003). Diğer yandan ABD’nin süreç içerisinde İsrail yanlısı politika izlemesindeki en temel neden ise Soğuk Savaş ortamıdır. Herşeyden önce, ABD’nin Suriye’yi kendi bloğuna çekebilmesi için askeri yardım yapmış olması gerekirdi ve bu durum İsrail için büyük bir tehdit oluştururdu. Zaman içerisinde de Golan Tepeleri’nin İsrail tarafından işgal edilmesi ve ABD’nin buna seyirci kalması iki ülke ilişkilerinin gelişmesine mani olmuştur. Bu ortamda Soğuk Savaş mantığının en önemli yansımalarından biri olan Eisenhower Doktrini’nin temel çıkış noktası bilindiği gibi 1956’da Süveyş Krizi’nin patlak vermesiydi. Bu Soğuk Savaş mantığı, askeri ve ekonomik anlamda Batı’nın yardım ettiği ülkelere Komünist Blok’tan bir saldırı gelmesi durumunda silahlı güçleri direk devreye sokmaktı. Bu doktrine olumlu cevap verenlerin arasında şüphesiz ABD’nin bölgedeki en güçlü müttefiği İsrail olmuştur. Kısacası bu ortaya konan doktrinle Soğuk Savaş’ın bipolar yapılanması Ortadoğu’ya da sıçramıştır. Bu yapılanmada Suriye, Sovyetler Birliği ile yakınlaşmadan yana tercihini yaptığından beri doğal olarak ABD’yi her bölgesel sorunda karşısına almıştır (Chapman, 2010, s. 8).

Suriye’nin ABD ve Batı ittifakı ile ters düşmesini pekiştirecek yeni kırılmalar, siyasette güçlenen radikal akımlar ile birlikte, 1955 ile 1957 yılları arasında, SSCB’ye yakınlaşma politikaları, Batı karşıtlığı ve sosyal ile ekonomik alanlarda yenilik ve onarımlar başlıkları ile yaşanmıştır. Bu minvalde özellikle Baas hareketi iktidarı ele geçirmek için büyük çaba göstermiş ve ordu içindeki nüfuzunu artırmıştır. Bunun ilk göstergesi 25 Şubat 1954’te Devlet Başkanı Edip Çiçekli’yi iktidarından edecek askeri darbenin oluşmasında Baas Partisi’nin önemli bir rol oynamasıdır (Şen, 2004). Bu gelişme, 1 Şubat 1958’de Mısır ve Suriye’nin desteğiyle kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasına da öncülük etmiştir. Yine bu fikrin pratiğe dönüşmesinde Baas hareketi önemli rol oynamıştır. Her ne kadar bu böyle olsa da, zamanla Mısır, Suriye’nin iç işlerine müdahil olmuş ve Suriyeli yöneticiler iktidardan uzaklaştırılmıştır. Tüm bu olanlar milliyetçi bir muhalefetin oluşmasına da yol açmıştır (Giritli, 1978, s. 92). Ancak 1961’de Sünni subayların yine gerçekleştirmiş oldukları bir darbeyle Birleşik Arap Cumhuriyeti de son bulmuştur.

Görüldüğü gibi, Soğuk Savaş yıllarında Suriye ile Amerikan ilişkileri daha çok istihbari faaliyetler üzerinden yürümüş ve Suriye’nin yerleşik politikasının İsrail karşıtlığı üzerinden şekil almasıyla ABD karşısında dolaylı bir düşman pozisyonuna geçmiştir. Şüphesiz ki, bu, İsrail’in Suriye topraklarında yer alan Golan Tepeleri’ni 1967’de işgale başlaması ile daha da ileri bir boyuta taşınmıştır denilebilir. Bir yandan bu dönem zarfında ve daha sonraki dönemlerde de geçerli olacak olan, ABD’li stratejistlerin ve politika yapıcıların bölgede İran’ı yalnızlaştırma ve İran’a karşı ortak bir cephe oluşturma faaliyetleri kapsamında Suriye’yi dolaylı yoldan hedef tahtasına oturtması da göz önünde bulundurulması gereken önemli hususlardan biridir. Dolayısıyla, Ortadoğu’da Amerikan çıkarlarını sabote edecek bir anlayışı benimseyen Suriye’nin, bunu direkt olarak değil, daha dolaylı yollardan yürürlüğe koyduğu gerçeği vardır. Örneğin İran’daki Amerikan rehineleri krizinin patlak vermesi olayında ve  İran ile Irak arasında yaşanan sekiz yıllık savaşta Suriye’nin İran’ın yanında yer alması buna örnek teşkil eder. Bunun dışında Lübnan’daki silahlı direniş gruplarına Suriye’nin güçlü destek vermesi yine ABD’ye karşı yapmış olduğu dolaylı stratejik hamlelerden biridir.

Tüm bunlardan hareketle, Suriye’nin kendi içerisinde sosyo-politik açıdan ciddi bir ikilemi barındırdığını da söyleyebiliriz. Bir yandan laik ve sosyalist bir milliyetçilik anlayışının korumacılığı, diğer yandan ülkenin dini motifli aşırıcılık hareketlerini içerisinde barındırması bunun göstergesidir (Hopwood, 1988, ss. 79-90). 1970’li yıllardan itibaren ABD, Suriye ile İsrail arasında her ne kadar arabuluculuk girişimlerini sürdürse de siyaset arenasında güçlenen Baas hareketi ile ABD-Suriye ilişkilerinde tansiyon hiç düşmemiştir. Suriye’de 1970 yılında Hafız Esad’ın darbe ile iktidarı ele geçirmesiyle başlayan süreç, Batı ile olan ilişkileri resmi bir çerçeveye oturtmuştur. Bu kapsamda ABD’nin “Şer Ekseni” olarak adlandırdığı kara listenin içerisine Suriye’nin de zamanla girmesine yol açacak olan atılımların, Esad rejiminin içeride kurduğu totalitarizm anlayışının ve yerleşik siyasal anlayışı konsolide edecek olan “Hareketü’l Tashih” (Düzeltme Hareketi) ile siyasal rejimi güçlendirmek ve onarmak adına yapılan girişimler özellikle Amerikan cephesinde kaygılar yaratmıştır. Daha sonradan “Ulusal İlerici Cephe”nin kurulmasıyla zaten Suriye muhalefeti ülke içinde saf dışı bırakılmıştır (George, 2003, ss. 85-87). Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin 1971 yılında Tartus’ta kurmuş olduğu deniz üssü, Suriye ile Sovyet yakınlaşmasını ciddi ölçüde pekiştirmiştir. Bu süreçte Suriye, Sovyetler’den hem askeri hem de ekonomik yardımlar almış ve Soğuk Savaş’ın bitimine kadar Sovyetler, Suriye’nin dış destekçisi olmaya devam etmiştir. 1973 yılında Araplar ile İsrail arasında çıkan savaşta ise Suriye, Mısır ile beraber hareket etmiş ve İsrail karşısında yenilgiye uğramışlardır. Ortak İsrail düşmanlığı zemininde yeşeren Mısır ile Suriye ilişkileri, 1974 yılından itibaren Suriye’nin Lübnan’a daha çok odaklanması nedeniyle uzun sürmemiştir. Bunun akabinde, 1974 yazında ABD Başkanı Nixon’ın Suriye’ye yaptığı ziyaret Suriye’de sınırlı bir ilgiyle karşılanmıştır (Çelikkol, 2015, s. 44). Ancak bu ziyaret sonrası ve İsrail’le Camp David Anlaşmalarının imzalanması sonrası Amerika’nın Arap dünyasındaki nüfuzu ve Ortadoğu siyasetindeki etki alanı genişlemiştir.

Bilindiği gibi, bütün bu kamplaşmalardan ve yaşanan krizlerden sonra, ABD, Suriye’yi 1979 yılında “teröre destek veren ülkeler” listesine eklemiş ve bunun gerekçesini İran’da kurulan rejimin hemen tanınmasının ardından İran’daki rehine krizinde ABD Büyükelçiliği’ne baskın yapan teröristlere açıktan destek vermesi olarak açıklamıştır. Sonrasında 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesiyle Suriye ABD’yi tam olarak karşısına almıştır. 1983 yılında ise yine Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta gerçekleşen bombalı saldırılarda ABD Büyükelçiliği ve deniz üssünde yaklaşık olarak 300 kişi yaşamını yitirmiştir. Beyrut’ta gerçekleşen bu saldırılarda ABD doğrudan Suriye’yi sorumlu tutmuştur ve ardından havadan gerçekleştirilen operasyonlarla Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde bulunan Suriye’nin uçaksavar tesisleri vurulmuştur. Her ne kadar Suriye bu olanlardan sorumlu tutulsa da, Hizbullah bu saldırıları üstlenmiştir ancak tansiyon giderek daha da artmıştır. 1985 Haziran’ında Hizbullah’a bağlı teröristler Yunanistan ile İtalya arasında sefer yapacak olan uçağı kaçırıp Cezayir’e götürmüşlerdir (Mattair, 2008, s. 36). Bu kaçırılma olayını planlayan teröristler bu olayların hemen ardından bir ABD donanması mensubunu öldürmüşlerdir. Soğuk Savaş’ın getirdiği bu karanlık atmosferde bölgesel çapta buna benzer birçok olay yaşanmıştır ve ABD zaman zaman sert güç diplomasisinden geri adım atmamıştır. Bu da ABD’yi Suriye’nin gözünde, bölgede elimine edilmesi gereken bir düşman ve “işgalci devlet” statüsünde konumlandırmıştır. Aslında dönem içerisinde ABD ile Suriye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve ilerletilmesi, Suriye’nin İsrail’i bir diyalog partneri olarak kabul etmesi ve İsrail ile ilişkileri geliştirmesinden geçmektedir.

Soğuk Savaş atmosferi içerisinde ve Batı’nın perspektifinde Suriye’nin önemini eski diplomat ve bir dönem ABD’nin Dışişleri Bakanlığını yapmış olan Henry Kissinger, “Araplar Mısır olmadan savaş, Suriye olmadan barış yapamaz” sözüyle vurgulamıştır. Bu noktada Amerikan perspektifi, bizatihi asimetrik çatışmalarda ve İsrail’in çıkarlarını tehdit eden politik merkezli krizlerde Suriye’nin diğer aktörler arasında daha çok bir “arabulucu” vazifesini benimsemesi gerektiğini ve bu hususta bölgedeki barışı tesis etme çabalarında somut katkıların ortaya çıkması gerektiğine dair olan inanç üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla, terör gruplarına olan desteğin çekilmesi hususunda Suriye üzerinde bir Amerikan baskısı mevcuttu. Suriye’nin bölgesel gerilimlerde ve bölgede yaşanan sıcak çatışmalarda Sovyetler Birliği’nin etki ve kontrol alanında kalması da, ABD’yi büyük ölçüde rahatsız etmiş ve krizlerin çözülmesi önünde büyük bir engel olmuştur denilebilir.

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Suriye-ABD İlişkileri

Soğuk Savaş’ın iki kutuplu sisteminde Doğu Bloğu’nun Ortadoğu’da ayrılmaz bir parçası ve en güçlü müttefiği olan Suriye’nin bu dönem zarfında ABD ile ilişkileri iyi seyir izlememiştir. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Suriye, ABD ile ilişkilere önem vermeye başlamıştır ve bu kapsamda Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı oluşturulan koalisyonda yer almıştır. Ama diğer yandan Sovyetler’in dağılması Suriye’nin aynı zamanda en önemli müttefiklerinden birini ve özellikle uluslararası arenada siyasi ve askeri desteğini yitirmesine sebep olmuştur. Sovyetler Birliği bir o kadar da Baas rejiminin arkasında esin kaynağı ve direnç olmuş ve bu direnç ortadan kalkınca tüm bölgesel ve küresel güçlerin dışındaki devletlerin yaşadığı ortak kaderdeki gibi Suriye de yine yaşanan bölgesel krizlerde bir ittifak dahilinde hareket etmiş ve bunun dışında bir alternatif pek mümkün olmamıştır. Dolayısıyla, Suriye, 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle gelişen krizde koalisyon güçleri içerisinde yer almış ve bunun karşılığında ABD, Suriye’nin Lübnan içerisinde etkinliğini daha da artırması durumuna göz yummuştur. Buradan hareketle Lübnan’da yer alan Suriye muhalifleri de etkisiz kılınmıştır. Her ne kadar Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki ilk 10 yıl içerisinde ABD’li üst düzey yetkililer Suriye’ye birçok ziyaret gerçekleştirmiş olsa da, ABD, Suriye’yi teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarmamıştır. Büyük ölçüde iki ülkenin bölgedeki menfaatleri birbiriyle örtüşmese de gerginliğin tırmanmasında taraflardan biri genel olarak geri adım atmaktadır. Ve genellikle ABD’nin istekleri doğrultusunda hareket ederek taviz veren tarafın Suriye olduğu bilinmektedir (Emerson, 1996, s .2).

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Suriye ile İsrail arasında başlayan barış müzakerelerinde, ABD’nin de arabulucu rolüyle ikili ilişkiler geçici bir yumuşama dönemi yaşamıştır. İlişkilerin yumuşamasında Hafız Esad yönetiminin Birinci Körfez Savaşı kapsamında ABD’nin Irak’a karşı başlattığı savaşa destek vermesi önemli rol oynamıştır. Müzakerelerin sona yaklaşması durumunda ise önce İsrail’de Ariel Sharon’un iktidara gelmesi, sonra ABD’de Bush’un başkan seçilmesi ve ardından Hafız Esad’ın ölmesiyle süreç çıkmaza girmiştir. Aynı zamanda Suriye’nin Golan Tepeleri’ni geri istemesi bu müzakereleri doğrudan engelleyen bir sebep olarak ortaya çıkmıştır. 10 yıl süren barış müzakereleri hiçbir sonuç vermemekle birlikte Filistinlilerin İsrail’e karşı başlattığı İkinci İntifada ve Suriye’nin Filistinli gruplara verdiği destekle ilişkiler tamamen bozulma aşamasına gelmiştir denilebilir. 11 Eylül saldırılarının akabinde Suriye’nin ABD’ye El Kaide terör örgütü ile ilgili istihbarat vermesi ilişkileri düzeltmeye yetmemiştir. Suriye aynı zamanda bu süreç içerisinde Hizbullah’a ve Hamas’a da büyük ölçüde destek vermiştir. Suriye rejimi ve Beşar Esad’ın bir diplomatik koz niteliğinde yaptığı bu hamleler, dönemin Arap basınında da geniş  yer tutmuştur (Yeranian, 2009). 2002 yılında ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in “şer ekseni” olarak İran, Irak ve Kuzey Kore’nin yanı sıra Suriye’yi de saymasının ana gerekçelerinden birisi, Şam rejiminin Hizbullah ve Hamas’a verdiği destektir. Dahası, ABD’nin Irak’ı işgale başlamasıyla Suriye’nin Irak’taki direnişe destek verdiği de ileri sürülmüştür. Suriye ile Irak sınırının geçişkenliği ve sınırdaki denetimin yokluğu bu tartışmaları daha da güçlendirmiştir. Bu zaman içerisinde ABD’nin bir sonraki hedefinin Suriye olacağı da Suriye basınında geniş yer bulmuştur. Suriye ise Irak’taki istikrarın ve toprak bütünlüğünün ortadan kalkması durumunun kendi çıkarlarına ters olduğunun altını çizerekten Irak’taki direnişe destek olunduğuna dair haberleri yalanlamıştır. Dolayısıyla, ABD’nin 2003 Irak işgali, Suriye ile olan ilişkileri yeni bir olumsuz boyuta taşımıştır. İşgalin ardından 2004 yılında ABD Senatosu’nda kabul gören “Suriye Yükümlülük Yasası” (Syria Accountability Act), Amerikan şirketlerinin Suriye’deki tüm yatırımlarını durdurması, Suriye’nin ABD’deki tüm malvarlıklarının dondurulması, ilaç ve gıda ürünleri hariç Suriye’ye yapılan ihracatın durdurulması, diplomatik ilişkilerin minimum düzeye indirilmesi gibi son derece katı yaptırımlar içermiştir (Landis, 2010, s. 70). ABD, izlediği bu yaptırımlarla Suriye’nin izole edilmesinin teröre sağladığı destekten cayması için izlenebilecek tek yol olduğunu öne sürmüştür.

Suriye’nin ABD ile olan ilişkilerinde yaşanan bir diğer anlaşmazlık, 2000 yılında İsrail’in Lübnan’dan çekilmesiyle Suriye’nin askeri varlığının Lübnan’da daha belirgin olmaya başlaması ve bu kapsamda Suriye’nin uluslararası terörizme verdiği destek olmuştur. Lübnan’da aynı zamanda Suriye muhalifi olan siyasetçilere yönelik suikastlerin devam etmesi 2005 yılında Refik Hariri suikastinin arkasında da yine Suriye’nin olduğu algısını uluslararası kamuoyunda güçlendirmiştir. Sorunlarda bir diğer açmaz ise kitle imha silahları mevzusudur. O dönemde Suriye’de kimyasal silah başlıklı yüzlerce Scud füzesi olduğu tahmin ediliyor. Bu noktada Suriye ile birlikte Arap cephesinin, İsrail’in nükleer silahlardan arındırılması gerektiğine dair yaptığı vurgu iki taraflı çözümsüzlüğe yol açmıştır. Suriye rejiminin kitle imha silahları geliştirme çabalarının arka planında ise İsrail’in konvansiyonel silahlarda Suriye’den gelişmiş olması yer alır. Bilindiği gibi, Sovyetler’in dağılması ile artık Suriye askeri anlamda teknoloji transferi yapamamıştır. İsrail ise, ABD’den aldığı destek ile askeri teknolojisini ve savunma sanayisini zamanla güçlendirmiştir ve bu halen devam etmekte olan bir süreçtir. Dolayısıyla, Suriye zamanla askeri ve savunma alanında İsrail’le boy ölçüşemeyeceğini anlamış ve düşmanını yıpratmak amaçlı vekalet savaşları stratejisini sürdürmüştür.

2008 yılında ABD’de Barack Obama’nın başkan seçilmesiyle birlikte 2009’da Suriye ile müzakere kanalları yeniden açılmıştır. 2005 yılında Hariri suikastinden sonra geri çekilen büyükelçi yerine, Obama yönetimi diplomat Robert Ford’u Şam Büyükelçiliği’ne aday göstermiştir. Suriye’ye karşı bir yandan yaptırımlar devam ederken, Obama yönetimi yeniden bölgede barışı tesis etme söylemi altında Esad ile diyalog kanallarını kurmak istediklerini belirtmiştir. ABD’nin yeni dönem dış politika anlayışında arabuluculuk ve müzakere gibi unsurların ağırlıklı olacağı düşüncesi Suriye için bir umut kaynağı olmakla birlikte, Suriye’ye dönük yürütülen dış politikada köklü değişikliklerin olacağına dair bir algı sunmuştur (Landis, s. 71). Bunun için ise öncelikli şart tekrardan İsrail ile barış sürecinin sürdürülebilmesi olarak ortaya konulmuştur. Ancak Arap ülkelerinde çıkan isyanın zamanla Suriye’ye sıçraması ve Suriye’ye karşı uluslararası yaptırımların devam etmesi ile ilişkiler, Bush’un bıraktığı yerden devam etmiştir. Diğer yandan Amerikan Büyükelçiliği faaliyetleri de bu döneme damga vurmuştur. ABD’nin Şam Büyükelçisi Robert Ford’un 2011 Haziran ayında Hama’yı ziyareti sonrası artan kaos ortamı Suriye rejimini endişelendirmiştir (Scheller, 2013). Bu ziyaretin akabinde, bir Amerikan yetkilisi her ne kadar bu faaliyetin asıl amacının muhaliflerin siyasi amaçları hakkında bilgi toplamak olduğunu söylemiş olsa da, rejim bunu olağan diplomatik misyonların dışında olarak değerlendirmiştir. Bu gerginliğin arkasından gelen tepkiler ve gösterilerle ABD Şam’daki Büyükelçiliğini kapatmıştır ve olaylar gitgide kızışmıştır. Sonrasında ABD’den gelen resmi açıklamalarla Amerikan tarafı Suriye’deki muhalif gruplarla iletişim kanallarını açık tutacağını beyan etmiştir. Hatta ABD, Suriye rejimi ile muhalif gruplar arasındaki süren çatışmalarda uluslararası anlamda bir müdahalenin ancak Birleşmiş Milletler çatısı altında mümkün olacağını belirtmiştir. ABD’nin Suriye’deki olaylara hiçbir şekilde kayıtsız kalmamasını gösteren yegane örneklerden biri dönemin Savunma Bakanı Chuck Hagel’ın yaptığı açıklamadır. Hagel, bu açıklamada “Sanılanın aksine Suriye, Amerikan çıkarları açısından petrol zengini Libya’dan çok daha önemli bir ülkedir” demektedir (Ersoy & Yegin, Mayıs 2013, s. 25). Ancak yaklaşık 3 yıla yakın bir süre diplomatik çözüm manevraları Suriye’deki ölümleri ve savaşı durduramamıştır. Dahası, ABD’nin Suriye’deki rejime kıyasla daha fazla tehdit olarak gördüğü dini motifli terör gruplarının alan hakimiyeti kazanmaya başlamasıyla ABD, kendi deyimiyle “demokrasi taraftarı ılımlı muhaliflere” silah sevkiyatı başlatmıştır. Bundan büyük ölçüde Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ilk zamanlar yararlanmış, ancak daha sonra 2014 yılında Irak El-Kaide’sinin devamı niteliğinde olan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)’nin Suriye’de güçlenmeye başlamasıyla PYD terör örgütü ABD’nin Suriye’de birer stratejik ortağı olarak ortaya çıkmış ve bütün bu askeri yardımlar bu sefer PYD/YPG terör örgütüne gitmiştir. Bu sayede, ABD, IŞİD’i yok etme bahanesiyle PYD/YPG terörüne alan açmaya başlamıştır. Suriye’nin kuzeyinde stratejik noktaların bu terör örgütü tarafından ele geçirilmesi ile, ABD ve Rusya’nın yardımıyla Akdeniz’e açılan bir terör koridoru oluşturma çabaları bölgedeki çatışma zeminini ve istikrarsızlığı gitgide artırmış ve aynı zamanda bölgenin sosyo-ekonomik yapısı da büyük zarar görmüştür.

İsrail’in örtülü faaliyetler yürüttüğü Golan Tepeleri’nde ise, Suriye’nin alacağı olası tedbirlere mani olmak adına ABD, İngiltere, İsrail ve Ürdün Suriye’nin güneyindeki silahlı muhalifleri “Yeni Suriye Ordusu” adı altında teşkilatlandırmıştır (Polat, 2017). Bununla birlikte bölgede ABD, stratejik çıkarları kapsamında PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantısı PYD/YPG’nin ana omurgası olan ve bünyesinde çoğunlukla Kürt, Arap, Süryani ve Ermeni grupları barındıran SDG (Suriye Demokratik Güçleri)’yi de teşkilatlandırmıştır. Tüm bu hamlelerle, ABD ve müttefik güçleri, Suriye’nin doğusunu rejimin elinden kopartmak için rejimi hem güneyden hem de kuzeyden sıkıştırmayı amaçlamıştır. Burada asıl olan, aynı zamanda Suudi Arabistan ve İsrail’in jeopolitik kaygılarının İran üzerinde temellenmiş olması ve yine bu mücadelenin Suriye’deki güç boşluğunda doğmuş olmasıdır. Bu nedenle İran’ın nüfuz alanını ortadan kaldırmak için yeni Suriye’nin inşasında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan, kendi şemsiyesi altında bir federe Kürt devletinin varlığını oluşturma çabası içerisindedir.

Büyük resimde ise, ABD’nin Ortadoğu’daki temel amacının buradaki enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirme ve bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme doğrultusunda, çıkan Arap isyanları ve sonrasında Suriye’de neden aktif rol oynadığı kolaylıkla anlaşılabilir bir durumdur. Dolayısıyla, gizli servisler ve çeşitli STK’lar aracılığıyla merkezi otoriteyi yıpratmak esaslı ortaya konan savaşlar bölgede tansiyonu daha da artırmıştır. Zamanla diplomatik hamlelerini de ortaya koyan ABD, Esad rejiminin işlediği savaş suçlarından yola çıkarak bir diplomatik dil geliştirmiş, diğer yandan Rusya ve İran cephesi rejimin yanında yer almayı sürdürmüştür. Hatta bu savaş suçları polemiği Esad rejiminin kendi halkına karşı kullandığı kimyasal silahlardan yola çıkarak gelişmiş ve ABD 7 Nisan 2017’de Tomahawk füzeleriyle rejime ait hava üssünü vurmuştur (Ackerman & Borger, 2017). Böylelikle ABD, Suriye’deki iç isyanın patlak vermesinden bu yana ilk kez rejim güçlerine doğrudan saldırmıştır. İkili ilişkilerin artık bu noktadan itibaren çıkmaza girdiği ve rejimin, ABD’nin taleplerine hiçbir şekilde olumlu yanıt vermeyeceği açıktır.

Sonuç

Görüldüğü gibi, Suriye’nin bağımsızlığından bugüne ABD ile ilişkiler istikrarlı bir zemine oturmamış ve sürekli inişli çıkışlı bir vaziyet almıştır. Soğuk Savaş dönemi içerisinde Eisenhower Doktrini ile Ortadoğu’da vuku bulan kamplaşma ve siyasi çalkantıların gitgide artmasıyla Suriye de zamanla kendini Doğu Bloğu içerisinde bulmuştur. Ve ABD ile olan ilişkiler daha çok İsrail ile olan ilişkiler ekseninden hareketle devam etmiştir. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim sonrasında ABD’nin “Şer Ekseni” belirgin olmaya başlamış ve 21. yüzyılda Suriye’de bu eksen içerisinde nitelendirilmeye başlanmıştır. Bu süreç içerisinde ABD artık gitgide Suriye’ye insan hakları, demokratikleşme, etnik azınlıkların eşit hakları ve birçok alanda liberalleşme gibi konuları ileri sürerek reform yapma çağrısında bulunmuştur. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı ve Hizbullah ile Hamas’a verdiği destek dolayısıyla, ABD, birçok alanda yaptırım uygularken en sonunda Suriye iç savaşında rejimin meşruiyetini kaybettiğini ileri sürmüştür. Buradan hareketle, Esad rejiminin baskıcı politikalarla ülkesini artık yönetemeyeceğini belirten ABD yönetimi, rejimin uluslararası alanda meşruiyetinin ancak ki tavrını değiştirmesi durumunda korunabileceğini ileri sürmüştür. Ancak Esad rejimi ABD’nin ve Batı dünyasının bu yöndeki çağrılarını dikkate almamıştır. Sonuç olarak iç savaşa evrilen bu sıcak çatışmalardan uzak kalmak ve krizi Ortadoğu’daki müttefikleri üzerinden yönetmeyi tercih etmesiyle, ABD, Suriye’de herhangi bir yapıcı rol üstlenmemiş olmakla birlikte doğrudan müdahalede de bulunmamıştır.

İlişkilerin geleceği bağlamında ise iç ve dış ölçekli iki parametre üzerinden ilişkilerin şekilleneceği öngörülmektedir. İç dengeler bazında öncelikle Suriye’de özgürlük ve demokrasi kavramları kapsamında yaşanması beklenen reformların artık günümüzde nasıl gerçekleşeceği sorusu sıklıkla sorulmaktadır. Çünkü dengeler içeride büyük ölçüde değişmiş ve aktörlerin sayısı artmıştır. İkincisi ise İsrail ile olan ilişkilerin seyrinin nasıl olacağı ve ABD’nin bölgede Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yürüttüğü sistematik faaliyetlerin neler getireceği ile ilgilidir. Tüm bunlardan hareketle, ABD’nin Suriye’de uzun soluklu bir savaşın içine çekilme olasılığı da bulunmaktadır. Bilindiği gibi 2012 yılında açıklanan yeni strateji belgesinde, ABD, Arap ülkelerinde başlayan isyan hareketlerini ‘Arap uyanışı’ olarak nitelendirerek kendi çıkarlarının bu bölgede devam ettiğini vurgulamıştır. Dolayısıyla, bu olaylar sonucunda yaşanacak olan gelişmelere ABD’nin kayıtsız kalacağını düşünmek büyük bir hata olur. Suriye sorununun BM üzerinden çözümü çabalarında ise Rusya ve Çin’in birçok kez Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkını kullanması ile bölgesel anlamda çözüm uğraşları sekteye uğramış ve aynı zamanda jeopolitik mücadelenin getirmiş olduğu kaotik ortam da son bulmamıştır. Bu ortamdan büyük ölçüde faydalanan terör grupları ise, başta ABD olmak üzere büyük devletlerin bu bölgede yürüttüğü stratejilerin ve yıkıcı faaliyetlerin ana ekseninde yer almıştır.

Netice olarak, son dönem ABD ve Suriye ilişkilerinde, ABD’nin Suriye’deki sorunlara doğrudan müdahil olmaması aynı zamanda Rusya’nın Suriye’de hiçbir şekilde geri adım atmaması ile de bağlantılıdır. Tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi taraflar burada da herhangi bir sıcak çatışma riskinden uzak durmaktadırlar. Çünkü buradaki potansiyel sıcak savaş tüm taraflara çok büyük zayiat verecektir. Bir diğer unsur ise İran faktörüdür. ABD’nin İran’ı çevreleme stratejisi kapsamında Suriye’de PYD/YPG kozu ile birlikte Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi ülkelerle işbirliğine giderek İran’a karşı ortak bir cephe oluşturma gayretinin arkasında yine İsrail’in güvenliği bulunmaktadır. Suriye ile Amerikan ilişkilerinin de büyük ölçüde yine İsrail’in güvenliği kapsamında yürütüldüğü unutulmamalıdır.

 

Alparslan ULUHAN

 

Kaynakça

  • Ackerman, S. & Borger, J. (8 Nisan, 2017), “Syria: US warns Assad over using chemical weapons again”, The Guardian, https://www.theguardian.com/us-news/2017/apr/07/us-russia-relations-syria- military-strikes-putin-trump.
  • Akdemir, S. (2000), “Suriye’deki etnik ve dini yapının siyasi yapının oluşmasındaki rolü”, Avrasya Dosyası Üç Aylık Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Dergisi.
  • Atlıoğlu, Y. (2015), “Refik Hariri Suikasti ve Türkiye“, Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM)http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/148/refik_hariri_suikasti_ve_suriye.
  • Chapman, C. (2010), “Syrian/United States relations: explaining the failure of the relationship and suggestions on how to repair it”, Undergraduate Honours Thesis Collection.
  • Cleveland, W. L. (2008), Modern Ortadoğu Tarihi, İstanbul Agora Kitaplığı Yay.
  • Çelikkol, O. (2015), İçimizdeki Komşu Suriye, İstanbul: Bilgesam Yayınları.
  • Emerson, S. (1996), Syrian terrorism and U.S. policy, United States House of Representatives.
  • Ersoy, M & Yegin, E. (May, 2013), Turkey and U.S.relations towards a multidimensional partnership, Ankara: USAK.
  • George, A. (September 6, 2003), Syria: Neither bread nor freedom, London.
  • Giritli, İ. (1978), Bugünkü Ortadoğu’nun Önemli Sorunları, İstanbul.
  • Hopwood, D. (July, 1988), Syria 1945-1986: Politics and Society, Routledge Library Editions.
  • Landis, J. (2010), The US – Syria relationship: A few questions, Middle East Policy.
  • Little, D. (May, 2003), 1949-1958, Syria: Early experiments in covert action.
  • Polat, S. (24 Mayıs, 2017), “Suriye’de Ortak Strateji”, http://ankaenstitusu.com/suriyede-ortak-strateji/.
  • Mattair, T.R. (2008), Global Security Watch – Iran: A Reference Handbook, London: Praeger Security International.
  • Scheller, B. (3 February, 2014), The Wisdom of Syria’s Waiting Game: Foreign Policy Under the Assads, London: C Hurst & Co Publishers Ltd.
  • Şen, S. (2004), Ortadoğu’da ideolojik bunalım: Suriye Baas Partisi ve İdeolojisi, İstanbul: Birey Yayınları.
  • Yeranian, E. (3 Şubat, 2009), “Suriye’nin jeopolitik önemi yeniden öne çıkıyor”, https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-2009-02-03-voa5-88140587/871709.html.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.