Britanyalı Uluslararası İlişkiler uzmanı Robin Niblett (1961-)[1], 2007 yılından bu yana İngiliz Kraliyet ailesinin desteğiyle 1920’lerde kurulmuş olan Chatham House (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) adlı köklü düşünce kuruluşunun yöneticisi olarak görev yapmaktadır. Niblett, geçtiğimiz gün kurumu bünyesinde “The Future of Think-Tanks” (Think-Tanklerin/Düşünce Kuruluşlarının Geleceği) başlıklı önemli bir konuşma yapmıştır. Bu yazıda, Sasha Havlicek’in yönettiği bu konuşmada söylenenler özetlenecektir.
Konuşma kaydı
Konuşmanın başında, moderatör Sasha Havlicek, Birleşik Krallık’a dair bazı istatistikler vererek; halkın yarıdan çoğunun (yüzde 52) think-tank veya düşünce kuruluşu adı verilen kurumların ne olduğunu ve yine yarıya yakın (yüzde 47) kısmının bu kurumların ne iş yaptıklarını bildiklerini, ancak çok azının (yüzde 17) bu kurumların sunduğu bilgilere itibar ettiklerini vurgulamaktadır. Robin Niblett ise, konuşmasına, anısına konuşma yaptığı ve bir dönem Chatham House’da da görev yapan İngiliz akademisyen Martin Wight’ı anarak başlamakta ve daha sonra neden bu konuşmayı büyük bir heyecanla yaptığını açıklamaktadır. Niblett’ın vurguladığı ilk neden, Chatham House’un 2020 yılında kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlayacak olmasıdır. İkinci neden, dünya siyasetinde son dönemde yaşanan büyük çalkantılar nedeniyle think-tanklerin rolünün sorgulanmaya başlamasıdır. Üçüncü olarak ise, Niblett, Martin Wight ve Hedley Bull gibi İngiliz Okulu düşünürlerinin geliştirdikleri “uluslararası toplum” (international society) kavramının bu çalkantılı dönemde uluslararası siyasetin “sıfır toplumlı oyun” (zero-sum game) mantığına dönmesinin engellenmesi açısından daha da büyük önem kazandığını düşünmektedir. Niblett, bu bağlamda, düşünce kuruluşlarının gelecekte uluslararası düzen ve siyasi istikrarın sağlanması konusunda ulusal hükümetlere yardım edebilen önemli kurumlar olmaları için bazı prensipleri benimsemeleri gerektiğini de vurgulamaktadır.
Bu girişin ardından, Robin Niblett, Batı dünyasında think-tanklerin nasıl kurulduğunu anlatmaya başlamaktadır. 1910-1921 döneminde Carnegie Endowment for International Peace (Carnegie Uluslararası Barış Vakfı), Brookings Institution (Brookings Enstitüsü), Chatham House (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) ve Council on Foreign Relations-CFR (Dış İlişkiler Konseyi) gibi dört önemli ve köklü düşünce kuruluşunun hükümetlerce değil, özel kişilerce kurulduğunu hatırlatan konuşmacı, buradaki amacın geçmişin (temelde Birinci Dünya Savaşı) hatalarından bilimsel çalışmalar yoluyla dersler alınması ve uluslararası siyaseti doğru yönde teşvik ederek küresel barışın korunması olduğunu vurgulamaktadır. Ancak bu kuruluşların hitap ettikleri ana kitle olan siyasetçiler ve diplomatların başta bu tarz kurumlara şüpheyle yaklaştıklarını kaydeden Niblett, bu dört kurumun düzenledikleri seminerler ve verdikleri dersler sayesinde bu şüpheleri aşmayı başardıklarını ve politika yapım sürecinin parçası olmayı başardıklarının altını çizmektedir. Bunun ötesinde, bu dört kurumun da ABD Başkanı Woodrow Wilson’dan kaynaklanan Wilson İlkeleri ve buna bağlı olarak gelişen uluslararasıcılık (Carnegie ve CFR) ve Chatham House çizgisini yansıtan “liberal emperyalizm” anlayışları etrafında oluştuğunu kaydeden İngiliz uzman, bu anlamda köklü düşünce kuruluşlarının ütopyacı olmadıklarını (yani Gerçekçi-Realist çizgide olduklarını) ve uluslararası kurumsal yapıları güçlendirerek uluslararası sistemi istikrarlı hale getirmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. Ancak bu kurumların dayandığı Milletler Cemiyeti yapısının çökmesiyle İkinci Dünya Savaşı’nın başladığını anımsatan Niblett, bu doğrultuda savaş sonrasında Birleşmiş Milletler düzeninin kurulduğunu ve özellikle Batı dünyasında ekonomik açıdan hızlı gelişim ve kalkınmayı sağlayan başarılı bir dönem yaşandığını söylemektedir.
Soğuk Savaş döneminin think-tanklerin Washington DC ve Avrupalı başkentlerde yaygınlaşması anlamında faydalı bir işlev gördüğünü de belirten Niblett, Batı dünyası dışında da bu dönemde think-tanklerin kurulduğunu, ancak bunların hükümet/devlet kontrolünde ortaya çıktıklarını söylemekte ve bu anlamda Batılı muadilleri gibi özgür olamadıklarını ima etmektedir. Soğuk Savaş döneminde düşünce kuruluşlarının tam zamanlı çalışanları olan ciddi kurumlara dönüştüğünü de söyleyen İngiliz konuşmacı, ancak bu dönemde think-tanklerin kuruldukları dönemdeki gibi dünya barışını ve uluslararası istikrarı korumaktan daha çok, Batı dünyasının Soğuk Savaş’ı kazanması hedefine odaklandıklarını samimiyetle itiraf etmektedir. ABD’deki Başkanlık sisteminin yürütme ve yasama arasındaki katı güçler ayrılığı mekanizması sayesinde think-tanklerin bağışlar yoluyla güçlenmesi için ideal bir ortam oluşturduğunu belirten Niblett, Amerikan düşünce kuruluşlarının bu sayede sektörü domine ettiklerini ve hatta Amerikan siyasal elitinin yetişmesi konusunda da faydalı rol oynadıklarını söylemektedir. Niblett, bunun tam zıttı şekilde, bu dönemde Avrupa devletlerinde kurulan think-tanklerin devlet/hükümet politikaları nedeniyle maddi açıdan güçlenemediklerini ve Amerikalı muadillerinden geride kaldıklarını vurgulamaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Amerikan think-tanklerinin küreselleşmeyi doğru şekilde öngörerek büyüdüklerini ve birçok diğer ülke ve başkentte şube açtıklarını, ayrıca konu ve politika bazlı uzman düşünce kuruluşlarının da kurulduğunu söyleyen İngiliz uzman, bu dönemde Londra, Cenevre ve Brüksel gibi bazı Avrupa şehirlerinin de düşünce kuruluşları açısından merkez konuma geldiklerini kaydetmektedir. Küreselleşmeye uyum sağlayan Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerin de think-tank trendini yakaladığını belirten konuşmacı, Çin’in günümüzde 512 düşünce kuruluşuyla ABD’nin ardından ikinci sırada yer aldığını söylemektedir. Ancak Batı dışı ülkelerde (Çin, Rusya, Körfez ülkeleri) düşünce kuruluşlarının gelişiminin Batı dünyasından farklı bir seyir izlediğini hatırlatan konuşmacı, bu ülkelerde sivil toplumun gelişmemiş olması sebebiyle think-tanklerin devletten ve hükümetten özerklik veya bağımsızlıklarının ya düşük seviyede ya da hayali (hiç gelişmemiş) olduğunu söylemektedir. Batı dışı ülkelerde Batı orijinli uluslararası düşünce kuruluşlarına da şüpheyle ve olumsuz şekilde yaklaşıldığını belirten konuşmacı, bu anlamda Çin, Rusya, Mısır ve Körfez ülkelerinde son yapılan siyasi girişimlere dikkat çekmektedir.
Dünyada think-tank endüstrisinde iddialı olan ülkeler ve think-tank sayıları
Konuşmasının sonraki bölümünde think-tanklerin günümüzde karşılaştıkları sorunlara ve sahip oldukları imkânlara odaklanan Robin Niblett, bu doğrultuda ilk olarak küreselleşmenin pozitif rolüne dikkat çekmekte ve geçmişe kıyasla açlık ve fakirlik gibi konularda dünya genelinde iyiye gidildiğini iddia etmektedir. Hızla gelişen teknolojinin de bu açıdan çok faydalı olduğunu vurgulayan konuşmacı, buna karşın küreselleşme nedeniyle artık devletlerin tek başlarına mücadele edemedikleri bazı büyük sorunlarla (iklim değişikliği, salgın hastalıklar, uluslararası terörizm ve siber ataklar) karşı karşıya olduklarını da vurgulamaktadır. Hükümetlerin bu sorunlarla başa çıkamaması neticesinde milliyetçi ve popülist hareketlerin son dönemde dünya genelinde çıkışa geçtiğini de sözlerine ekleyen Chatham House yöneticisi, ABD ile Çin arasında giderek kızışan stratejik rekabetin de kurallara dayalı uluslararası sistemi zayıflattığını açıklamaktadır. Teknolojik hâkimiyete dayalı bu rekabetin dünya dengesini bozduğunu ama ABD’nin yerini alabilecek bir ülkenin de henüz ortaya çıkmadığını vurgulayan Niblett, bu bağlamda 21. yüzyılda think-tanklerin güvenilirliklerinin üç temel konuda test edileceğini söylemektedir.
Bunlardan ilki, Batılı demokratik ülkelerde politika yapım sürecinin aşağıdan yukarı (bottom-up) hareketle dizayn edilmesi ve medya ve internet özgürlüklerinin sağlanması gerekliliğidir. Niblett’e göre, bu durum think-tank endüstrisini de kökünden değiştirmeye başlamıştır. Zira artık toplumsal tabanı ve kamusal yansımaları olmayan think-tankler, sadece uzman kadrolarıyla etkili olamamaktadırlar. Bu bağlamda, İngiliz konuşmacıya göre think-tanklerin geleneksel “trickle-down” (yukarıdan aşağıya doğru etkili olma) yöntemi artık anlamsızdır. Bu nedenle, günlük siyasal gelişmeler hakkında yapılan etkinlik ve programlara think-tank uzmanları daha yoğun katılım göstermeli ve analiz ve konuşmalar yaparak fikirlerini toplumsal tabana yaymalıdırlar. Ancak bu durumun riski de think-tank veya akademi ile medya/basın arasındaki çizgilerin kaybolması veya belirsizleşmesidir. Ayrıca yeni dönemde think-tankler sadece uzman raporlarıyla yetinmemeli ve detaylı açıklamalar içeren bloglar, büyük veri setleri-istatistik verileri ve infografik çalışmalara da yayınlarında ve web sitelerinde yer vermelidirler.
Robin Niblett’e göre, think-tanklerin verilerine halk nezdinde güvensizlik duyulması da son dönemde yeni bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Bu bağlamda, konuşmacı, ABD’de popülist aday Donald Trump’ın Başkan seçilmesi ve Birleşik Krallık’taki Brexit referandumu süreçlerine dikkat çekmekte ve nasıl bu iki gelişmiş ve demokratik ülkede de halkların uzman görüşleri ve think-tank raporlarında yer alan uyarılardan farklı şekilde hareket ettiklerini hatırlatmaktadır. Bu doğrultuda, Niblett, neredeyse tamamı küreselleşme taraftarı haline gelen ve küresel sorunlarla küresel mücadele yöntemini benimseyen think-tanklerin, küreselleşmenin yerel halkın kültürel kimliği ve ekonomisi üzerinde yarattığı olumsuz etkileri görmezden gelmiş olabileceğini kabul etmekte ve bir anlamda özeleştiri yapmaktadır. Ayrıca bilimsel verilerle desteklenen olgulara son dönemde -küresel ısınma örneğinden de anlaşılabileceği üzere- halk tarafından şüpheyle yaklaşılmasının ciddi bir sorun olduğunu kaydeden Niblett, bu anlamda think-tanklerin güvenilirlikleri ve ikna kabiliyetlerini arttırmaları gerektiğini ima etmektedir.
Konuşmacının dikkat çektiği ve 21. yüzyılda think-tanklerin çalışmalarını gölgeleyebilecek üçüncü önemli mesele ise, think-tanklerin fonlanması konusudur. Batı dışı toplumlarda devletler/hükümetlerce fonlanan think-tanklerin veri seçimlerinde zaten taraflı/seçici davrandığının düşünüldüğünü söyleyen Niblett, ancak özel kişi ve kurumlarca fonlanan düşünce kuruluşlarının da bu bağlamda bazı riskler yaşayabileceklerini düşünmektedir. Niblett’a göre, öncelikle, tüm kurucu ve uzmanlarının küreselleşme gibi meselelerde benzer görüşlere sahip olması, düşünce kuruluşlarının özgün ve yaratıcı fikirlere ulaşmalarını engelleyebilir. Bir diğer önemli sorun, yabancı hükümetlerin ve uluslararası şirketlerin think-tanklerin fonlanmasına dâhil olması nedeniyle rapor ve analizlerin nesnelliğini kaybetmesi riskidir. Tüm dünyada giderek bir endüstri haline gelen think-tankler, bir ticari işletme mantığında hareket etmeye başlarlarsa, kurucu amaçlarından ve savundukları değerlerden de zamanla sapabilir ve şirket ve devletlerin “yumuşak güç” pazarı haline gelebilirler.
Bu sorunları sıraladıktan sonra ne yapılması gerektiği konusuna da kısaca değinen İngiliz konuşmacı, siyasal istikrarsızlığın zirvede olduğu günümüzde think-tanklerin nesnel ve bilimsel analizlerine fazlasıyla ihtiyaç duyulduğunu, ancak hükümetlerin popülizm cereyanı ve halkın tepkileri nedeniyle bu konuda ısrarcı davranamadıklarını ve halka yol göstermektense halkı takip etmeyi tercih ettiklerini (eleştirel bir tonda) söylemektedir. Daha sonra ise, Niblett, think-tanklere yol gösterebilecek ve Chatham House’da uygulamaya çalıştıkları beş özgün fikri sıralamaktadır:
- Özgün amaç ve hedeflere daha da çok sahip çıkmak (nesnel veri ve bilimsel analizlere güvenmek ve kişisel görüş ve eğilimleri araştırmalara dâhil etmemek).
- Büyük düşünmek (Ekonomiye fazlasıyla teknokratik düzeyde yaklaşılan bir dönemin ardından, think-tankler, kalkınma başta olmak üzere birçok konuya daha yaratıcı ve iddialı şekilde yaklaşabilirler).
- Pozitif değişimi savunmak (Güç politikası son dönemde yeniden yükselişe geçmeye başlasa da, think-tankler pozitif yönde değişimi teşvik etmelidirler).
- Yenilikçi-İnovatif olmak (Devlet dışı aktörlere de -özellikle iş dünyası- çalışmalarda yer vererek uluslararası düzeni olumlu yönde değiştirmek için girişimlerde bulunmak ve bilimsel yöntemleri genişletmek/geliştirmek).
- Farklı seslere yer vermek (Bilimsel analiz ve raporlarda sadece belli bir toplum kesim ve gruba yönelik değil, tüm grupları kapsayacak şekilde hareket etmeye çalışmak ve özellikle gençlere şans tanımak).
Sonuç olarak, Robin Niblett’ın “The Future of Think-Tanks” konuşmasının think-tank endüstrisinin gelişimi ve geleceği konusunda çok faydalı ve önemli bir konuşma olduğu vurgulanmalıdır. Türkiye’de think-tank endüstrisinde devlet veya siyasal parti bağlantısı olmadan ayakta kalmanın zorlukları ve Türkiye’de devlet/hükümet destekli think-tanklerin son dönemde yaşadıkları başarısızlıklar da düşünüldüğünde, bu sektörde çalışan herkese halkın ve sivil toplumun sahip çıkması gerekliliği ise ortadadır.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://www.chathamhouse.org/expert/dr-robin-niblett-cmg.