İran İslam Cumhuriyeti, kurulduğu günden (1979) bugüne kadar ABD ile diplomatik ilişkilerinde her zaman kötü bir seyir izlemiştir. Şah dönemi İran’ı ABD’nin bir nevi uydusuyken, yeni rejimle birlikte bölgede güçlü bir müttefikinden yoksun kalan ABD, her defasında İran’ı ekonomik ve siyasi çevreleme hareketi ile izole etmeye çalışmıştır. Özellikle son 15 yıldır sürekli dile getirilen İran’ın nükleer faaliyetleri ve bunun bir savaş sebebi (casus belli) olarak görülmesi, akıllara Saddam Hüseyin dönemi Irak’ı ve sonrasında bu ülkede yaşananları getirmiş; neyse ki muhtemel bir savaş akil bir süreçle önlenmiştir. İran’ın nükleer faaliyetlerini bir nevi resmi zemine oturtmasını da sağlayan P5+1 (BM Güvenlik Konseyi 5 daimi üyesi ve Almanya) anlaşması (JCPOA), İran’ın nükleer faaliyetlerine sınırlama getirmesi ve nükleer tesisleri Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu denetçilerine açması şartının İran tarafından kabul edilmesi sonucu yürürlüğe girmiştir. Bunun neticesinde, İran üzerinde uzunca süredir devam eden yaptırımlar ve ambargolar, belli bir zaman dilimine yayılarak kaldırılmıştır. Lakin aradan geçen zaman zarfında ABD’de yaşanan yönetim değişikliği ve yeni Başkan Donald Trump’ın ilk yurtdışı gezisini Suudi Arabistan’a yaparak ilk tehdit mesajını İran’a yöneltmesi, bu anlaşmanın geleceği konusunda bir takım şüpheleri de beraberinde getirmiştir.
Görevi devraldığı Obama’nın başkanlık dönemini her zaman eleştiren ve aksi yönde bir politika izleyeceğini seçim propagandası döneminden itibaren sürekli dile getiren Başkan Trump, İran ile yapılan Nükleer anlaşmasını uygun bulmadığını da dile getirmekten çekinmemiştir. Ortadoğu’da Suriye sorunu hali hazırda dururken, İsrail’in güvenliği ve bu noktada yeni ABD yönetiminin sınırsız bir destek sunması da İran’ a dönük alınan bu yaptırım kararlarında etkili olmuştur. Öyle ki; Başkan Trump’ın ilk yurtdışı ziyaretlerinden birisini de İsrail’e yapması, ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı ve yine ülkede bulunan İsrail lobisinin isteklerini en üst perdeden yerine getirmesi de bu kararda önemli bir etken olmuştur.
Donald Trump ve Hasan Ruhani
İran tarafına bakacak olursak; özellikle Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin göreve gelmesi ile yine bir ılımlı döneme giren İran, bu kez geçmiş tecrübelerin de etkisiyle bir an önce ekonomik ve sosyal açıdan özgürlüğe kavuşmanın yollarını aramış ve bu noktada Batı ile temasların önemi ve nükleer çalışmalar konusunda üzerinde bulunan yaptırımların esnetilmesi ve kaldırılmasının elzem olduğunu anlamıştır. Cumhurbaşkanı Ruhani’nin bu noktada şahsi gayreti ve özellikle içeride sert muhalefete uğramasına rağmen Batı ile teması kayda değerdir; nitekim sonuçta başarılı olan taraf İran olmuş ve yaptırımlar esnetilmiştir. Anlaşmanın tüm dünya açısından önemli olduğunu bilen ve devamlılığının öncelikle kendi menfaatini etkileyeceğini bilen İran anlaşmaya sadık kalacağını her ortamda dile getirmiş ve dediği şekilde anlaşmaya uymuştur. Ancak bahsedildiği üzere, ABD’nin yeni yönetimi, özellikle İran’ı çevreleme politikasının da etkisiyle anlaşmaya uymayacağını ve İran’ı yaptırımlar ağı ile kuşatacağını ilan ederek, Kasım ayı başı itibariyle yeni ambargo dalgasını yürürlüğe koymuştur. Bu noktada, İran’ın her ortamda kendi haklılığı ve anlaşmayı bozan tarafın kendisi olmadığı, bu sebeple de yaptırımların haksız olduğu iddiası, bu defa özellikle Batılı kaynaklar ve yönetimler tarafından kabul görmüştür. Öyle ki, yaptırımların dışında tutulan ülkeler hususunda, her ne kadar isim verilmese de, Batılı ülkelerin de sıkı bir yaptırım uygulamayacağı, en azından ABD baskısına rağmen buna çok da niyetli olmadıkları açıktır.
Bu noktada önemli bir diğer husus da, önceki dönemlerde İran’a uygulanan ambargonun BM tarafından alınmış uluslararası bir yaptırım kararı olmasına karşılık, bu defa sadece ABD’nin şahsi inisiyatifi ile alınan bir karar olmasıdır. Etki açısından bakıldığında ilki kadar etkili olmasa da, yine de sıfır etkiden söz etmekte mümkün değildir. İran’ın, özellikle ham petrol ihracatı yaptığı ülkeler açısından yaşayacağı ödeme ve mal alımı gibi konularda ciddi sıkıntılar yaşayacağı aşikardır. Otomotiv ve sanayi sektöründe de üzerinde yaptırım gölgesini hissedecek olan İran, yine o karanlık günlere dönme korkusunu yaşamaktadır. İran yönetiminin bu noktaya nasıl baktığı hususuna gelince; gerek Cumhurbaşkanı Ruhani, gerek Dini Lider Ali Hamaney, gerekse de diğer siyasi yetkililerin görüşleri, İran’ın yeni yaptırım dalgasından etkilenmeyeceği ve daha önce nasıl hayatta kaldılar ve dünyaya meydan okudularsa, yine aynı şekilde devam edecekleri yönündedir. Lakin İran para birimi olan Riyal’in ABD doları ve diğer para birimleri karşısında son aylarda ciddi oranda değer kaybetmesi ve bunun sonucu olarak bu ülkede yaşayan halkın fakirleşerek enflasyon kıskacında kalması, İran’da ilerleyen günlerde nasıl bir tepkiye yol açar ve bu durum yönetim katında nasıl bir yansıma bulur bunu hep birlikte göreceğiz… Ancak şu bir gerçek ki, eskisi kadar olmasa da, yine de halkın bu durumdan etkileneceği aşikardır.
İran gibi devlet geleneği bin yıllara dayanan bir ülkede yaşanan bu izolasyon, şüphesiz halkın Batı ve ABD karşıtlığında da ciddi bir artışa neden olmaktadır. Tahran yönetiminin, bu noktada halkı Batı karşıtlığına kanalize etmekte bir sıkıntı yaşamadığı bilinmekle birlikte, bu tepkilerin kendisine dönmesinin engellenmesi yönünde bunu bir fırsat olarak gördüğü de açıktır. İran’ın Yemen ve Suriye’deki etkisi sebebiyle Suudi Arabistan tarafından, yine Suriye, Lübnan ve Irak’taki etkinliğinden dolayı İsrail tarafından tehdit olarak görülmesi, ABD’nin de bu iki ülke, yani Suudi Arabistan ve İsrail ile olan yakın diyaloğu göz önüne alındığında, Trump yönetiminin İran öfkesi ya da İran’a bakış açısının neden böyle olduğu daha anlaşır hale gelmektedir. Şüphesiz, İran’a yaptırımlar ve çevreleme hareketi sadece bunlar ile sınırlı değildir; petrol fiyatlarında yaşanan değişim ve İran petrolünün uluslararası piyasaya çıkarılmayacak oluşu da yine Suudi Arabistan ve diğer petrol ihracatçısı ülkeleri heveslendirmektedir. İran petrolünün uluslararası yollardan dünya piyasasına çıkamayacak olması, bu piyasanın kendi petrollerinin satış ağına kalacağını iyi bilen bu ülkelerde yine bu çevreleme hareketine destek olmaktadır. Suudi Arabistan ve İran’ın karşılıklı olarak birbirini suçlaması ve hasım görmesinde önemli etkenlerden birisi de budur.
Türkiye’nin yaptırımlardan muaf tutulan ülkelerden birisi olması görünürde Türkiye lehine olmakla birlikte, bunu akıllıca kullanmak ve İran piyasasına doğru şekilde girmek de bu lehte olan durumu devamlı kılacak bir unsurdur. Özellikle Doğu Anadolu bölgesinin en önemli sınır ticareti kapısı olan İran’ın karşılıklı ticaret hacmine etkisi ve bunun bölgeye katkıları, geçmiş yılların ticaret dengesine bakıldığında net şekilde görülecektir. İran ile böyle bir dönemde dahi ticarete devam edebilmek Türkiye açısından büyük bir güç unsuru olmakla birlikte, bunun uluslararası hukuk ve ticaret kurallarına göre yapılması da yine bir diğer önemli unsurdur. ABD’nin yaptırımlarının İran’ı yıldırmayacağı ve bu ülkenin gücünü tamamen yok edemeyeceği -geçmiş tecrübelere bakıldığında- kolayca anlaşılmaktadır. Fakat, başta eğitimli ve genç nüfus olmak üzere ülke genelinde yaşanan izolasyona karşı bir tepki olduğu ve dünyaya açık olmanın kapalı olmaya karşı daha tercih edilir bir durum olduğu da ortadadır. ABD’nin ve İran’a hasım diğer ülkelerin bu siyasi sorunu bir iç mesele haline getirip halkı rejime karşı kışkırtması ve 2009 yılındakine benzer ayaklanmalara sebebiyet vermesi de olasılıklar arasında bulunmaktadır.
İran gibi güçlü bir devletin bu sorunlarında üstesinden geleceği düşünülse de, yine de bu tarz uyarıları göz ardı etmemesi kendisinin ve bölge siyasetinin lehine bir durum olacaktır.
Ali İzzet KEÇECİ