İsa Uslu: Sayın Hocam, Uluslararası Politika Akademisi (UPA) takipçileri için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Sezgin Mercan: 2004 yılında Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldum. Akademik kariyerime devam etmek amacıyla aynı yıl Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde Avrupa Birliği alanında Yüksek Lisans eğitimime başladım. “İsrail-Filistin Çatışması Örnek Olayı ve Avrupa Dış Politikası” başlıklı tezimi sunarak Yüksek Lisansımı tamamladıktan sonra, 2007 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde bir Jean Monnet Kürsüsü olan Avrupa Çalışmaları Doktora programında çalışmalarıma devam ettim. Doktora tezimi, “Avrupa Birliği Sürecinde Ordunun Türk Dış Politikası Üzerindeki Etkisi: Devamlılık ve Değişim” üzerine hazırladım. Doktora eğitimimi 2013’te tamamlayıp, 2014 yılında Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyeliği görevime başladım ve halen de bu göreve devam etmekteyim. Avrupa Siyasi Tarihi, Avrupa’da Siyasi, Ekonomik, Sosyal ve Askeri Bütünleşme, Bütünleşme Kuramları, Uluslararası İlişkiler Kuramları, AB Ortak Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası, AB Genişlemesi, AB’nin Küresel ve Bölgesel Politikaları, AB’deki Ayrılıkçı Hareketler, AB-Orta Doğu ilişkileri, Türkiye-AB İlişkileri ve Türk Dış Politikası temel çalışma alanlarımdır.
Sezgin Mercan
İsa Uslu: Hocam, bize Brexit’in ne olduğunu, bu süreçte bugüne kadar neler yaşandığını ve mevcut duruma nasıl gelindiğini anlatır mısınız?
Sezgin Mercan: Brexit, içinde birçok göstergeyi barındıran karmaşık bir sürece karşılık gelmektedir. İngiltere içinde yaşanan siyasi, ekonomik ve sosyal değişimler, AB düzeyinde aynı kalemlerde yaşanan değişimler ve gerek İngiltere, gerekse de AB düzeyinde liderlerin ve hükümetlerin karşılıklı olarak birbirlerine yükledikleri anlamların zamanla farklılaşması bu göstergelerin somutlaştığı noktalardır. Brexit, sadece üye bir ülkenin alelade bir bölgesel bütünleşme örgütünden ayrılması anlamına gelmemektedir. Olaya bu şekilde yaklaşmak, onu basite indirgeme riski taşır. Ne ayrılan ülke olarak İngiltere (Birleşik Krallık) basite indirgenecek konumdadır, ne de üyeliğinden çıkılan AB yüzeysel bir örgütlenmedir. Bir tarafta uluslararası ve bölgesel politikalar açısından hâlâ önemli bir aktör olan İngiltere, diğer tarafta da yaşadığı tüm sorunlara rağmen dünyada mevcut derinleşmesi, kurumsallaşması ve genişlemesiyle eşi-benzeri olmayan bir bütünleşme konumundaki AB yer almaktadır. Üstüne üstlük, bir de ne bir üye ülke, ne de AB daha önce böyle bir ayrılma deneyimi yaşamıştır. Bu koşullarda, Brexit, bugün önemli bir kriz haline dönüşmüştür.
Brexit
2001’deki 11 Eylül terör saldırılarıyla birlikte değişkenlik gösteren küresel ve bölgesel güvenlik koşulları, 2000’lerden 2010’lara uzanan süreçte AB’de iyice hissedilen ekonomik zorluklar ve siyasi, ekonomik ve sosyal açılardan küresel ve bölgesel düzeylerde yaşanan sorunların AB üzerinde baskı oluşturması, Avrupa bütünleşmesinin üye ülkelerce sorgulanmasına yol açmıştır. Brexit, bu sorgulamanın adeta tavan noktasıdır. İngiltere’de sosyal eşitsizlik ve toplumdaki zayıflık hissinin artışı, insanların çıkarlarının siyasi aktörlerce ve AB tarafından temsiledilmediği fikrinin giderek daha fazla kabul görmesi, AB’nin İngiltere ile İngiliz Uluslar Topluluğu arasındaki ilişkileri sarstığı düşüncesi ve AB’nin ülkeye maddi koşullar anlamında varlık kaybettirdiği yargısı, bu sorgulamanın güçlenmesine yol açmıştır.
Brexit açısından, ben, İngiltere Başbakanı Theresa May’in 29 Mart 2017 tarihinde Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’a yazdığı mektubu oldukça önemsiyorum. Çünkü bu mektupla, Brexit sürecinin May’in iktidarı dönemine denk gelen kısmı resmen başlamıştır. O mektupta, May’in çarpıcı bir vurgusu vardır: “Self-determinasyon”. May, bu vurguyla, ülkesinin AB ile ilişkiler kapsamında ne gibi bir hassasiyet taşıdığını aslında tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. İngiltere, egemenliğini tekrar kendi ellerine almak istemektedir. Ülke AB üyesiyken egemenlik devri ve paylaşımlarında bulunulmuş ve ülkenin hukuki altyapısı AB hukukuna göre düzenlemişti. Şimdi ise yeniden ‘ulusal’a dönüş yaşamaktadır. Bu da; sağ siyasetin ya da muhafazakâr siyasetin bir nevi kendisini göstermesidir. Egemenlik vurgusunun yanında, günün getirdiği Suriye iç savaşı, göçmen meselesi, mülteci sorunu, ucuz işgücü dolaşımı ve istihdam sorunları gibi konular da bu siyasetin İngiltere’yi ekstra maliyetlerden uzak tutma çabasıyla eşleşti. İngiltere’nin önceki Başbakanı David Cameron’ın bu konuya önemle yaklaştığını görmüştük. İktidarının ilk yıllarında Muhafazakârlar içinde AB’ye dönük tepkiyi azaltmaya çalışan Cameron’ın Başbakanlığı döneminde, hükümetin yardım fonları dışında kalma yönünde AB’den imtiyazlar istediğini ve belli ölçülerde AB’nin de bunu sağladığını hatırlayalım. Ancak bu durum, Cameron’ın AB şüpheciliğini pek de azaltmamıştır.
Brexit’in bir kriz olduğunu belirtmiştim. Bugün gelinen noktada, bu krizin iyi yönetilemediği ifade edilebilir. Bunun ilk göstergesi, Brexit sürecini başlatan Cameron’ın işin başında Brexit’i desteklerken ve bu yönde kampanya yürütürken, sonradan bunun tersi bir tutum takınmış olmasıdır. Bir diğer çarpıcı göstergesi de, Brexit anlaşmasının İngiliz Parlamentosu (Avam Kamarası) tarafından reddedilmesidir. AB’nin İngiltere’ye imtiyazlar tanınmasını bekleyen Cameron, bu olmayınca Brexit’in yolunu açıp, ardından İngiltere’nin AB’de kalmasına dönük bir tutum sergilemişti. Bu, kamuoyunda hükümete yönelik güvenin sarsılmasına yol açmıştı. Dolayısıyla, Cameron’a tepki oluşmuş ve bu tepki ona yönlendiği gibi AB üyeliğine de yönlenmişti. Sonuçta, kamuoyu Brexit’i desteklemiş ve Cameron dönemi kapanmıştır. Brexit sürecini devam ettiren May de, Brexit anlaşmasına dönük Parlamento reddiyle ciddi bir güven bunalımı yaşamaya başlamıştır.
İngiliz siyasetinde bugün Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi gibi kurumsallaşmış büyük partilerin yanında, aşırılık sergileyen ve AB şüphecisi olan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) gibi küçük partilerin de siyasette varlık kazanması, ada kamuoyunda bir bölünme yaratmış ve safların sıklaşmasına yol açmıştır. Benzer bir bölünme, Muhafazakârların yaşadığı gibi, özellikle AB konusunda diğer partilerin kendi içinde de olmuştur. Sağ siyasetin yükselişi ve farklı versiyonları içinde barındırır haliyle karşı karşıya kalan Kıta Avrupası da, Brexit konusunda adeta AB’yi katı bir tutum takınmaya itmiştir. Mevcut koşullar itibariyle, gelinen noktada İngiltere kendisini uluslararası alanda yeniden konumlandırma sürecine girmiştir. AB de, bütünleşmenin nasıl bir proje olarak yola devam edeceğini düşünmektedir.
Dominick Chilcott
İsa Uslu: İngiltere, normal takvime göre, Avrupa Birliği’nden 29 Mart 2019 tarihinde ayrılacak. Ancak Başbakan Theresa May’in parlamentoya getirdiği Brexit anlaşması geçen ay parlamentoda reddedilmişti. Siz, sürecin 26 Şubat’ta parlamentoya gelen yeni bir ayrılık anlaşması ile çözüleceğini mi, yahut İngiliz parlamentosunun anlaşmasız bir ayrılığı mı tercih edeceğini düşünüyorsunuz? Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Sezgin Mercan: İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Sir Dominick Chilcott, yakın zamanda basına verdiği röportajda, herhangi bir süre uzatması olmazsa ülkesinin 29 Mart’ta yasal olarak AB’den ayrılması gerektiğini ifade etmişti. Mevcut Brexit Anlaşması Avam Kamarası’nda reddedildiği için, bu anlaşmada değişiklik yapılması gerektiğini de vurgulamıştı. Değişiklik içinse, AB ile yeniden müzakerenin olması ve Avam Kamarası’nda yeniden oylamanın yapılması gerektiğini belirtmişti. AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker de anlaşmasız ayrılığı sürekli olarak vurguluyor. Hatta Avam Kamarası’nı herşeye karşı tutum takınmakla eleştiriyor. Brexit anlaşmazlığı, Muhafazakâr Parti’de ve İşçi Partisi’nde bazı istifalara da yol açıyor. Tüm bunlar olurken, AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, son açıklamasında karşılarında şu iki seçeneğin olduğuna dikkat çekti: “Kaotik Brexit” ya da “süreyi uzatma”. Şu aşamada en rasyonel çözüm, süreyi uzatma olarak görünüyor. Bundan birkaç hafta önce anlaşmasız ayrılık daha olasıyken, bugün anlaşmasız ayrılık maliyetiyle İngiltere ve AB’nin pek de yüz yüze kalmak istemediği görülüyor. Almanya’dan da süre uzatımıyla ilgili tavsiyeler gelmeye başladı. Dolayısıyla, İngiltere’nin AB’den resmen ayrılacağı tarih büyük ihtimalle 29 Mart’tan daha ileri bir tarihe ertelenecek (The Guardian gazetesi bunu 2021 olarak ileri sürdü) ve o arada anlaşma üzerinde hem Avam Kamarası’nda, hem de İngiltere ile AB arasında bir uzlaşıya varmanın yolları yeniden aranacak.
Brexit’in bir diğer belirsizlik alanını da İrlanda Sorunu oluşturuyor
İsa Uslu: İrlanda adası, Birleşik Krallık’ın parçası olan Kuzey İrlanda ile Avrupa Birliği’nin parçası olan İrlanda Cumhuriyeti arasında bölünmüş durumda. Brexit sürecinden sonra emek ve sermayenin serbest dolaşımında bazı ciddi değişiklikler olacak. Bu gelişmeler, Kuzey İrlanda’daki mevcut barış sürecini ve Birleşik Krallık’ın bütünlüğünü nasıl etkiler?
Sezgin Mercan: İrlanda meselesine İngiltere’nin bakışıyla AB’nin bakışı farklılıklar gösterebiliyor. Konuya İngiltere kendi pazar ve diğer ekonomik hassasiyetleriyle yaklaşırken, AB de Gümrük Birliği ve ortak pazar unsurlarının korunması temelinde yaklaşıyor. Kuzey İrlanda deyince, akla ilk olarak İngiltere’nin geçmişte karşı karşıya kaldığı terör sorunu, yani IRA terörü geliyor. Günümüz koşullarında bu sorun artık geride kalmış görünüyor. Fakat Kuzey İrlanda’da hâlâ bu sorunun siyasi yansımaları canlılığını koruyor. Aynı şekilde İngiliz hükümeti de konunun canlılığını kanıtlarcasına sorunla ilgili kurumsal hassasiyetler taşıyor. Örneğin, İngiliz istihbarat teşkilatı içinde Kuzey İrlanda ile ilgili özel birim hala varlığını korur görünüyor. Bölgede kontrol noktaları tarihte yaşanılan çatışmaların izlerini hâlâ taşıyor. Şu da gözardı edilmemeli; İngiltere, bu açıdan geçmişle bir hesaplaşma yaşamadı. Taraflar, yalnızca bir tutum değişikliğine gitti.
Brexit’in Kuzey İrlanda’daki barış sürecini bozacak bir etki yaratma olasılığı, bugün daha çok ekonomik gerekçelerle beslenen bir kaygı halinde. Bu kaygı, Kuzey İrlanda’nın Gümrük Birliği ve ortak pazar içinde kalıp, İrlanda Cumhuriyeti ile aralarında sınırın olmaması durumuna dayanıyor. Bunda bir süre kısıtı da yok. Brexit Anlaşması, aynı zamanda Kuzey İrlanda’daki İrlanda vatandaşlarının AB vatandaşlığı kaynaklı haklarının korunmasına da işaret ediyor. Kuzey İrlanda’dan gelen ürünlerin İngiliz pazarında dolaşımı korunmaya çalışılıyor. Bu durumun zamanla Kuzey İrlanda’yı Krallık’tan uzaklaştıracağı düşünülebilir. Herşeye rağmen, bence Krallığın geleceği ve bütünlüğü kapsamında, Kuzey İrlanda, bugün İskoç ayrılıkçılığından daha büyük bir risk özelliği taşımıyor. Zaten İngiliz siyasal kültürü içinde bu riskleri hafifletecek çeşitli mekanizmalar da bulunuyor.
İsa Uslu: Hocam, İngiltere için Avrupa Birliği’nden anlaşmasız bir ayrılık söz konusu olursa, bu durumun İngiliz iç siyasetine yansımaları neler olur?
Sezgin Mercan: Anlaşmasız ayrılık en kötü senaryonun gerçekleşmesi demek. Bugün bu olasılık etkisini kaybeder görünüyor. Yine de, eğer anlaşmasız bir ayrılık olursa, bu açıdan May hükümetinin ve Avam Kamarası’nın iyi bir sınav vermediği rahatlıkla belirtilebilecektir. Bu durumda, iyi yönetilememiş bir kriz olarak, Brexit süreci tarihe geçecektir. Mevcut koşullarda İngiltere’de AB’den ayrılmak isteyenler vardır, AB üyeliğinin devam etmesini isteyenler de vardır, bir de ayrılmayı isteyip mevcut anlaşmayla bunun olmaması gerektiğini düşünenler vardır. Anlaşmazlık, işte bu üç grup arasında uzlaşmazlığın devam etmesine yol açacaktır.
İngiltere, bugün iç siyasetinde ciddi meselelerle karşı karşıyadır. Muhafazakâr Parti, bütçe açığını kapamaya ve şirket ve gelir vergisinde indirime gitmeye çalışmaktadır. İşçi Partisi de ekonomik büyümeyi arttırma vaadiyle ve altyapı ve kamu hizmetlerine yatırım vurgusuyla iktidara gelmeye çalışmaktadır. Buna ek olarak, en çok kazanan gelir grubunun vergilerini arttırmayı ve şirketlere ek vergi getirmeyi planlamaktadır. Buna ek olarak, İngiltere, dış politika açısından da tartışmalı bir süreçten geçmektedir. AB gibi büyük ve çok katmanlı bir bütünleşmeden ayrılmanın uluslararası alanda etkinliğini belli ölçülerde sınırlayacağı öngörülebilir. En azından artık AB’nin karar alma mekanizmasında yer alınamayacaktır. Hatta Brexit ile beraber, İngiltere’nin Kıbrıs adasındaki üslerinin statüsü de anlaşmada AB tarafından özellikle ele alınır olmuştur. Bu koşullarda, anlaşmasız ayrılık gelişmeleri İngiliz hükümeti için daha da tartışmalı hale getirecektir.
Brexit’i destekleyenler içinde korumacılık taraftarı muhafazakârlar yer aldığı gibi, serbest ticaret odaklı neo-liberaller de bulunmaktadır. Muhafazakârlara göre, İngiliz hükümetleri rekabetçi Avrupa pazarında İngiliz ürün ve hizmetlerini koruma sıkıntısı yaşamaktadır. Devlet yardımlarının gerektiği noktada AB düzenlemelerinin kısıtlayıcılığı hükümetleri zor durumda bırakabilmiştir. Desteklerin sağlanamadığı koşullarda ise, zayıf işletme ve şirketler çökmüş, ya da çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Neo-liberallere göre, AB üyeliği, gereksiz birtakım düzenlemeler içermekte ve piyasa serbestliğini kısıtlamaktadır. Neo-liberaller, ortak gümrük tarifesi uygulamasını da ticareti AB üyesi ülkeler ile dünyada geriye kalan diğer ülkeler arasına sıkıştırmak şeklinde yorumlamaktadırlar. Hatta mutlak bir serbest ticaretin ancak AB’den ayrılmayla mümkün olabileceğini de düşünmektedirler. İki farklı kesimin yolu, Brexit’te adeta kesişmiştir. Sol siyaset temsilcileri de İngiltere’nin AB’den ayrıldıktan sonra Gümrük Birliği’nde kalmasını savunur konumdadır ve özellikle de May’in müzakere yöntemini eleştirmektedirler. AB üyeliğinin bu derece sınandığı koşullarda, anlaşmasız ayrılığın İngiltere’de yeni bir hükümete giden yolu hızla açacağı rahatlıkla tahmin edilebilir.
Röportaj: İsa USLU
Tarih: 25.02.2019