Kitabın Künyesi: Rıfat N. Bali, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İstanbul: İletişim Yayınları, 7. Basım 2005.
Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945)
Giriş
Rıfat N. Bali’nin kaleme aldığı Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945) adlı eser, Cumhuriyet döneminde mütecanis bir toplum inşa etme sürecinde, Türkiyeli Yahudilere yönelik uygulanan Türkleştirme serüveninin düşünsel izleklerini aktaran kapsamlı bir arşiv araştırmasının ürünüdür. Türkiye Yahudilerinin iktisadi ve kültürel düzeyde nasıl Türkleştirilmeye çalışıldığını çözümleyen bu değerli eser, İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu yazıda, temelde üç bölümden oluşan bu kitabın kısa bir hülasası okuyucuya takdim edilmiştir. Ancak kuşkusuz ki, son derece titiz bir çalışmanın tezahürü olan bu kitabın gerçek manada anlaşılması için, mutlaka tamamının okunması gerekmektedir.
Rıfat Bali
Yazar Hakkında
Rıfat N. Bali, 1948 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini Musevi Birinci Karma İlkokulu’nda, orta ve lise öğrenimini Saint-Michel Fransız Ortaokulu’nda ve Saint Benoit Fransız Lisesi’nde yaptı. Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı Ecole Pratique des Hautes Etudes İlahiyat Bilimleri bölümünden mezun oldu. 1970 yılında özel sektörde memur olarak çalışmaya başladı. 1981 yılından itibaren de ticaret hayatına atıldı. Yazarlık ve araştırmacılık serüveni 1995 yılında başladı. Express, Müteferrika, Varlık, Birikim, Virgül, Felsefelogos, Toplumsal Tarih, Tarih ve Toplum, Folklor ve Edebiyat, Tiryaki dergileri ile Agos ve Şalom gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ne ve Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi’ne (Yapı Kredi Yayınları 1999) maddeler yazdı. Edirne, Serhattaki Payitaht (Haz.: Emin Nedret İşli ve M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, 1998), Diyarbakır: Müze Şehir (Haz.: Dr. Şevket Beysanoğlu, M. Sabri Koz ve Emin Nedret İşli, Yapı Kredi Yayınları, 1999), Efsaneden Tarihe, Tarihten Bugüne ve Adana: Köprü Başı (Haz.: Doç. Dr. Erman Artun ve M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, 2000) kitaplarına makaleleriyle katkıda bulundu. Avner Levi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler (İletişim Yayınları, 1996), Henri Nahum’un İzmir Yahudileri (İletişim Yayınları, 2000) kitaplarını tek başına, Eli Şaul’un Balat’tan Bat-Yam’a (İletişim Yayınları, 1999) kitabını Birsen Talay’la, Nora Şeni ve Sophie le Tarnec’in Camondolar Bir Hanedanın Çöküşü (İletişim Yayınları, 1999) kitabını da Bahar Siber’le birlikte yayına hazırladı. Cumhuriyet döneminde Türkiye Yahudilerinin yaşamlarını anlatan bir üçlemenin ilki olan Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945) (İletişim Yayınları, 1999) ile Les Relations entre Turcs et Juifs Dans La Turquie Moderne (İsis Yayınları, 2001) daha önce yayımlanmış kitaplarıdır. Araştırmacı-yazar, evli ve iki çocuk babasıdır.
Kitabın Özeti
Kitabın Önsöz kısmında, tek parti döneminde Türkiye Yahudilerinin siyasi iktidar ve kamuoyuyla ilişkileri ve aynı dönem içinde Yahudi toplumuna uygulanan kültürel ve iktisadi Türkleştirme politikasının araştırmanın temel eksenini oluşturduğu bilgisine yer verilmektedir. Ayrıca, tek parti dönemindeki Türk-Yahudi ilişkilerini inceleyen araştırmalara bakıldığında, göze çarpan bazı hususlar aktarılmaktadır. Nitekim Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde, Yahudilerin siyasi iktidar ve kamuoyuyla olan ilişkilerinin ya incelenmediğine, ya da soruna eleştirel ve bilimsel bir perspektiften yaklaşılmadığına dikkat çekilmektedir. Konuya işlevsel açıdan yaklaşan Türkiye Yahudilerinin ise, kamuoyu tarafından kendilerine yöneltilen eleştirilere ve sadakatsizlik ithamlarına karşı bir savunma olarak, tarihsel akış içinde iktidar ve kamuoyuyla olan ilişkilerde salt müspet tarafları ön plana çıkardıkları vurgulanmaktadır. Kamuoyu ve Türk münevverlerinin de ekseriyetle bu tarihsel anlatıyı sorgulamaksızın kabul ettiğini belirten yazar Rıfat Bali, Türkiye Yahudileri konusunda yayımlanmış ve mutat haline gelmiş “hoşgörü” söylemine tezatlık içeren araştırma ve kitapların Yahudi cemaatinin seçkinleri tarafından da göz ardı edildiğini ifade etmektedir. Öyle ki, tek parti döneminde yaşanan Türkiye Yahudilerine yönelik esef verici olayların “münferit vakalar” olarak nitelendirildiğine dikkat çekilerek, Türkiye’de anti-Semitizm fikrinin olmadığı ve olamayacağı tezinin ileri sürüldüğüne vurgu yapılmaktadır.
Bu minvalde, Türk kamuoyu ve aydınlarının, tarih anlatımında, Yahudileri her zaman Rum ve Ermeni ekalliyetten ayrı değerlendirmeye özen gösterdiğine vurgu yapan yazar, Rumlar ve Ermenilerle ilgili acı olayların inkâr edilmediği; ancak söz konusu Yahudiler olduğunda geçmişte hiç de gerilimli anların yaşanmadığı fikrinin ağır bastığına dikkat çekmektedir. Bu yaygın kanının Türkiye’de farklı kesimler tarafından paylaşıldığını ifade eden yazar, “Türkiye Yahudilerine karşı gösterilen hoşgörü söyleminin” politik ve toplumsal konularda Batı’dan gelen tenkitlere karşı günümüzde Türkiye tarafından bir savunma aracı olarak kullanıldığını da aktarmaktadır. Tarihsel gelişim içinde, Türk-Yahudi ilişkilerinde meydana gelen acı olayların hatırlatılmasının kimi zaman neden sert tepkilere konu olduğunu çözümleyen yazar, bu durumu, Türkiye’nin içinde bulunduğu milliyetçi muhafazakâr ve asabi ruh haliyle açıklamaktadır. Filhakika, Türkiye’de “azınlıkları Türkleştirme siyasetinin” bir tabu olarak kabul edildiğine değinilerek, Türkiye’de yaşayan ekalliyetlerin tarihsel gelişimine ilişkin tarafsız ve eleştirel bir araştırma yapmanın neredeyse olanaksız hale geldiğine vurgu yapılmaktadır. Tüm bu tartışmaların odağında, bahsi geçen kitabın, hâkim tarih söyleminden etkilenmeden Türkiye Yahudilerinin tek parti dönemindeki yaşamına soğukkanlı ve nesnel bir açıdan yaklaştığı ifade edilmektedir.
Kitabın birinci bölümünde, Cumhuriyet’in ilk on yılını mercek altına alan yazar, Yahudi Cemaatinin, Lozan Antlaşması’ndaki haklarından feragat etme süreciyle Türkiye Yahudilerine yönelik kültürel ve iktisadi zaviyede uygulanan Türkleştirme siyasetinin düşünsel izleklerini mercek altına almaktadır. Türkiye Yahudilerinin Kurtuluş Savaşı esnasında Anadolu insanıyla aynı kaderi paylaştığına ve benzer acılar çektiğine değinen yazar Bali, bilhassa Yunan askerlerinin Manisa, Bursa, Edirne ve Trakya’nın diğer şehirlerinden çekilirken Yahudilere ait tüm evleri yakmalarını ve onları öldürmelerini bu duruma örnek olarak göstermektedir. Tüm bu acı olayların ardından, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması neticesinde Türkiye Yahudilerinin büyük bir sevinç yaşadığına değinilse de, bu iyimser havanın fazla uzun sürmediğine yer verilmektedir. Nitekim yurtdışı basınında, ekalliyetlere yönelik zulüm haberlerinin yayımlandığına dikkat çekilmektedir. Bu haberlerin Türk basınında da yankı bulduğunu belirten yazar, ne var ki, bu iddiaların Hahambaşı tarafından tekzip edildiğine atıfta bulunmaktadır. Basın tarafından Yahudi cemaatine yönelik başlatılan menfi kampanyanın Edirne’de Yahudi aleyhtarı gösterilere dönüştüğünü belirten yazar, akabinde dönemin basınının Yahudilere bakışını mukayeseli bir şekilde inceleyerek okuyucuya aktarmaktadır.
Bilahare, Yahudi cemaatinin, Lozan Antlaşması’nın ekalliyetlere ilişkin 42. maddesinden feragat etme süreci çözümlenmektedir. Cumhuriyet’in kurulmasının ardından yeni rejimin temel ilkelerinden birinin laisizm olduğuna dikkat çekilerek, bu ilkeler doğrultusunda, azınlık cemaatlerinin de kendi yönetim şekillerini düzenlemek zorunda kaldıklarına yer verilmektedir. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’nın 37 ila 45. maddelerinin gayrimüslim vatandaşların haklarını koruma maksadı taşıdığına vurgu yapan yazar, söz konusu bu haktan Yahudi cemaatinin feragat etmesi için gerek basında, gerekse de kamuoyunda bir baskı oluşturulduğunu ifade etmektedir. Bu duruma binaen, hem Yahudi cemaati liderlerinin, hem de dönemin seçkinlerinin kamuoyu oluşturucu ve Yahudi cemaatini yönlendirici yazılar kaleme aldığı bilgi yüklü bir anlatımla okuyucuya aktarılmaktadır. Neticede, 10 Eylül 1925 tarihinde, basında, Yahudi cemaatinin 42. maddeden feragat ettiğine ilişkin beyana dikkat çeken yazar Bali, bahsi geçen feragat beyanının Rum ve Ermeni cemaatleri nezdinde beklenen etkiyi yarattığını belirtmektedir. Dolayısıyla, kamuoyunun Yahudi cemaatine yüklemiş olduğu “öncülük yapma” vazifesinin yerine getirildiğine işaret edilmektedir. Aynı zamanda, feragat beyanının basında övgüyle karşılandığına değinilerek, feragat sürecinin yansımalarına odaklanılmaktadır. Feragat beyanının akabinde Hahambaşılığın kendisini salt ruhani konularla sınırlandırdığına ve gitgide zayıflayan bir kurum haline geldiğine yer verilmektedir. Mamafih, kurumun finansal açıdan zayıfladığına ve kuruma haciz geldiğine de değinilmektedir. Hülasa, Genç Cumhuriyet için bağımsız olmanın salt yabancı ülkelerin Türkiye’nin iç işlerine karışması anlamına gelmediğini belirten yazar, Lozan Antlaşması’nın ekalliyetlere tanıdığı hakkın da bağımsızlık anlayışına aykırı olduğunu ifade etmektedir. Bu doğrultuda, resmi makamlar ve kamuoyunun devletle ilişkiler bakımından en uyumlu azınlık olan Yahudi cemaatini 42. maddeden feragat ettirerek, Rum ve Ermeni cemaatlerine örnek teşkil etmesi için yönlendirdiğine vurgu yapılmaktadır. Öyle ki, Yahudi cemaatinin feragat beyanının ardından, önce Ermeni cemaati, akabinde de Rum cemaatinin feragat ilanlarının geldiğine dikkat çekilmektedir. Böylelikle türdeş bir toplum inşa etme noktasında pürüz teşkil eden ekalliyetler meselesinin çözüldüğünün altı çizilmektedir. Bilahare, Türkiye Yahudilerinin iktisadi ve kültürel düzeyde maruz kaldığı Türkleştirme politikasına parantez açılmaktadır. Genç Cumhuriyet’in, Osmanlı İmparatorluğu’ndan “millet sistemi”ni devraldığını ve yerine bir ulus-devlet inşa etme maksadı güttüğünü belirten yazar, bu doğrultuda azınlıkların Türkleştirilmesinin amaçlandığını vurgulamaktadır. Bu durumun en temel göstergesi olarak da, ekalliyetlerin Türkçeye vakıf olmaları ve gündelik yaşamda Türkçe konuşmalarının istendiğine değinilmektedir.
Dolayısıyla, azınlıkların ve bilhassa da Yahudilerin Türkçe konuşmamalarının eleştiri konusu olduğuna ve bu durumun basının gündeminde önemli bir yer teşkil ettiğine dikkat çekilmektedir. Yahudilerin Lozan Antlaşması’na göre İspanyolca konuşma özgürlüğüne sahip olmalarına rağmen Türkçe konuşmadıkları müddetçe Türkiye’ye uyum sağlayamayacakları yönünde hâkim bir kamuoyunun varlığından bahsedilmektedir. Bu bakımdan, Türkçe konuşmanın bir zorunluluk haline gelmesi adına kanun çıkarıldığına ve “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasının yürütüldüğüne değinen yazar Bali, Türkçe konuşmayan azınlıklara bazı Belediyeler tarafından para cezalarının kesildiğini de belirtmektedir. Kampanyanın ayrıntılarına ilişkin bilgi aktarımında bulunan yazar, bilahare kampanyaya gösterilen direncin izleklerini de okuyucuya izah etmektedir. Öyle ki, “Vatandaş Türkçe Konuş!” levha ve afişlerinin altında protesto maksadıyla Arapça, Boşnakça, Ermenice ve Rumca konuşulduğuna, afişlerin ise yırtıldığına vurgu yapılmaktadır. Bu kampanya esnasında ekalliyetlerin bazı hakaret ve saldırılara da maruz kaldığına dikkat çeken yazar, Rumlar ve Yahudilerin vapurlarda İspanyolca konuşmaktan kaçındığını belirtmektedir. Kampanyanın başladıktan hemen sonra ilk başlardaki hızını kaybettiğini; ancak basının gündeminde 1940’lara kadar özgül bir ağırlık taşıdığına dikkat çeken Bali, bilahare kültürel düzeyde Türkleştirme serüveninin eğitim ayağına odaklanmaktadır. Öyle ki, Genç Cumhuriyet’in inkılaplarından birinin radikal manada eğitim alanını kapsadığına vurgu yapan yazar, türdeş bir ulus-devlet inşa etme sürecinde eğitimin “milli” bir hale çevrilmeye çalışıldığını aktarmaktadır. Bu kapsamda, Cumhuriyet’in ilanında önce mevcut olan Yahudi okullarında eğitim dilinin İspanyolca ve Fransızca olduğuna dikkat çekilmektedir. Ne var ki, Cumhuriyet’in ilanının ardından azınlık okullarının tamamında Tarih ve Coğrafya derslerinin Türk uyruklu muallimler tarafından Türkçe öğretilmelerinin bir zorunluluk haline geldiğine atıfta bulunulmaktadır. Kültürel hayattan sonra iktisadi manada Türkleştirme serüvenini ele alan yazar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, resmi makamların ekonomik hayatı Türkleştirme gayretlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarıyla ilintili olduğunu aktarmaktadır. Öyle ki, 19. yüzyılın sonlarındaki iktisadi ve demografik yapıya ilişkin sayısal veriler ışığında bilgi aktarımında bulunan yazar, azınlıkların ticari hayatta etkin olmasının Türk ekseriyet tarafından hoş karşılanmadığını ifade etmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Rumların mübadele, Ermenilerin de 1915 tehciri sırasında nüfus anlamında kayba uğramaları neticesinde ticari hayatta ortaya çıkan boşluğu Yahudilerin doldurmasının Türk toplumunda bir sükût-u hayale yol açtığı vurgulanmaktadır. Bu noktada, iktisadi zaviyede Türkleştirme politikalarını çözümleyen yazar Bali, Cumhuriyet’in ilanının ardından gayrimüslim memurların işine son verildiğine, ticari faaliyetlerde Türkçe kullanılmasının mecburi hale geldiğine, yabancı uyruklu kişilerin birçok meslek ve zanaatı icra etmelerinin yasaklandığına yer vermektedir. İktisadi düzlemde yaşanan bu değişikliklerin Yahudiler üzerinde birçok sıkıntı yarattığına değinilerek, Yahudilerin ticari faaliyetlerde Türk ortak bulmak zorunda kaldıklarına, gümrüklerde tek başına faaliyet gösteremediklerine, üst toplumsal sınıflarda yer alan takribi on bin Yahudi’nin yurt dışına çıkmak mecburiyetinde kaldığına vurgu yapılmaktadır. Aynı zamanda, Tanzimat sonrasında, içtimai yaşamda ön plana çıkan birçok Yahudi hekim ve hukukçu var iken, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, bahsi geçen meslek dallarında artık Yahudilere rastlanmadığına ve bu durumun Yahudi gençliğinde bir karamsarlık yarattığına işaret edilmektedir.
Bilahare, kitabın ikinci bölümünde, 1934 Trakya Olayları’ndan Atatürk’ün ölümüne kadar geçen süre zarfındaki Türkleştirme faaliyetleri mercek altına alınmıştır. Adolf Hitler’in iktidara gelmesinin ardından Almanya’da başlayan anti-semitik politikanın Türkiye’de de ortaya çıkacağını başlarda kimsenin tasavvur etmediğine değinen yazar, ancak Nazilerin iktidarda olduğu dönemde Türkiye’de de ciddi anti-semitik olayların yaşandığını ve “saf kan” gibi mefhumların Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız gibi yazarlar tarafından kullanıldığını ifade etmektedir. Kitapta, bahsi geçen yazarların ekalliyetleri potansiyel birer hain olarak konumlandırdıklarına değinilmektedir. Bilahare, Trakya’da meydana gelen olayları analiz eden yazar, saldırıların meydana gelmesinde İskân Kanunu’nun etkili olduğunu aktarmaktadır. Öyle ki, İskân Kanunu’nun kabulünden yaklaşık iki hafta sonra Edirne, Çanakkale, Uzunköprü, Kırklareli gibi yerleşim merkezlerinde Yahudi mahallelerine karşı yağma ve kıyıma girişildiğine dikkat çeken Bali, onlarca ev ve mağazanın yağmalandığını, bazı Yahudi kadınların tecavüze uğradığını ve Yahudi tüccarların boykot edildiğini vurgulamaktadır. Bu olayların bir sonucu olarak Yahudilerin evlerini yok pahasına satarak İstanbul’a kaçmak zorunda kaldıklarına değinen yazar, Yahudilerin Trakya’da tedirgin edilmelerinin sebebini, onların askeri anlamda önemli bir bölge olan Trakya’da güvenilir olmayan unsur olarak görülmelerine ve Yahudi tüccarların Trakya’daki ticari egemenliğine son verme maksadının güdülmesine bağlamaktadır. Bu dönemde 1934 Trakya Olayları’nın basında kınandığına; ancak Yahudilerin Türkçe konuşmadıklarına yönelik haberlerin de yaygınlaştığına da dikkat çekilmektedir. Öyle ki, Trakya Olayları’nın Türkiyeli Yahudiler üzerinde yarattığı travmanın akabinde, bilhassa İzmir’de Türkleştirme faaliyetlerinin hız kazandığına, hatta 70-80 yaşındaki Yahudilerin bile Türkçe konuşmaya başladıklarına yer verilmektedir.
1934 Trakya Olayları
Tüm bu parametrelere ek olarak, 1934 Trakya Olayları’nın Yahudi gençliğinin içinde Siyonist bir mefkûrenin belirmesine zemin hazırladığının da altı çizilmektedir. Bu olayların yaşandığı süreçte kültürel anlamda Türkleştirme serüveninin sürdüğüne dikkat çeken yazar, kamusal mekânların ve sokak adlarının değiştirildiğine ve basının Yahudi vatandaşların Türkçe konuşması üzerine yoğunlaştığına işaret etmektedir. Basının, Türkiyeli Yahudilerin Türkçe konuşması konusunda göstermiş olduğu hassasiyete Cumhuriyet Halk Partisi’nin de müdahale etme gereği duyduğuna ve konuya ilişkin bazı kanun tasarılarının hazırlandığına dikkat çekilmektedir. Aynı zamanda Türkleştirme faaliyetlerinin salt lisaniyat ile sınırlı kalmadığına ve dernekleri de kapsadığına vurgu yapan yazar Bali, Cemiyetler Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle koşut olarak Yahudi cemaatinin bütün yardım derneklerinin zaman içinde adlarını Türkleştirdiklerini belirtmektedir. Bu durumu, ekalliyetlerin sahip olduğu spor kulüplerinin adı izlemiştir. Bu gelişmelere ek olarak, Yahudilerin İstanbul Barosu’ndan tasfiye edilme taleplerine ilişkin de tafsilatlı bilgi aktarımında bulunulmaktadır. Bütün bu tartışmaların odağında, Atatürk’ün vefatının Türkiye Yahudileri üzerinde bıraktığı tesiri analiz eden yazar, tüm ekalliyetlerin bilhassa da Yahudilerin Atatürk’e büyük bir sevgi beslediğini ifade etmektedir. Öyle ki, Yahudilerin Atatürk’ü kendilerinin dostu olarak gördüklerine değinilerek, 1935 yılının Ağustos ayında Atatürk’e yönelik suikast girişiminin Yahudileri teessür ettiğinin altı çizilmektedir. Avrupa’daki anti-Semitizmden dolayı Atatürk’ün hastalığının Yahudileri diğer azınlıklara nazaran daha fazla tedirgin ettiğine dikkat çeken yazar Bali, Yahudilerin Atatürk’ün vefatından sonra Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’nün seçilmesinden endişe duyduklarını da okurlara aktarmaktadır. Bu durumun temel müsebbibi olarak ise, İnönü’nün Yahudilere karşı peşin hükümlü bir politikacı olması ve Nazi yanlısı tavrı ile tanınan gazeteci Yunus Nadi ile olan ilişkileri gösterilmektedir. Ardından, ekalliyetlerin korkusunun 10 Kasım 1938’de gerçekleştiğine ve Türkiye Yahudilerinin Atatürk’ün vefatından ötürü müteessir oldukları okurlara aktarılmaktadır.
Kitabın üçüncü ve son bölümünde ise, İkinci Dünya Savaşı yıllarında meydana gelen Türkleştirme faaliyetlerine odaklanılmaktadır. Hitler’in iktidara gelmesiyle Almanya’da yaşam olanağı imkânsızlaşan Yahudilerin başka ülkelere göç etmeyi tasarladıklarına değinen yazar, Türkiye’nin Yahudi göçmenleri kabul etme konusunda son derece seçici davrandığını ifade etmektedir. Öyle ki, Yahudi hekim ve eczacıların bile Türkiye’ye girmelerine izin verilmediğine değinilmektedir. Ne var ki, Atatürk’ün Yahudi asıllı bazı Alman bilimadamlarının Türkiye’ye gelmesine izin verdiğine; fakat bunun da sınırlı sayıda olduğuna dikkat çekilmektedir. Nitekim hükümetin, 1938 yılında, art arda çıkardığı iki yasa ile Nazi rejiminden kaçan Yahudilerin Türkiye’ye girişlerine sınırlama getirildiğine de değinilmektedir. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki kültürel Türkleştirme serüvenine parantez açılarak, azınlıkların Türkleşip-Türkleşmediklerinin salt dil ile anlaşılamayacağı, aynı zamanda Türk ülküsüne bağlı olmaları gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla, azınlıkların milli gayeli yardım kampanyalarına ve milli bayramlara katılımının beklendiğinin altı çizilmektedir. Bu durumun bilincinde olan ekalliyetlerin de milli bayramlara her zaman katıldığına ve söz konusu yardım kampanyalarının en önemli bağışçılarından olduklarına dikkat çekilmektedir. Tüm bu bileşenlere rağmen, kamuoyunun ekseriyetle tatmin olmadığını belirten yazar, basın ve bilhassa dönemin mizah dergilerinin Yahudilerin vatansever duygulara sahip olmadıklarını ileri süren görüşlerini aktarmaktadır. Kültürel Türkleştirme faaliyetleri kapsamında, Yahudilere Türkçe konuşmayı telkin eden La Boz de Türkiye (Türkiye’nin Sesi) adlı derginin yayım politikasına da değinilmektedir. Bu gelişmelere ilaveten, kültürel düzlemde eğitimin Türkleşmesi sürecinin amacına ulaştığına ilişkin sayısal veriler ışığında bilgi aktarımında da bulunulmaktadır. Diğer tarafta ise, iktisadi zaviyedeki Türkleştirme politikalarına odaklanan yazar, Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlayan ekonomik düzlemdeki Türkleştirme faaliyetlerinin Varlık Vergisi ile sona erdiğine yer vererek, bu verginin genelde ekalliyetler, özelde ise Türkiye Yahudileri üzerindeki etkilerine ilişkin ayrıntılı çözümlemeler sunmaktadır. Aynı zamanda basında verginin haklılığını destekleyici birçok başyazı ve makalenin de yer aldığının altı çizilmektedir. Söz konusu bu yazıların azınlıkları hedef aldığına değinen yazar, bu yazılarda ekalliyetlerin “Öz Türk” olmadıkları, vatan için kan dökmedikleri ve kan döken halkı soydukları şeklinde yansıtıldığını ifade etmektedir. Sonuç kısmında ise, Milli Mücadele’nin utkuyla sonuçlanmasından sonra Cumhuriyet’in bir ulus-devlet inşa etmek ve savaştaki kazanımları iktisadi bir Kurtuluş Savaşı ile taçlandırmak gayesi güttüğüne dikkat çekilerek, azınlıkların, bu hedeflere erişim noktasında bir engel olarak görüldüğüne yer verilmektedir. Bu noktada, Atatürk’ün, Milli Mücadele esnasında azınlıkların ayrılıkçı hedeflerine atıfta bulunarak onlara ihtiyatlı yaklaştığını belirten yazar, Milli Mücadele’nin bitiminden sonra ise azınlıklara karşı herhangi bir misillemede bulunmadığı ve onlara eşit haklar tanımayı kabul ettiğini ifade etmektedir. Hülasa, Atatürk’ün yaklaşımına rağmen, toplumsal manada bir yurttaş inşa etme tasavvurunda; din, dil, azınlıklara güven duymama, Lozan Antlaşması’nın ekalliyetlere tanıdığı özel haklar gibi birçok engelinde bulunduğuna işaret edilmektedir.
Sonuç
Rıfat N. Bali’nin kaleme aldığı Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni 1923-1945 adlı eser, erken Cumhuriyet’in türdeş bir toplum yaratma sürecinde, genelde ekalliyetlere özelde ise Türkiyeli Yahudilere bakışını anlatan son derece kapsamlı bir çalışmanın tezahürüdür. Öyle ki, söz konusu kitap, Cumhuriyet’in ilk yıllarında diğer ekalliyetlere nazaran Türk ve Yahudi toplumları arasında bir gerginlik yaşanmadığına ilişkin yaygın kanıyı tersyüz ederek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, resmi ideolojinin, Türkiyeli Yahudilere bakışını eleştirel bir tavırla analiz eden bir eserdir. Aynı zamanda dönemin basınında yer alan yazı ve karikatürlerin aktarılması ile bizzat dönemi yaşayan tanıkların görüşlerine atıfta bulunulması kitabın muhtevasını zenginleştirmiştir. Bu bakımdan, son derece titiz bir çalışmanın ürünü olan bu kitabın alınıp okunmasını herkese tavsiye etmekteyim.
İsmail Uğur AKSOY
One Comment »