“Dünyada milletler bir apartmanın sakinleri gibi kabul edilir. Eğer bir apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkân yoktur.” – Mustafa Kemal ATATÜRK (1935)
Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkeler “barış içinde bir dünya mücadelesi” görevini hatırlatmak amacıyla Almanya’nın 1939 yolunda Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı tarih olan 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etmişken; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da 1981’deki 51. birleşiminde Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül ayının üçüncü Salı gününü “Uluslararası Barış” günü ilan etmiştir. Tüm uluslar ve insanlar için barış ve mutluluk olarak idealize edilen dünya görüşünü desteklemek için, dünya barışı için tüm kıtalardan çocukların bağışladıkları bozuk paralardan üretilen “Barış Çanı” her 21 Eylül’de Birleşmiş Milletler Merkezi’nde çalınıyor. Ancak çanın sesinin ulaşamadığı birçok ülkede, savaşlar, katliamlar ve zulüm faaliyetleri ne yazık ki devam ediyor ve dünya kamuoyu bu olayları sessizlikle karşılıyor.
Doğu Türkistan olarak isimlendirilen Sincan Özerk Bölgesi, yaklaşık iki milyon kilometrekarelik bir alana sahip olmakla beraber, yüzölçümü bakımından Türkiye’nin iki katından daha büyüktür. Doğu Türkistan’ın komşularına baktığımızda ise; kuzeyinde Rusya’yı, batısında Kazakistan, Kırgızistan vve Tacikistan’ı, güneybatısında Afganistan’ı, güneyinde Pakistan, Hindistan ve Tibet’i, doğusunda Çin’i, kuzeydoğusunda ise Moğolistan’ı görürüz. Nüfusu 20 milyonun üzerinde olan bölge halkının neredeyse yarısı Uygurlardan oluşmaktadır. Farsça kökenli olan Türkistan terimi, Türklerin yaşadığı yer anlamına gelmektedir. Doğu Türkistan bölgesi, tarihsel perspektifte bakıldığında, Çin’i yabancı istilalarına karşı koruyan stratejik öneme sahip bir bölgedir. Uzak Doğu ile Avrupa ve Asya’yı, Sibirya ile Güney Asya’yı bağlayan yolların kavşağında bulunmasıyla birlikte, zengin yeraltı kaynaklarına da sahiptir. Bu sebepten ötürü de, Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Projesi (Yeni İpek Yolu) için önem kazanmaktadır.
Yeni İpek Yolu olarak da isimlendirilen Bir Kuşak Bir Yol Projesi, tarihe atıflar yaparak oluşturulan yol güzergâhı ile beraber karadan tren yolları, denizden limanlar ve limanlara erişimi sağlayan bağlantı yolları ile bir bütünlük oluşturan ve Asya, Avrupa ve Afrika’yı ticaret ve enerji yolları ile bağlayan stratejik bir amaçtır. Burada Pekin’in amacı ise, bölgedeki ülkeler arasındaki ticareti geliştirmekle birlikte küresel bir ticaret ağı oluşturmaktır. Amerika Birleşik Devletleri ise, bu projesi kendisinin dünya üzerindeki hegemonyasına zarar vereceği düşüncesiyle desteklememektedir.
Tarih çizgisinin başlangıcından bugüne dek dünyanın birçok coğrafyasında zulüm ve soykırım olayları yaşanmıştır. Yaşanan tüm bu olaylar dünya tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Günümüze geldiğimizde ise, bu olaylara benzer katliamlar halen daha yaşanmaktadır. Yaklaşık 70 yıldır Çin’in Doğu Türkistan’a yaptığı zulüm bu olayların en acı örneklerinden birisidir. Uygur Türklerinin yaşamını sürdürdüğü ve Orta Asya’nın önemli petrol ve kömür kaynaklarına sahip olan *Çin’in Batı’ya açılan kapısı Doğu Türkistan’da- birçoklarına göre yıllardır bir Çin mezalimi yaşanmaktadır. Bölge halkının dinlerini özgürce yaşamalarını, dillerini kullanmalarını ve kendi kültürlerini yaşamalarına Çinliler tarafından izin verilmemektedir. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 2013 yılında yayımladığı rapora göre; Çin’in bölgede Uygur Türklerine yönelik bir sindirme politikası uyguladığı dile getirilmiştir. Fakat Çin’in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde sahip olduğu konum, küresel politikadaki ekonomik ve siyasal gücü yaşanan zulmün görmezlikten gelinmesine sebebiyet vermektedir. 1949 yılında komünist Çin yönetiminin kurulmasıyla beraber Uygur Türkleri için zulüm yılları da başlamıştır. Çin yönetimi, bu tarihten itibaren Türklere karşı tutumunu sertleştirse bile, bölgedeki Türklerin bağımsızlık isteklerini de asla sindirememiştir.
1991 yılına geldiğimizde, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Sovyetlere bağlı özerk birimlerin bağımsızlıklarını kazanması Çin tarafından tedirginlikle karşılanmıştır. Bunun sebebi, Çin’e bağlı sayısı azımsanmayacak özerk yönetim biriminin de bulunmasıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Çin’de bulunan Uygur, Tibet ve Moğol milliyetçilerini bağımsızlık konusunda cesaretlendirmiştir. Her ne kadar bağımsızlık hususunda çaba gösterilse dahi, milliyetçilerin yeterli desteği bulamaması sebebiyle çabalar sonuçsuz kalmıştır. Doğu Türkistan’da “11 Eylül” (9/11) sonrası etkiler ise ölümcül şekilde gerçekleşmiştir. Bilindiği üzere, 11 Eylül vakası, yüce İslam dini ile terörizm kelimelerinin sık sık aynı cümle içerisinde kullanılmasına neden olmuştur. Bu olay sonrasında, Çin, ABD’yi en fazla destekleyen ülkelerden olmakla beraber teröre karşı mücadelede de son derece kararlı davranmıştır. Pekin, Doğu Türkistan Müslümanlarını El-Kaide bağlantılı gibi lanse ederek ve Türklere yaptığı zulümleri “terörle mücadele” adı altında göstererek, kendisini haklı çıkarmak amacındaydı. Çin’in Doğu Türkistan’a “teröre karşı savaş” adı altında yaklaşık 40.000 asker sevk etmesiyle beraber, bölgede uygulanan politikalara direnen kişiler “terörist” veya “aşırı dinci” olarak değerlendirilmiştir. 11 Eylül tarihinden sonra, Çin’in din üzerinden uyguladığı baskılar artmış ve bundan en fazla zararı da Uygur Türkleri görmüştür. Çin’in bu politikası, ne kadar ilginçtir ki ABD’den de destek bulmuş; hatta ABD, bazı Uygur-Türk direnişçi gruplarını terör listesine eklemiştir. Ancak 2009 Urumçi Olayları ile adlandırılan protestolarda Çin’in şiddet kullanarak göstericilere karşılık verdiği açığa çıkmış ve dünyanın gözü bu bölgeye çevrilerek, Pekin üzerindeki baskılar artmıştır. Dünya üzerinde artan tepkilere rağmen, Çin, bu tepkilere karşı kendi savlarını öne sürmüştür. Burada en fazla öne sürülen sav, bölgenin “Çin topraklarının bir parçası olduğu” ve buna bağlı olarak yaşananların bir “iç mesele” olarak görülmesi gerektiğidir. Ancak günümüzün küreselleşen dünyasında şu yadsınamaz bir gerçektir ki, insan hakları ihlallerinin söz konusu olduğu hiçbir konu artık yalnızca ulusal bir mesele değildir. Bu durum yalnızca Çin değil, tüm diğer ülkeler için de geçerlidir.
2009 Urumçi Olayları
1949 yılında Komünist Parti’nin (ÇKP) iktidara gelmesiyle, Çin, insanlararası ilişkileri robotlaştıran adaletsiz bir yönetim kurmuştur. Bu tarihten başlayarak, Doğu Türkistan’daki zulüm şiddetini arttırarak devam etmektedir. Çin’in işlediği insanlık suçu, din, nüfus, dil ve aile yapısı üzerinden çok çeşitli başlıklar altında devam etmekle beraber, Doğu Türkistan’a karşı aynı zamanda bir asimilasyon politikası da izlenmektedir. Örneğin, 1949-1952 yılları arasında yaklaşık 3 milyon, 1952-1957 arası 4 milyon, 1958-1960 arası 7 milyon, 1961-1965 arası yaklaşık 14 milyon ve toplamda 30 milyona yakın insan ya Çin ordusu tarafından katledilmiş, ya da rejimden kaynaklanan kıtlık sonucunda ölmüştür. Geride kalanlar ise, şiddetli bir zulüme maruz kalmıştır. Bununla birlikte, Çin, Doğu Türkistan’a karşı “çift yönlü göç politikası” izlemektedir. Bu göç politikasında, Doğu Türkistan’daki genç erkek ve kızlar Çin’e taşınırken, Çin’den de Doğu Türkistan’a doğru erkeklerden oluşan nüfus göçü yaşanmaktadır. Karşılıklı evliliklerin yapılması, aynı zamanda nüfus dengelerinin de Çin lehine değişimine sebebiyet vermektedir. Nüfus dengelerinin değişiminin Çin lehine gerçekleştirilmesi için, devlet, Doğu Türkistan’a getirilen Çinlilere iyi imkânlar sunarak, onları vergiden muaf tutmuştur. Ancak Çinlilere sağlanan bu avantajlar, Türklerin hayatlarını zor koşullarda sürdürmelerine sebebiyet vermiştir. Sosyal alanda Türkler işsizlikle mücadele etmekte, eğitim sorunu yaşamakta ve güvenlik sıkıntısıyla baş etmektedirler. Tüm bu zorluklara eklemlenen bir diğer sorun da, Çin’in 1979’dan beri yürürlükte tuttuğu doğum yasağıdır. Çin, Doğu Türkistanlı ailelerin köylerde en fazla 2, şehirlerde ise en fazla 1 çocuk sahibi olmalarına izin vermektedir. Bu yasağa uymayan kişilere ise ağır cezalar verilmektedir. Kota fazlası bebeğe hamile olan kadınlar hamileliklerinin kaçıncı ayı olursa olsun kürtaja zorlanmakta; hatta bu yasağa rağmen doğum yapanların bebekleri hastanelerde öldürülmektedir. Çalışma hayatına göz attığımızda ise, bölgede açılan fabrika ve türevi özel çalışma alanlarına ve devlet dairelerindeki memurluklarda öncelikli olarak Çinli göçmenler istihdam edilmektedir. Doğu Türkistan’da yaşanan önemli sorunlardan bir diğeri de sağlık problemleridir. Çin’in nükleer güce sahip olmasından ötürü, bu alanda yapılan silah denemelerinde Doğu Türkistan’ı seçen Pekin, birçok sorunun temelini oluşturmuştur. Nükleer denemelerden kaynaklanan hastalıklar ve doğum anormallikleri ve yaygınlaşan kanser vakaıları yaşanan olumsuzluklardan bazılarıdır. Çin’in zulümlerinden bir diğeri olan eğitim konusunda ise, Çince eğitimin zorunlu olması karşımıza çıkmaktadır. Zorunlu Çince eğitimi vasıtasıyla anadilde eğitimin önüne geçilerek, kapsamlı bir asimilasyon politikası hayata geçirilmektedir. Uygulanan paralı eğitim ise, yoksul Türk halkının alacağı eğitimin önüne geçmektedir. Neredeyse tamamı Müslüman olan Doğu Türkistan halkı, kendi dinlerinin gerekliliklerini bile tamamen yerine getirememektedirler. Devlet memurları ve öğrencilerin bahaneler üretilerek oruç tutmaları, namaz kılmaları, cenazelerini İslami usullere göre defnetmeleri ve dini nikâh kıymaları yasaklanmış ve açık alanlarda toplu namaz kılınması da asker ve polisler tarafından yasaklanmıştır.
Genel olarak bu zulümlere baktığımızda; bunların belki de en olumsuz etkisi doğal kaynakların talan edilmesidir. Çin’deki özerk hak ve yetkilere göre, özerk devletlerin kendi doğal kaynaklarını kendileri kullanmaları gerekirken, Çin yönetimi, Doğu Türkistan’ın doğal kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Nitekim Birleşmiş Milletler’e göre, 1 milyon civarında Müslüman Uygur Türkü halen daha Çin’in eğitim merkezi olarak lanse ettiği toplama kamplarında tutulmaktadır. Bu konuda özellikle İngiliz haber kuruluşu BBC‘nin son dönemde çok önemli haberler yaptığı, ancak Türk medyasının -hükümetin de etkisiyle- bu konuya duyarsız kaldığı görülmektedir. Türk hükümetinin ve özellikle Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bu konudaki açıklamaları yapıcı olmakla birlikte, Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin bile eleştirdiği bir konuya Türk dünyasının lider ülkesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kayıtsız kalması düşündürücüdür. Burada şu da belirtilmelidir ki, dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin Uygur Türkleri gibi küçük bir azınlığı tehdit olarak görmesi/göstermesi, dünya üzerinde kimsenin kabul edebileceği bir yaklaşım değildir. Bir süpergüç olma yolunda ilerleyen Çin, Hong Kong’ta da görüldüğü üzere, yönetimi altındaki halkları baskıyla değil, ancak ikna yoluyla güçlü bir devlet haline gelebilir.
Oğuzhan MANİOĞLU