AŞIRI SAĞ VE HANAU SALDIRISI

upa-admin 28 Şubat 2020 4.496 Okunma 0
AŞIRI SAĞ VE HANAU SALDIRISI

Almanya’nın Hessen eyaletine bağlı Hanau şehrinde 19 Şubat’ta iki kafeye gerçekleştirilen silahlı saldırı, hâlihazırda bir süredir gündemde olan aşırı sağ ve İslamofobi tartışmalarını yeniden alevlendirdi. 4’ü Türk olmak üzere toplam 9 kişinin hayatını kaybettiği saldırının ardından, Almanya’da güvenlik önlemlerinin arttırılacağı açıklandı. Yapılan törenlerde saldırının kurbanlarını anmak için binlerce insan birlik mesajları verdi (https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-51585644, Erişim Tarihi: 26.02.2020). Almanya’daki ırkçı saldırıların geçmişine bakıldığında, tedirgin edici bir tablo karşımıza çıkıyor. 1991’den 2020’ye kadar, demokrasinin beşiği kabul edilen bu AB üyesi ülkede, birçok ırkçı motifli saldırı gerçekleşmiş ve bu saldırılarda birçok insan hayatını kaybetmiştir (https://www.aa.com.tr/tr/dunya/irkci-teror-almanyada-cok-can-aldi/1741457, Erişim Tarihi: 26.02.2020). Saldırıların özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılışı (9 Kasım 1989) ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden (25 Aralık 1991) sonra başlaması da dikkat çekicidir. Bu yazıda, öncelikle Avrupa’nın İslam’a bakışı ve İslamofobi, daha sonra da aşırı sağ incelenecektir. Ardından ise, medya ve politikanın bu düşüncelerin yayılmasındaki etkisi incelenecektir.

Arthur F. Buehler’e göre, İslamofobi’nin tarihi 11 Eylül’den çok daha eskiye dayanmaktadır. 732’de Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında gerçekleşen Poitiers Savaşı, Avrupa için önemli bir savaş tarihi örneğidir. Bu savaştan sonra, papaz Isadore Pacensis, galip gelen Hıristiyanlara bir kimlik oluşturmak adına “Europenses” (Avrupalılar) kavramını ortaya koymuştur. Modern Batı dünyasında ve Hıristiyanlık tarihi boyunca, yüce İslam dini, ne yazık ki bir “kılıç dini” ve “öteki düşman” olarak bilinçaltına kodlanmıştır. Batı dünyası 8. yüzyıldan Haçlı Seferleri’nin başladığı 11. yüzyıla kadar İslam ve Müslümanlar hakkında fazla bir bilgiye sahip değilken, bu tarihten sonra da karikatürize bilgilerle İslam dünyasına yönelik sınırlı bir bakış açısı geliştirmiştir. Bu dönemlerde, İslam medeniyetinin sahip olduğu bilgiye hayranlık beslenirken, bir taraftan da kültürel bir Oryantalizm anlayışı ortaya çıkmıştır. Günümüzde de, Batı’nın İslam dünyasına bakışında, “…televizyon görüntüleri, Hollywood filmleri, ve kitle medyası haberleri aracılığıyla… bir ‘Öteki inşası’ görebilmekteyiz” (Buehler 2014, ss. 124-126).

Fakat Hanau saldırısı sonrasında anma törenlerine katılan binlerce insan, bize bu görüşlerin Avrupa’da yaşayan herkes için öne sürülemeyeceğini açıkça göstermektedir. Ancak bu atıfla dikkat çekmek istediğim nokta, aşırı sağın derin bir tarihsel kökeni olduğu ve zaman içinde gerek dini, gerekse de ideolojik kaynaklardan beslenerek, medya ve politika aracılığıyla güçlenip organize olarak varlığını sürdürdüğüdür. Ne yazık ki, mesele, yalnızca din motifli terör olaylarından korkan insanların buna verdiği bir reaksiyon olmaktan çok daha öte ve derindir.

Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra hız kazanan aşırı sağcılık, kendini entelektüel alanda da gösterdi. Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması adlı eserinde de bu mesele etraflıca ele alınmıştır. Huntington şöyle yazmıştır: “İdeolojik bölünmesi ortadan kalktıkça, Avrupa’nın bir yandan Batı Hristiyanlığı ve Ortodoks Hristiyanlığı arasında, diğer yandan ise İslâmla kendisi arasındaki kültürel bölünmesi yeniden ortaya çıktı” (Huntington, Der. Yılmaz, 2003, s. 30). Huntington’ın da çalışmasında atıf yaptığı Bernard Lewis, 1990’da yayınlanan “The Roots of Muslim Rage” adlı makalesinde, Batı’nın hükümetlerin izlediği politika ve meseleleri aşan bir ruh hali ve hareket ile karşı karşıya kaldığını ve bunun adeta bir “medeniyetler çatışması” olduğunu söyler. Ancak bu hareketin aslında köktendincilik (fundamentalism) olarak adlandırıldığını, oysa bunların dışında daha ılımlı, daha açık ve eski İslâm medeniyetine tekrar ulaşmayı hedefleyen hareketlerin de olduğunu kabul eder. Köktendinci ve ılımlı İslâmi hareketler arasındaki bu mücadeleye Batı’nın çok fazla etkide bulunamayacağını da söyler. Ancak bu mücadele sırasında, Batı, diğer din ve kültürleri daha derinlemesine öğrenerek geri gelmesi beklenen İslâm medeniyeti için hazırlık yapmalıdır (Lewis 1990, s. 60).

Fakat olayların bu şekilde gelişmediği açıkça görülmektedir. Elbette zaman içerisinde Batı’da çok ciddi bir şarkiyat literatürü oluştu. Ancak bu durum, Batı siyasası ve toplumun muhafazakâr kısmı için büyük değişiklikler yaratamamıştır. Nitekim Huntington’a göre, “İtalya, Fransa ve Almanya’da ırkçılık gittikçe açığa çıkıyor ve Arap ve Türk göçmenlere yönelen siyasi reaksiyon ve şiddet 1990’lardan beri daha yoğun ve yaygın hale gelmiştir” (Huntington, Der. Yılmaz, 2003, s. 32). Soğuk Savaş bittikten sonra değişen uluslararası düzen ve faşizm-komünizm sonrası ortaya çıkan ideolojik boşluk, ırkçılığın yeniden ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ancak bu ırkçılık etnik veya biyolojik ırkçılık değil, kültüre dayalı bir ırkçılıktır. “Antisemitizm ile antiislamizm, islamofobi ile yahudi fobisi aynı paralelde ilerleyen kavramlar halini almıştır” (Kedikli ve Akça 2017, 63-64).

Ek olarak, ırkçılık da Avrupa’daki aşırı sağı güçlendiren bir etkendir. Irkçılığın kökleri, büyük oranda, sömürgecilik döneminde ucuz işgücünü meşrulaştırmak için yapılan bilimsel çalışmalara dayanır. Üstün beyaz ırkın diğer ‘aşağı’ ırklara medeniyet götürmek iddiası ile ülkeleri sömürgeleştirmesiyle başlayıp, 20. yüzyılda arî ırk oluşturma çabalarına ulaşmıştır. Felaketle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ırkçı ideoloji resmi olarak terk edilmiş gibi görünse de, toplumda halen karşılık görmektedir. Soğuk Savaş sonrası değişen ekonomik ve sosyal yapının ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını kültürel farklar üzerinden yeniden ortaya çıkardığı görüşüne Fatma Yılmaz da katılmaktadır (Yılmaz 2008, s. 14). Bu görüşün kavramsal adı “modernleşmenin kaybedenleri” tezidir. Bu teze göre, göçmenler yüzünden zayıflayan kültürel bütünlük, işsizlik ve hayat pahalılığı ve güçlenen entegrasyon çalışmaları gibi politik güvensizlikler aşırı sağı güçlendirmektedir. “Modernleşmenin kaybedenleri tezi”, aşırı sağın yükselişine makul bir açıklama getirir; fakat madalyonun yalnızca bir tarafını oluşturur. İnsanların neden özellikle bir partiye oy verdiği üzerinde durarak, yalnızca “siyasetin talep yönüne dikkati çeker”. Siyasetin arz yönünde ise, Avrupa’daki aşırı sağ siyasi partilerin, bu tip seçmenlerin beğeneceği siyasi söylemler benimsemesi vardır. Ayrıca diğer güçlü partilerin yolsuzluk, işsizlik, suç ve göç konularında izlediği politikalar ve yaptıkları açıklamalar insanları tatmin edememekte ve güvensizlik oluşturmaktadır (Uzunçayır 2014, ss. 132-133).

Aşırı sağın güçlenmesindeki önemli bir faktör de göç meselesidir. İkinci Dünya Savaşı bitene kadar Avrupa göç alan değil, göç veren bir bölgeydi. Yaklaşık 60 milyon Avrupalı Amerika’ya göç etti. Savaş sonrası gelişen ekonomi işgücüne ihtiyaç duydu; fakat hem savaşlarla, hem de göçlerle azalan nüfus bu talebi karşılamada yetersiz kaldı. Başta Güney Avrupa ülkelerinden gelmeye başlayan göç dalgaları, zamanla eski sömürge ülkelerden gelenlerle büyüdü. Misafir işçi olarak gelen bu göçmenlerin bir süre sonra ülkelerine döneceği düşünülse de, bu, gerçekleşmemiştir. 1973 OPEC petrol krizinden sonra dünyada yaşanan ekonomik kriz, bu işçilerin kalmasındaki en büyük etkendir. Dahası, zaman içinde aile birleşimi gibi yöntemlerle ailelerini de yanlarına alarak göçmen nüfusun büyümesini sağlamışlardır. Ek olarak, mülteciler de göçmen nüfusuna önemli bir yer işgal etmektedir. Yine özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan savaş ve çatışmalardan dolayı, insanlar, Avrupa’ya sığınmışlardır. Öyle ki, Yugoslavya’daki parçalanma ve iç savaştan kaçan 695.000 insan Avrupa’ya iltica başvurusunda bulunmuştur. Sovyetler Birliği çöktükten sonra 12 milyon Alman kökenli insan da Almanya’ya geri dönmüştür. Sömürgecilik ve kolonizasyon sırasında sömürge ülkelere yerleşen Avrupalılar, dekolonizasyon ile birlikte ülkelerine geri dönmeye başlamıştır. 2000’lerden itibaren ise, Avrupa dış sınırlarını sıkılaştırmış ve bu bağlamda “Kale Avrupa” kavramı ortaya çıkmıştır (Alkan 2015, ss. 756-758).

Bu tarihsel perspektife ek olarak, Arap Baharı sonrası Avrupa’ya yönelen göç dalgaları ve küresel terör gibi meseleler de Avrupa’da en temel tartışma konuları haline gelmiştir. Arap Baharı sürecinde Avrupa’nın tutumu da göç meselesine katkı yapar niteliktedir. Alarçin, özellikle Libya’daki iç savaş ve buna yönelik Birleşmiş Milletler Güvelik Konseyi’nde alınan kararların tarihlerine işaret ederek, gerekli hazırlıklar yapılmadan, olması gerekenden daha erken müdahale edildiğini savunmaktadır. (http://politikaakademisi.org/2020/01/01/dogu-akdenizde-degisen-dengeler-turkiye-libya-mutabakati/, Erişim Tarihi: 27.02.2020). Ek olarak, Orkun Sürücüoğlu, Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’nin ulusal geçiş konseyi ile imzaladığı petrol anlaşmasına dikkat çekmiştir. Fransa’nın bu süreçte en aktif ülke olduğunu iddia eden Sürücüoğlu, bunun nedeninin Kaddafi sonrası dönemde Libya petrollerinin % 35’ini Fransa’nın alması kararlaştırılan anlaşma olduğunu öne sürmektedir (Sürücüoğlu 2017, ss. 618-619). Avrupa, aktif olarak desteklediği Arap Baharı’ndan sonra ortaya çıkan düzensiz göç dalgaları sonucunda ciddi politika değişiklikleri gerçekleştirdi. 2004 yılında uygulamaya konan Avrupa Komşuluk Politikası, başlangıçta AB ve komşuları arasındaki ilişkileri güçlendirmek, komşu ülkelerde insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi konularda, diğer ülkelerin kültürlerine saygı duyarak katkıda bulunmak olarak belirlenmişken, zamanla terörizm ile mücadele, düzensiz göç ile mücadele gibi başlıkları da kapsayacak şekilde değişmiştir[1] (Yılmaz 2019, s. 123).

Özellikle 1990’lardan sonra tartışılmaya başlayan göç meselesinde, durumu oldukça isabetli şekilde ortaya koyan kavram ilk defa J.G. Anderson ve T. Bjorklund’un 1990’da yazdıkları makalede, Norveç’teki sağ partilerin göçmen politikalarını eleştirmek için kullanılmıştır. “Refah Şovenizmi”, devletin refah hizmetleri ve sosyal politikalarından yalnızca vatandaşların yararlanması gerektiği görüşüdür (Alkan 2015, s. 753). Göçmenlerin devlet olanaklarından faydalanması, bazı göçmenlerin vergi ödememesi, iş alanında rekabeti arttırmaları ve ücretleri düşürdükleri iddiası refah şovenizminin ana eleştirileri ve dayanaklarıdır (Uzunçayır 2014, s. 140).

Aşırı sağ ve gerek dini gerek ideolojik görüşleri, küreselleşen dünyada belirli bir kesimin içinde kalıp, mevcut durumdaki kadar güçlü ve yaygın olmayabilirdi. Bunu sağlayan bir diğer faktör ise yine küreselleşmenin kendisi -ya da küreselleşmenin bir alt dalı olan- küresel medya oldu. Medya aracılığı ile çok daha geniş kitlelere yayılabilen fikirler -tehlikeli fikirler de dahil- artık çabucak etki oluşturabiliyor. Abdülkadir Gölcü ve Mustafa Çuhadar birlikte yaptıkları çalışmalarında bu meseleyi etraflıca ele almışlardır. Medyanın İslam karşıtlığını yayma çabası sonucu İslam’a yönelik belirli bir tablo oluşmuş ve bu normalleşmiştir. Muslim News’ün editörü Ahmed Versi, 11 Eylül’den sonra Batı medyasında ılımlı, barışçıl, hoşgörülü bir İslam anlayışını benimseyenlerin yer bulamadığını ve yalnızca radikal İslamcı gruplara yer verildiğini öne sürer. Göksu ve Saygılı ise, 10 Ağustos-10 Kasım 2011 tarihlerinde Washington Post ve New York Times gazetelerinde yayımlanan İslam ile ilgili 247 haberi incelemiştir. Bu yayınlarda “11 Eylül”, “Terörizm/İslami Terörizm”, “hoşgörüsüz”, “Radikal İslam”, “despot/baskıcı/sapkın/gayri medeni”, “El-Kaide/Taliban/Terörist” gibi kavramların ön planda olduğunu saptamışlardır. Bir diğer örnek ise, Illinois Üniversitesi’nden Travis Dixon’ın yaptığı çalışmada 2008-2012 arasında Amerikan basınında çıkan haberleri incelemesidir. Dixon, görüntülü medyadaki terörist resimlerinin % 81’inin Müslümanlara ait resimler olduğunu ortaya koyar. FBI’ın terörist dosyalarının ise yalnızca % 6’sını Müslüman teröristlerin oluşturduğunu belirten Dixon, haberlerin dünyadaki gerçekliği yansıtmadığını savunur (Gölcü ve Çuhadar 2018, s. 83).

Almanya’da medya İslam ile ilgili yapılan haberlerde, İslam’ın belli başlı yönlerini ele almaktadır. Örneğin ZDF ve ARD kanallarının, 2005-2006 yılları arasındaki bir buçuk senelik zaman diliminde İslam ile ilgili yaptığı 133 yayının % 81’i olumsuz içeriklidir. Dergilerde ise, İslam ile ilgili yayınlar genelde terörizm, kadınlar ve artan Müslüman nüfusu üzerinden yapılmaktadır (Almalı 2018, ss. 138-142). Taranan dergiler ve bulunan İslam karşıtı yayınlar.

Taranan dergiler ve bulunan İslam karşıtı yayınlar

Kaynak: Arda Almalı (2018), “Almanya’da Yükselen İslamofobi Ve Dergilerdeki İslam Karşıtı Yayınlar”, International Journal of Social Sciences, 2(2), Güz 2018.

          

İslam karşıtı yayınların kategorileri

Kaynak: Arda Almalı (2018), “Almanya’da Yükselen İslamofobi Ve Dergilerdeki İslam Karşıtı Yayınlar”, International Journal of Social Sciences, 2(2), Güz 2018.

Almanya’da bu konuda yapılan başka araştırmalar da dikkat çekicidir. Almalı’nın aktardığına göre, 2015 Ocak ayında yapılan bir araştırma Almanların % 61’inin İslam’ı Batı dünyası için uygunsuz bir din olarak nitelediğini; % 51’inin ise Müslümanları tehdit olarak gördüğünü ortaya çıkardı. 2017 yılında bu ülkede Müslümanlara yönelik olarak toplam 950 saldırı gerçekleşmiştir. Bu saldırılar tehdit mektupları, saldırgan internet paylaşımları, başörtülü kadınlara saldırı, camilere domuz kanı atılması, camilere ve bazı evlere Nazi sembolü çizilmesi şeklinde gerçekleşmiştir (Almalı 2018, s. 138).

Bu nefret suçları, 19 Şubat’ta gördüğümüz gibi zaman zaman daha büyük ölçekli aktif saldırı suçlarına da dönüşebilmektedir. Geçen sene 15 Mart’ta Avustralya’da gerçekleşen cami saldırısını da bu noktada hatırlamakta fayda var. Umarım bu saldırılar tekrar yaşanmaz. Bireyler olarak bizler de -zaman zaman ülkemizdeki Suriyeli mültecilere yöneltilen suçlamalar gibi- “refah şovenizmi” içinde olabiliyoruz. İşsiz kalan bireyler, elbette doğal olarak buna bir neden arayacaktır ve bu arayış toplumsal boyuta vardığında bunu yatıştırmak da medyaya, politikacılara ve eğitimcilere düşer. Belki de doğrusu, göç dalgalarına neden olacak politikalar geliştirmemektir. İnsanların dünyanın her yerinde huzurla yaşayabilmesi için gereken politikalar izlemek, ulusal çıkarlardan daha öncelikli hale geldiğinde arzu ettiğimiz noktaya varmış oluruz. Teorik olarak uluslararası siyaset teorisinin üzerinde çalıştığı bu konu, umuyorum ki pratik boyutta da hayata geçebilir. Fakat bunun da olabilmesi için, gerek politikacılara, gerek basın mensuplarına, gerekse de akademisyenlere çok büyük görevler düşüyor.

Hasan Ebrar ALARÇİN

KAYNAKÇA

  • ALKAN, Ufuk (2015), “Avrupa’da Refah Devleti ve Göç İlişkisi: Refah Şovenizmi Örneği”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, 70(3), ss. 751-768.
  • ALMALI, Arda (2018), “Almanya’da Yükselen İslamofobi Ve Dergilerdeki İslam Karşıtı Yayınlar”, International Journal of Social Sciences, 2(2), ss. 219-145.
  • BUEHLER, Arthur F. (2014), “İslamofobi: Batı’nın ‘Karanlık Tarafı’nın Bir Yansıması”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 55(1), ss. 123-140.
  • GÖLCÜ, Abdülkadir & ÇUHADAR, Mustafa (2017), “Batı Toplumlarında İslamofobi’nin Üretilmesinde Medyanın Rolü”, Ombudsman Akademik, 4(7), ss. 71-99.
  • KEDİKLİ, Umut & AKÇA, Mehmet (2017), “Soğuk Savaş Sonrası Avrupa’da Artan İslamofobi”, TESAM Akademi Dergisi, 4(1), ss. 57-95.
  • LEWIS, Bernard (1990), “The Roots of Muslim Rage”, The Atlantic Monthly, Eylül 1990, 266(3), ss. 47-60.
  • SÜRÜCÜOĞLU, Orkun (2017), “Koruma Sorumluluğu: Darfur Krizi ve Libya Müdahalesi Çerçevesinde Bir Değerlendirme”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 19(4), ss. 603-628.
  • UZUNÇAYIR, Cihan (2014), “Göçmen Karşıtlığından İslamofobiye Avrupa Aşırı Sağı”, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, Eylül 2014, 2(2), ss. 131-147.
  • YILMAZ, Eren Alper (2019), “Evrensel Ahlaki Değerler İle Ulusal Çıkarlar Arasında Ab’nin Göç Politikaları Çıkmazı”, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 6(8), ss. 119-128.
  • YILMAZ, Fatma (2008), “Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Ab Politikalarının Etkin(siz)liği”, Ankara: USAK Yayınları, 2008.
  • YILMAZ, Murat (Der.), Samuel P. Huntington v.d. Medeniyetler Çatışması, Ankara: Vadi Yayınları, 2003.

 

İNTERNET KAYNAKLARI

[1] Konu hakkında bir diğer kaynak için bakınız: Bezen Balamir Coşkun (2015), “An Evaluation of the EU’s Migration Policies After Arab Spring”, Journal of Cultural Studies, Faculty of Communication, Hacettepe University, 2 (1), ss. 41-59.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.