Kasım-Aralık 1999’da Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında, “küreselleşme karşıtlığı” ortak parantezinde başlayan olaylar, kimi zaman kitlesel öfke ile açıklansa da, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” olarak nitelendirdiği “Soğuk Savaş sonrası” dönemde yeni bir muhalefet türünün ortaya çıktığı savlarına neden olmuştu. Tarihin garip bir cilvesi olarak DTÖ’nün toplantıları Seattle’de düzenleniyordu ve bu geniş tabanlı olaylar zincirinde, “Seattle ruhu” diye bir adlandırma da oluşmuştu. Bu başlıkta, Soğuk Savaş’tan farklı olarak, farklı siyasal kimlikler, dini gruplar, ulus devletçi refleksler ve mikro örgütlenmelere kadar, birbirleri arasındaki bağ açısından doğrultu tutarlılığı olmayan, küreselleşmeye farklı nedenlerle karşı olan grupların, “anti olmak parantezi”nde bir araya gelen tepkileri vardı. Hatta bazı sosyal bilimciler daha da ileri giderek, sonraki yıllarda dünyanın farklı kentlerindeki DTÖ, IMF, Dünya Bankası zirvelerinde bir araya gelen, ortak ve işlenmiş siyasal doktrinleri olmayan ve gösteri yapan geniş tabanlı yapıyı, hiyerarşisiz, dikey örgütlenmenin olmadığı “post-modern” bir tanımla ele aldı. Aslında kafa karışıklığı da burada başlıyordu. Post-modernizm, 1970’lerin başından itibaren Lyotard’la başlayan tartışmalarda, ulus devleti, kalkınma hedeflerini, her türlü hiyerarşiyi reddettiğini iddia eden bakışıyla, tersine bir yöntemle, emperyal güçlerden yana kolonyalist bir küresel muhafazakarlığı inşa ediyordu.
1999, 1980’lerin getirdiği siyasal mirasla, Reagan-Thatcher’ın muhafazakar neo liberalizminden, liberal-sosyal demokrat bir neo liberalizme geçişin, Giddens’ın “Üçüncü Yolu”nun popüler olduğu, Clinton’ın “Floransa toplantıları” başlığında, Avrupa’nın neoliberal solu ile buluştuğu, biçimsiz bir iyimserliğini resmediyordu. Küreselleşme karşıtlığına bakışları ise sadece “Fransız köylüsü”nde tasvir edilen, küreselleşmecilerin kibirli tavrında ete kemiğe bürünüyordu. Aslında neoliberalizm, “ahtapot” gibi, her yere uzanan, içinde muhafazakar, liberal, sosyal demokrat, mikro milliyetçi ideolojileri eriten, piyasayı tanrılaştıran, her tür sosyal hakları budayan, ulus devlete ideolojik anlamda savaş açan bir çerçeveyi ifade ediyordu. Bunu paradigma olarak nitelendirmek mümkün müdür? Tartışılır. Ancak şu dile getirilebilir, Soğuk Savaş’ta Batı-Doğu ikileminde belirtilen temel rekabet, Kuzey-Güney ikilemine dönüşürken, Kuzey’e AB, NAFTA ve diğer unsurlarla küreselleşmek, Güney’e ise, var olan devletlerini Ortadoğu başta olmak üzere kaybeden; klan, kabile, aşiret yapılarına dönen bir “paradigmatik gerçeklik” düştü. Balkanlar ve Kafkasya’da, eski devletlere SSCB ve Yugoslavya öncesine dönülürken, Ortadoğu’da geriye kalan, örgütsel yapılar, mezhepsel ve etnik başlıklarda yönetilemeyen, aparatlar oldu.
Fukuyama’nın büyük bir rahatlıkla ifade ettiği “Tarihin Sonu”, aslında tarihin yeniden başlangıcına yerini bırakmaya başladı. 2019 sonunda Çin’de başlayan, 2020’nin ilk yarısında dünyayı kasıp kavuran “Covid 19” pandemisi, pek çok ülkeye zarar verirken, ABD’de çok daha fazla sorgulamaya ve var oluş sorularının kitleselleşmesine yol açtı. 25 Mayıs 2020’de ABD’de Minneapolis’te polisin ırkçı saldırısıyla yaşamını kaybeden Afro Amerikalı George Floyd, bir fitili ateşledi. 1865’te ABD Başkanı Abraham Lincoln’ün iç savaşın sonunda aldığı ve yaşamına mal olan “köleliğin kaldırılması” kararı, ABD kurulu düzeni ve toplumun tutucu kesimlerince kabul görmedi. 100 yıl sonra 1960’lardaki “medeni ve sosyal haklar mücadelesi” başlığında, hala devam eden ırkçı uygulamaların kaldırılması için, Afro Amerikalılar, kitlesel ayaklanma ve gösterilerle kendisini ortaya koydu. Martin Lutherking’lerin hayatları pahasına verdiği mücadelelerden sonra, iki dönem Afrikalı Amerikalı Barack Obama’nın Başkanlık yapmış olmasına karşın, ABD’de 2020’de bir şeylerin değişmediği, sadece Floyd olayı ile değil, devam eden benzer vakalarla artma eğilimi gösteriyor. 60 yıl sonra, sadece Afro Amerikalılar’ın değil, ABD’deki düzene başkaldıran kitlelerin ortak öfkesi, pandemide aciz kalan sağlık sistemi, sosyal devletten habersiz piyasacı sistemin katılığı, kısacası piyasacı-ırkçı tahakküme karşı verilen bir mücadeledir. 2016’da seçilen ve 2020’de tekrar Başkanlığa aday olan Cumhuriyetçi muhafazakar Başkan Donald Trump, tehditvari ve provokatif “tweet”leriyle, adeta olayları tetiklemekte, siyasal açıdan kendi kitlesini tahrik edip, etrafında kenetlemeye çalışmaktadır. Bu olaylarda, 1999’da “Seattle Ruhu”na adını veren kentte, bu sefer, ABD’de modern zamanların “kurtarılmış bölgesi” oluşmuştur. ANTIFA örgütü, bu operasyonda ön planda gözükmektedir. Anti-faşist başlığındaki bu örgütlenme, kimi zaman “sivil itaatsizlik” adı verilen, Batı tarafından pişirilen bir reçetenin, azmettiren emperyal gücün anavatanında kendisini kusmuştur. Bu elbette bir Paris Komünü değildir, kısa zaman içinde ABD, bu hareketi kanlı/kansız bastırmaya çalışacaktır. Ancak ABD’de bir kere “pandoranın kutusu” açılmıştır. ANTIFA sokaklardaki illegal bir gölge yapıysa, karşısında Cumhuriyetçi Parti’nin içindeki “paralel gölge yapı” Tea Party (Çay Partisi) vardır. Bir başka açıdan, ABD’deki resmi kurumlardan değil, ANTIFA-Tea Party zıtlaşması, ya da “gölgelerin savaşı”ndan söz ediyoruz.
ABD’de başlayan olaylar, Londra, Amsterdam, Paris başta olmak üzere, neredeyse İtalya ve diğer ülkelere sıçramıştır. Zira, Avrupa’nın kendi tarihindeki ırkçı-kolonyalist geçmiş, yakasını bırakmamaktadır. ABD ve Avrupa’da eski köle tüccarlarının, hatta Christoph Colomb’un, karizmatik siyasi liderlerin heykelleri yıkılmakta, yerlerde sürüklenmektedir. Eski sömürgelerinden gelen, kuşaklardan beri vatandaşı olanlar başta olmak üzere, Ortadoğu kaosunda Avrupa’ya sığınmaya çalışan sığınmacı-mültecilere ırkçı uygulamalar; bugünkü alt üst oluşun emarelerini de vermektedir.
Seattle’da sembolize eden olaylar, ABD açısından bir “beka sorunu”na dönüşürken, ABD ve Avrupa’da pandemi gibi yayılan olaylar, ırkçı-piyasacı, küreselleşmeci, neo liberal düzene duyulan öfkeyi ifade etmektedir. Kamucu ekonomi, sosyal devlet, tarıma dayalı kalkınma başlığında özetlediğimiz, “gaspedilen normal”in dönüşü, laik, demokratik, hukuk devleti ile mümkündür. Ulus devlet derken, bu özellikleriyle bir ulus devleti kastediyoruz. Aksi takdirde, kitlesel yağma ve şiddetle pazarlanmaya çalışılan bu ruh, mevcut düzenin kendisine makyaj yapmasıyla, tasfiye edilmeye çalışılacaktır. Kapitalizm henüz tasfiye olmasa da, neo liberal, piyasacı, ırkçı, post modern yönleriyle, tarihe son vermek isteyen zihniyet, kendi kulvarına çekilmek durumundadır.
Atatürk’ün ülkemizde bu çerçevede yapılandırdığı fabrika ayarları, günümüzün gerçekleriyle iyi harmanlanabilse, ulus devletin, ülkemizin bütünlüğü, bölge ve dünya barışı için, ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır.
Tüm bu olayların ardından, “online erişim”le kitlesel işsizlikle karşı karşıya kalan emeğin, Marx’ın “makine yapan makineler” başlığında anlattığı otomasyonla, algoritma ve yapay zekanın kuşattığı büyük parantezde, nasıl bir geleceği tasarladığı; dağınık olmayan, doğrultu tutarlılığı ve işlenmiş doktrinlerle ifade edilen, sosyal ve siyasal örgütlenmelerle daha iyi anlaşılacaktır.
Seattle’da can çekişen neo liberal, küreselleşmeci zihniyetin ta kendisidir. Ancak alternatif çıkmazsa, kendisini tekrar ettirmek durumunda kalacak, bu da insanlığın felaketi olacaktır.
Dr. Deniz TANSİ