Giriş
1923 doğumlu olan Amerikalı devlet adamı Henry Kissinger, 1969-1977 döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanı (1969-1975) ve Dışişleri Bakanı (1973-1977) olarak Amerikan dış politikasına yön vermiş önemli bir kişidir. Vietnam’da savaşın durdurulması konusundaki çabaları nedeniyle Nobel Barış Ödülü’ne (1973) layık görülen Henry Kissinger, buna karşın sol kesimlerin pek desteklemediği ve dış politikada Reelpolitik (Realizm) çizgisiyle özdeşleşmiş bir isimdir. Kissinger, aktif siyasi kariyeri sonrasında ise birçok önemli kitaba imzasını atmıştır. Bu kitaplardan özellikle 1994 tarihli Diplomacy (Diplomasi), günümüzde artık bir klasik kabul edilmektedir. Kissinger, 2014 yılında ise, World Order (Dünya Düzeni) adlı eserini yayımlamıştır. 432 sayfalık ve 2014 Penguin Books basımı eser, “Giriş” ve “Sonuç” bölümleri dışında 9 bölümden (chapter) oluşmaktadır. Bu yazıda, Kissinger’ın bu eserinde önemli küresel güçler hakkında yaptığı bazı tespitler özetlenecektir.
World Order
Kitaptan Bazı Önemli Saptama ve Öngörüler
Avrupa Birliği: Amerikalı deneyimli devlet adamı Henry Kissinger’ın World Order kitabında geleceğe yönelik gidişatını değerlendirdiği ülke/organizasyonlardan biri de Avrupa Birliği’dir. Kissinger, kitabının bu bölümünde, iki Almanya’nın birleşmesiyle Almanya’nın yeniden Avrupa’nın en güçlü devleti haline geldiği tespitini yaparken, ortak para birimi avronun (euro) yaratılmasının da etkisiyle, AB’nin, kıta Avrupası’nda, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ndan bu yana en güçlü birliği yaratmayı başardığını iddia etmektedir. Buna karşın, Avrupa Birliği’nin mevcut durumunu “melez” olarak değerlendiren Kissinger, bu bağlamda AB’nin devlet ile konfederasyon arasında bir yerde konumlandığını ve ulusüstü bir alyansa dönüşmeye yönelik tüm gayretlere karşın, ulusal siyasetlerin halen güçlü olduğunu vurgulamaktadır. Bu noktada, Kissinger, mevcut ABD Başkanı Donald Trump’ın aksine, ülkesi ABD’nin AB projesini desteklemesi ve Avrupa’da bir güç boşluğu ortaya çıkmasına izin vermemesi gerektiğini düşünmektedir. ABD’nin Avrupa ile bağlarını güçlü tutması gerektiğini vurgulayan Amerikalı yazar, ülkesinin Avrupa’dan kopması halinde ise, jeopolitik olarak bir adaya dönüşebileceğini düşünmektedir. Son dönemde Avrupalı devletlerin daha çok iç meselelerine gömüldüklerini de yazan Amerikalı düşünür, bu bağlamda AB’nin geleceği konusunda keskin yorumlar yapmaktan kaçınmakta, ancak ABD-AB müttefikliğinin geliştirilerek sürdürülmesini savunmaktadır.
Suudi Arabistan: Henry Kissinger’ın kitabında değerlendirmeye aldığı ve yakından incelediği ülkelerden birisi de Suudi Arabistan’dır. Suudi Arabistan’ın İkinci Dünya Savaşı sonrasında Müttefiklerle ittifaka girerek zaman içerisinde petrol gelirlerinin de etkisiyle önemli bir ekonomik ve siyasi güç haline geldiğine değinen Kissinger, bu ülkenin monarşi ve teokrasi karışımı rejimini de incelemektedir. Suudi Arabistan’ın, İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrasında benimsediği Şii İslam’a dayalı devrimci çizgiden en çok rahatsız olan ülke olduğunu vurgulayan Kissinger, 1979 yılında Selefi fanatiklerin gerçekleştirdiği Kâbe Baskını’nın bu ülkedeki korkuları nasıl tetiklediğini de belirtmektedir. Kissinger’a göre, İran’ın artan etkisinden rahatsız olan Suudi Arabistan’a yönelik olarak, ABD, demokratikleşme ve güç dengesi temelinde bir dış politika yürütemez. Zira Suudi Arabistan’da yaşanabilecek bir ayaklanma, yalnızca küresel ekonomi için değil, -kutsal bölgelerin bu ülkede olmasının da etkisiyle- İslam dünyasının güvenliği ve dünya barışı bağlamında da büyük riskler oluşturabilir. Bu bağlamda, deneyimli devlet adamı, İran’ın nükleer güce ulaşması durumunda Suudi Arabistan’ın da Pakistan desteğiyle nükleer silah yapımına yönelebileceğini belirtmekte ve bu nedenle Riyad’a yönelik olarak ABD’nin bölgeden çekileceği izlenimi yaratılmaması gerektiğini; zira bu durumda Suudi rejiminin Çin, Hindistan ve hatta Rusya gibi diğer güçlerle ittifak arayışına başlayabileceğini düşünmektedir.
İran İslam Cumhuriyeti: Amerikalı ünlü devlet adamı ve yazar Henry Kissinger, World Order kitabında İran’la ilgili olarak da bazı önemli tespitler yapmıştır. Öncelikle Radikal İslam prensiplerinin devlet doktrini olarak uygulanmasının 1979 yılında ilk kez İran’da gerçekleşen Humeyni devrimiyle başladığını belirten Kissinger, bunun beklenmedik bir gelişme olduğunu; zira İran’ın İslamiyet öncesi dönemlere uzanan köklü ulusal tarihi ve devlet geleneğiyle o güne dek Batı ile iyi ilişkiler kurduğunu hatırlatmaktadır. İran’da mollaların kontrolü ele geçirmesiyle Batı ile iyi ilişkiler döneminin sona erdiğini belirten Kissinger, Tahran’daki yeni rejiminin Şii “vekil” (proxy) güçleri kullanarak Lübnan’da (Hizbullah) ve Irak’ta (Mehdi Ordusu) devlet-dışı milis güçlerini desteklemeye ve onların terör eylemlerine destek vermeye başladığını vurgulamaktadır. Humeyni’nin İran İslam Devrimi’ni dünyaya ihraç etmeye dayalı iddialı bir dış politika benimsediğini de belirten Kissinger, bu süreçte özellikle ABD ve İsrail’in ise yeni rejim tarafından temel düşmanlar olarak seçildiğinin altını çizmektedir. Buna rağmen, Kissinger, ilginç bir şekilde ABD ve Batı dünyasının günümüzde İran’la işbirliği temelinde ilişkiler geliştirmeye açık olmaları gerektiğini; bunun kesinlikle normale dönmek anlamına gelmediğini, ama özellikle İran nükleer programı konusunda bu yöntemin tercih edilmesi gerektiğini ima etmektedir. Kitabın JCPOA – İran nükleer anlaşmasından birkaç ay önce yayımlandığını da bu noktada hatırlatmakta fayda var. Ancak Kissinger’ın İran analizinin günümüzde de bence halen geçerli olduğu düşünülebilir.
Dünya Düzeni
Japonya: Kissinger, kitabında Japonya’nın geleceği konusunda da önemli görüşlere yer vermiştir. Yazara göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik gelişime odaklanan ve pasifist bir dış politika benimseyen Japonya, bu şekilde kısa sürede ekonomik açıdan gelişmiş ve demokratik bir ülke olmayı başarmıştır. Buna rağmen, Şinzo Abe’nin güçlü bir yönetim kurmasıyla Japonya’da güvenlik ve dış politika konularında revizyonun gündeme gelmeye başladığını yazan Kissinger, bu noktada Tokyo’nun Washington’ın Asya-Pasifik politikasına göre hareket edeceğini belirtmekte ve Çin’in hızlı yükselişinin bu ülkede olumlu bir gelişme olarak algılanmadığına dikkat çekmektedir. Kissinger’a göre, ABD’nin Asya-Pasifik’te gücünü koruması ve Japonya’ya desteğini sürdürmesi durumunda, Çin yükselişi ve Kuzey Kore kaynaklı tehditlere karşın, Tokyo, mevcut durumunu sürdürebilir. Ancak ABD’nin güç boşluğu yaratması durumunda, Tokyo, tehditleri caydırma ve bertaraf etme yönünde aktif politikalar geliştirebilir. Bu noktada, bence, militarizasyon ve silahlanma seçeneğinin yanı sıra, Çin’le diyaloğu geliştirerek yeni bir statüko kurma alternatifi de gündeme gelebilir.
Hindistan: Soğuk Savaş döneminde 1955 Bandung Konferansı’ndan itibaren Bağlantısızlar Hareketi’nin lider ülkelerinden biri olarak, hem ABD ve Batı kampı, hem de Sovyet Rusya ve Doğu Bloku ile yakın ilişkiler kuran Hindistan, bu süreçte dış politikada Çin ve Pakistan gibi ülkelerle yaşadığı ulusal sorunlara ve kalkınmaya önem vermiştir. Bu dönemde Pancha Shila (Barış İçerisinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi) adıyla bir dış politika akımı formüle eden Hindistan, bunun ilkelerini; 1-) Devletlerin toprak bütünlükleri ve egemenliklerine karşılıklı saygı, 2-) Karşılıklı saldırmazlık, 3-) İç işlerine karşılıklı olarak karışmama, 4-) Eşitlik ve karşılıklı çıkar ve 5-) Barış içerisinde bir arada yaşama olarak saptamıştır. Hindistan, Soğuk Savaş sonrasında ise, önceki dönemden izler taşıyan yeni bir dış politikaya yönelmiştir. Bu dönemde de, tüm aktörlerle ve bloklarla ilişkiler sürdürülmüştür. Ancak geçtiğimiz yıllarda Narendra Modi ve Hindu milliyetçilerinin iktidara gelmesiyle, Hindistan’ın özellikle ulusal konularında daha atak davrandığı yeni bir döneme girdiği tespiti yapılmıştır. Bunun yanında, Kissinger, Hindistan’ın coğrafyası, kaynakları ve sofistike liderlik geleneğiyle 21. yüzyılda dünya düzeninin en önemli parçalarından biri olacağını vurgulamaktadır.
Sonuç
Henry Kissinger’ın kitabı, kuşkusuz, büyük tecrübe sahibi ve olayların iç yüzünü de bilen önemli bir insanın geleceğe yönelik görüşleri olarak dikkatle okunmalı ve ciddiye alınmalıdır. Zira ABD, dünya sisteminin merkezinde olan ve gidişatı çok iyi görebilen bir ülke durumundadır. Kissinger ise, bu sistemde çok kritik bir yerde ve önemli bir dönemde görev yapmış; daha sonrasında da ABD Başkanları ile sürekli görüş alışverişinde bulunarak (örneğin Barack Obama dönemi), adeta resmi olmayan Başkan danışmanı gibi görev yapmaya devam etmiştir. Kitapta Türkiye’den çok az bahsedilmesi ise, bu ülkenin geleceğine yönelik olumsuz beklentilerden ziyade, yazarın tercihinden kaynaklanıyor gibi algılanmaktadır.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ