NÜKLEER BİR İRAN’LA YAŞAMAK…

upa-admin 20 Şubat 2023 1.991 Okunma 0
NÜKLEER BİR İRAN’LA YAŞAMAK…

Giriş

Türkiye’de biz depremin yaralarını sarmaya çalışırken, kuşkusuz, uluslararası siyasette önemli gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Kendi uzmanlık alanlarındaki bu tarz gelişmeleri yakından takip etmek ise ülkemizdeki tüm Sosyal Bilimcilerin görevi olmalı; zira ancak bu şekilde devlete ve topluma doğru yol gösterilebilir. İşte dün (19 Şubat 2023) geç saatlerde uluslararası haber ajanslarına düşen bir gelişme de, ilerleyen yıllarda yaratabileceği sonuçlar itibarıyla adeta bir deprem etkisi yarattı.

Bloomberg‘in iki önemli diplomatı kaynak göstererek dünya kamuoyuna ilk kez geçtiği habere göre, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı/Kurumu (IAEA) gözlemcileri/uzmanları, İran İslam Cumhuriyeti’nin (kısaca İran) nükleer silah yapmak için yeterli seviye olan yüzde 84’e ulaştığını (kimi kaynaklarda ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’ya göre yüzde 90 seviyesine ulaşılması gerektiği ifade ediliyor) bildirdiler. IAEA, bu iddiayı sosyal medya hesabından da doğruladı. İran ise, bu iddiayı derhal reddetti ve IAEA’nın “siyasi bir araç” olarak kullanıldığını vurguladı.

Bu yazıda, İran nükleer programı hakkında yaşanan önemli gelişmeleri kısaca özetleyecek ve nükleer silah sahibi ülkeleri hatırlattıktan sonra, nükleer silahlara erişmiş bir İran’ın ortaya çıkması halinde nasıl bir Ortadoğu ve dünya düzeninin oluşabileceğine dair bir fikir egzersizi yapacağım.

İran Nükleer Programı: Rejim Değişikliklerine Meydan Okuyan Devlet Aklı Projesi

Bu konuda 2013 yılında Bilge Strateji dergisi için “İran’ın Nükleer Programı ve Türkiye” başlıklı önemli bir çalışmaya imza atan Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’nun çalışmasından özetlemek gerekirse; 1950’li yıllarda ilk nükleer enerji çalışmalarını Amerika Birleşik Devletleri (ABD) desteğiyle başlatan İran, henüz Şahlık rejiminin devam ettiği 1970 yılında, “Yom Kippur Savaşı’nı takip eden günlerde OPEC krizinin yaşanması ve İran’ın petrol gelirlerinin dörde beşe katlanmasının kendine olan güvenini artırması” gibi sebeplere dayalı olarak 1970 yılından itibaren nükleer programına hız kazandırmıştır. Yani ilk önemli ve altı çizilmesi gereken husus, bu programın İslami rejim döneminde değil, laik dönemde başlatılmış olduğu gerçeğidir. Bir diğer önemli konu ise, bu programa o dönemlerde önce ABD, daha sonra da Almanya’nın (Batı Almanya/Federal Almanya) destek vermiş olmasıdır.

1979 İran İslam Devrimi sonrasında ise bu program bir süre askıya alınmış ve İran-Irak Savaşı (1980-1988) gibi ciddi bir engelle karşılaşmıştır. İran nükleer programının ülkeyi Batı’ya teknolojik açıdan bağımlı kıldığını düşünen yeni Tahran yönetimi, bu nedenle İran nükleer programına ara vermiştir. Fakat Ayetullah Humeyni’nin vefatı ardından ülkenin 4. Cumhurbaşkanı (1989-1997) ve Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi Başkanı (1989-2017) olarak ülkenin başına geçen Haşimi Rafsancani döneminde, Tahran, nükleer enerjinin önemini vurgulayıp, yeniden nükleer reaktörlerin inşasının önünü açmıştır. Bu noktada İslami rejimin yeni partnerleri olarak seçtiği ülkeler ise Rusya Federasyonu (Sovyetler Birliği) ve Çin Halk Cumhuriyeti olmuştur. Bu ülkelerin desteğiyle, İran, nükleer santraller inşa etmeye başlamış, fakat uranyum zenginleştirme faaliyetlerine hız kazandırmamış ve önceliği nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanmak olmuştur.

Batı karşıtı ve anti-emperyalist bir siyasetçi olan 6. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad (2005-2013) döneminde ise, Tahran, uranyum zenginleştirme çalışmalarına hız vermiş ve Ahmedinejad’ın İsrail ve Siyonizm karşıtı çıkışlarıyla oluşturmaya çalıştığı ideolojik zırh altında, kendi ulusal çıkarları adına nükleer silah üretmeyi amaçlamaya başlamıştır. Bu dönemde özellikle Natanz ve Arak gibi yerlerdeki nükleer reaktörler ve burada yürütülen çalışmalar Batı kamuoyu ve İsrail’de endişe yaratırken, ilk kez 2002 yılında rejime muhalif olan İran Ulusal Direniş Cephesi’nden Ali Rıza Caferzade’nin ifşaatları neticesinde, İran rejiminin hakikaten de nükleer silah yapma amacında olduğu anlaşılmıştır.

İran’ın nükleer silah yapacağını ve rejimin ayakta kalacağını anlayan Batı dünyası ise, bu tarihten itibaren müzakere (diplomasi) yöntemlerine öncelik vermeye başlamıştır. Avrupa Birliği (AB) Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana’nın girişimlerini müteakiben, 44. ABD Başkanı olan Barack Obama döneminde (2009-2017) Tahran’la nükleer müzakereler konusu çok ciddiye alınmış ve neticede 2015 yılında Robert Malley’nin girişimleri neticesinde, P5+1 ülkeleri (BM Güvenlik Konseyi üyeleri olan Fransa, Birleşik Krallık/İngiltere, ABD, Çin ve Rusya ile Almanya) ile İran arasında Tahran’ın nükleer silahlara erişimini engelleyen (Natanz ve Fordow gibi tesislerdeki uranyum zenginleştirme seviyesini yüzde 20’lerle sınırlayan) ve uluslararası ticarete açılmasını sağlayan kapsamlı bir anlaşma olan JCPOA imzalanmıştır. Bu konuda BM Güvenlik Konseyi de harekete geçmiş ve 2015 yılı içerisinde, JCPOA sonrasında 2231 sayılı kararname kabul edilmiştir. Bu sayede, İran, uluslararası sistemle uyumlu hareket etmeye ve nükleer programını sınırlamaya başlamış ve uluslararası denetimi kabul etmiştir.

Ancak ABD, 45. ABD Başkanı Donald Trump (2017-2021) döneminde ise 2018 yılında bu anlaşmadan çekilmiş ve dolayısıyla Washington’ın desteği olmadan da diğer 5 ülkenin çabalarına karşın İran’la ticari ilişkileri geliştirmek ve bu ülkeyi nükleer silah yapımına imkân verecek uranyum zenginleştirme programından caydırmak mümkün olmamıştır. İran’da ılımlı çizgideki 7. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-2021) ve askeri yöntemler yerine diplomasi ile sorunları çözmeyi seven ve Batı dünyasında kabul gören Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in (2013-2021) halen görevde oldukları bu süreçte, İran, ABD’nin tavrının düzelebileceği umuduyla bir süre beklemede kalmıştır. Ancak Ruhani’nin ardından başa geçen ve ülkedeki muhafazakâr/sertlik yanlılarını temsil eden 8. Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reisi (2021-) ile birlikte, Tahran, yeniden uranyum zenginleştirme faaliyetlerine tüm gücü ve hızıyla devam etmeye başlamıştır.

ABD’de Trump gibi kategorik bir İran karşıtı olmayan Demokrat Joe Biden yönetiminin işbaşı yapması ve Obama döneminde anlaşmanın mimarı olan Robert Malley’i İran özel temsilcisi olarak atamasıyla 2022 yılı içerisinde Viyana’da taraflar arasında yeniden nükleer müzakereler başlatılsa da, bir ara sonuca varacakmış gibi umutlu bir havaya taşınan müzakereler, neticede sonuçsuz kalmış ve İran da artık bu konuyu gündemden kaldırmıştır. Günümüzde, Tahran yönetimi, uranyum zenginleştirme konusunda yüzde 84 seviyesine ulaşmış ve artık nükleer silah yapabilecek kapasiteye erişmiştir. Dolayısıyla, İran’ın nükleer silah yapıp yapmaması, artık yalnızca kendisinin takdirinde olacak ve zaman meselesi sayılabilecek bir husustur. Nitekim IAEA Başkanı olan Arjantinli diplomat Rafael Mariano Grossi de bu konuda kısa süre önce uyarılarda bulunmuş ve İran’ın bir değil, birkaç nükleer başlık yapabilecek kapasiteye eriştiğini itiraf etmiştir. İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed İslami ise, birkaç ay önce, ülkesinin nükleer bomba üretebilecek kapasiteye sahip olduğunu, ancak böyle bir planlarının bulunmadığını söylemiştir. İran’ın en yüksek karar mercii durumundaki Dini Lider Ali Hamaney ise, yıllar önce Kurucu Dini Lider Humeyni’nin kimyasal ve nükleer silahları yasaklayan bir fetva verdiğini hatırlatmış ve bu konuda kendisi de şimdiye kadar net ve olumlu bir tavır almamıştır. Ancak bu fetvanın değiştirilebileceği ve kimyasal ve nükleer silahlar konusundaki “haram” kararının ortadan kaldırılabileceğini düşünenler de vardır.

Nükleer Silah Sahibi Ülkeler

Dünyada nükleer silah teknolojisi, çok az ülkede bulunan stratejik bir kapasitedir. Dünyada toplam 13.080 civarında nükleer başlık olup, 6.255 nükleer başlıkla Rusya en büyük nükleer güç durumundadır. Rusya’yı 5.550 başlıkla ABD, 350 başlıkla Çin, 290 başlıkla Fransa, 225 başlıkla Birleşik Krallık, 165 başlıkla Pakistan, 156 başlıkla Hindistan, 90 başlıkla İsrail ve 40-50 civarında başlıkla Kuzey Kore takip etmektedir. Dolayısıyla, İran, nükleer silah yapımını başarırsa, dünyada bu alanda gelişmiş teknolojiye sahip yalnızca 10 ülkeden biri haline gelecek ve büyük güç kazanacaktır.

Nükleer silahı olan 9 devlet ve topraklarında nükleer silahlar bulunan 5 devlet

Dünyada 5 ülkenin ise, kendi nükleer silah kapasiteleri olmasa da, ülkelerinde -NATO komutasında- nükleer silahlar konuşludur. Bu ülkeler; 50 nükleer başlıkla Türkiye, 40 başlıkla İtalya, 20 başlıkla Belçika, yine 20 başlıkla Almanya ve bir kez daha 20 başlıkla Hollanda’dır. Bu ülkelerin de bir ölçüde nükleer koruma altında oldukları söylenebilir. Ancak elbette, komutanın kendi askeri kadrolarında olmaması, bu ülkeleri nükleer silah sahibi ülkelere kıyasla daha güçsüz kılan bir faktördür.

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Açısından Nükleer Silahlar

Nükleer silah sahibi olmanın, bir ülkeye, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler literatürü bağlamında yaklaşıldığında birkaç somut ve net etkisi olmaktadır. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1-) Nükleer silah sahibi ülkeler, iç işlerinde daha bağımsız olabilmekte ve rejim istikrarını kolaylıkla sağlayabilmektedirler. Bugün komünist bir monarşi olarak adlandırılabilecek ve dünya bağlamından kopuk çok farklı bir rejim olan Kuzey Kore, buna tipik bir örnektir.

2-) Nükleer silah kapasitesine erişen ve bu konuda ciddi bir cephanelik oluşturan devletler, uluslararası hukuku pek de ciddiye almamaktadırlar. Geçmişte Vietnam ve Irak’a BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan askeri müdahaleler gerçekleştiren ABD, günümüzde ise Ukrayna’ya zorla giren Rusya ve BM kararlarını önemsemeyen İsrail gibi örneklere bakıldığında, bu durum daha iyi anlaşılabilecektir.

3-) Nükleer silah sahibi devletler, hasım oldukları devletlerin de nükleer silahlara erişmesine neden olmaktadırlar. ABD’nin Japonya’ya attığı iki atom bombası sonrasında nükleer programını kısa sürede tamamlayan Sovyetler Birliği, ya da Hindistan-Pakistan nükleer dengesi, bu konuda iyi örneklerdir. İki hasım devlet arasında nükleer dengenin oluşmasına ise “dehşet dengesi” (balance of terror) adı verilmektedir. Bu durumda, konvansiyonel silahların önemi de kayda değer oranda azalmakta ve askeri planlama ve doktrinde taktik nükleer silahlar ön plana çıkmaktadır. Zira iki taraf da nükleer güçleriyle birbirlerini yok etme kapasitesine sahip olmakta ve buna “karşılıklı garantili imha/karşılıklı imha garantisi” (mutual assured destruction/mutually assured destruction) adı verilmektedir.

Nükleer Bir İran’ın Bölgeye/Dünyaya Olası Etkileri: Beyin Fırtınası

İran İslam Cumhuriyeti, Şiiler başta olmak üzere tüm Müslümanları savunma amacında olan İslami (teokratik) bir rejimdir. Dini Lider’in (Humeyni’den sonra bu göreve Ali Hamaney geçmiştir) en tepede yer alması bağlamında, İran, ancak Vatikan’la kıyaslanabilecek kendisine özgü ve Platoncu (Eflatun) esaslara göre düzenlenmiş bir devlet örgütlenmesine sahiptir. Dolayısıyla, böylesine kendisine özgü ve farklı bir devletin nükleer silahlara erişimi, yalnızca Ortadoğu’yu değil, tüm dünya düzenini sarsacak çok önemli bir jeopolitik değişimi tetikleyecektir.

Öncelikle, nükleer silahlara erişmiş bir İran’da, mollaların kontrolündeki İslami rejim, kolay kolay yıkılmayacak bir güce ve prestije erişecek ve iç işlerinde çok daha bağımsız ve egemen olarak davranabilecektir. Zaten bence İran’ın nükleer programında son yıllarda yeniden ısrar etmeye başlamasının sebebi de, İsrail’i haritadan silmekten ziyade, Batı ambargoları ve sabotajları nedeniyle sıklıkla zor duruma düşen kendi rejimini kalıcı hale getirmeye çalışmaktır.

İkinci olarak, nükleer İran, kuşkusuz bölgedeki diğer ülkeler için büyük bir tehdit kaynağı olacaktır. Bu konuda en muzdarip olması beklenen ülke İsrail gibi gözükse de, İsrail, aslında İran dış politikasında -büyük ölçüde- Müslümanları rejimin kendisine çekmek/bağlamak için kullandığı bir unsur olarak kıymetlendirilmektedir. Bu anlamda, İran’ın asıl jeopolitik projesi ise, İsrail’le mücadeleden ziyade, “Şii hilali” doktrinidir. Şii hilali veya Şii kuşağı ifadesi, Tahran rejiminin Lübnan, Suriye, Bahreyn, Irak, Azerbaycan, Yemen ve Batı Afganistan gibi Şii halkının çoğunlukta ya da çoğunluğa yakın olduğu yerlerde etkin ve oyuncu kurucu aktör olmasını anlatan bir yaklaşımdır. Bu ülkeler arasında bu yaklaşımda en merkezi rolü olanlar ise Lübnan, Suriye ve Irak’tır. Bu yaklaşım, Sünni bazı devletler ve Batı blokunda ise “Şii yayılmacılığı” olarak adlandırılmaktadır.

Üçüncü olarak, nükleer İran, kuşkusuz, Şii dünyası dışında da İslam dünyasında daha güçlü ve etkili hale gelecektir. Bu bağlamda, Tahran, Hizbullah ve Hamas gibi aktörleri kullanarak, Şii hilali dışında da gücünü artırabilir, hatta kesin olarak artırır. Bu bağlamda, özellikle Filistin konusunda İran’ın çok duyarlı olduğu ve zaman içerisinde aslen Sünni bir örgüt olan Hamas’la yakın ilişkiler kurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, nükleer İran, nükleer İsrail’e karşı bölgede bir denge unsuru olacağı için, halihazırda BM gözlemci üyesi statüsündeki Filistin Devleti’nin tanınma sürecine girmesi ihtimal dahilindedir.

Dördüncü olarak, ABD, her ne kadar her koşulda İsrail’e destekmiş ve İran’ın nükleer programına karşıymış gibi gözükse de, ilginç bir şekilde, Washington’da bu konuyu çok farklı değerlendirenler de vardır. Örneğin, İsrail’in iki devletli çözüme karşı durmasının ve Ortadoğu’da istikrarın bir türlü sağlanamamasının da etkisiyle, ünlü Uluslararası İlişkiler Profesörü Kenneth Waltz, 2012 yılında “Why Iran Should Get the Bomb” adlı meşhur bir makale yayınlamış ve nükleer İran’ın bölgede denge unsuru olacağını iddia etmiştir. Çin’i dengelemek adına Hint-Pasifik veya Asya-Pasifik’e yönelmek isteyen ABD için, istikrarlı bir Ortadoğu, kuşkusuz daha tercih edilir bir durumdur. Bu nedenle, Washington’ın tepkisi sanıldığı kadar fazla olmayabilir.

Beşinci olarak, İran’ın nükleer silahlara erişimi, pek muhtemeldir ki, Suudi Arabistan başta olmak İran’dan tehdit algılayan Körfez ülkeleri ve Türkiye gibi önemli bölgesel güçleri rahatsız edecek bir gelişme olacaktır. Bu nedenle, bu ülkelerden özellikle Suudi Arabistan ve Türkiye’nin nükleer çalışmalarını hızlandırmaları ve bu konuda Pakistan’ın “know-how“ına başvurmaları olasıdır. Bu ülkelerin de nükleer kapasiteye erişmeleri durumunda, İran’ın bu avantajı kısa süreli kalabilir. Ancak bu olmazsa, İran’ın bölgesel hâkimiyeti kalıcı bir durum haline de gelebilir.

Altıncı olarak, Batı dünyası, her ne kadar ABD’nin tepkisinin çok şiddetli olmayabileceğini belirtsek de, nükleer İran’ı dengelemek adına bölgesel ortaklara ihtiyaç duyacak ve bu da Türkiye, Irak ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin (belki bir ölçüde de Mısır) önemini artıracaktır. Şii hilaline karşı Sünni kartını devreye sokabilecek olan Batı için, İran’ın milislerinin bölgede çok etkin hale gelmemesi ve özellikle İsrail’e tehdit oluşturmaması (İsrail’in güvenliği) önem kazanacaktır. Bu bağlamda, üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında İran çalışmalarının önem kazanacağı bir dönem bile yaşanabilir.

Yedinci olarak, bu gelişme, İsrail iç siyaseti açısından da adeta bir deprem etkisi yaratabilir. Zira yıllardır İran’a karşı sertlik politikaları öneren İsrail sağı, özellikle de nükleer anlaşmanın feshini ısrarla savunan Netanyahu yönetimi, şimdi İran gibi büyük bir devletle savaşa girmek dışında kendisine uygun bir seçenek bırakmamıştır. Bu ise, kuşkusuz, İsrail gibi güçlü militarist eğilimleri olan bir devlet için bile çok riskli bir hamle olur. Dolayısıyla, İsrail, nükleer silahlara ulaşmış bir İran’la diplomatik ilişkilerini geliştirme yönünde adımlar atmaya başlayabilir.

Sekizinci ve son olarak, olaya daha felsefi açıdan yaklaşılırsa, teokratik İran modelinin kazandığı başarılar ve nükleer silahlarla pekişecek olan prestijinin, Batı dünyasının yıllardır dikte ettiği laik modelin bilimsel ilerlemenin ön koşulu olduğu yönündeki düşünce ve algıları da değiştirebilecek büyük bir dönüşümü ifade ettiği söylenebilir. Zira İran, Şeriat kuralları ve İslami bir rejimle kendisinden önce yalnızca Pakistan’ın başarabildiğini başarmış ve nükleer silah kapasitesine erişmiş olacaktır. Bu durumun bölgedeki laik devletlere (Türkiye, Suriye, Lübnan vs.) etkileri ne olabilir; elbette bu konuda çok daha kapsamlı düşünmek ve araştırma yapmak gerekir.

Sonuç

Sonuç olarak, İran’ın uranyum zenginleştirme seviyesinin yüzde 90’lara ulaşması ve artık nükleer silah yapabilecek seviyeye gelmesi, her koşulda çok önemli bir diplomatik, siyasi hatta jeopolitik bir gelişmedir. Bu, Batı dünyasının ekonomik ambargolara dayalı baskı unsurlarının ne ölçüde işe yaradığını tartışmalı hale getirse de, bence bu bağlamda asıl tartışılması gereken konu, Batı dünyasının demokratik rejimlerinin istikrar sorunudur. Zira eğer önceki ABD Başkanı Donald Trump bu anlaşmayı iptal etmeseydi, muhtemelen İran’ın nükleer silah yapımını başarması için daha çok uzun yıllar gerekecek, hatta belki de bu hiçbir zaman olmayacaktı. Bu anlamda, demokratik rejimlerin fikir özgürlüğü gibi konularda avantajları olduğu kadar, ahde vefa ve devlet planlaması gibi konularda ciddi zaafiyetlere de neden olabildiği görülmektedir. Bu da, Amerikalı dostlarımızın üzerinde durması gereken bir husustur.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.