Avrupa, “göç” konusunda 2015 yılından beri büyük bir sınav veriyor. Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin göç konusundaki bölünmüşlüğü, 2015 yılında IŞİD saldırılarının artmasıyla birlikte iç savaştan kaçan ve ülkelerini kitlesel olarak terk eden başta Suriyeliler olmak üzere 1 milyondan fazla insanın sığınma talebinde bulunmasıyla ortaya çıktı. Göçmenlerin AB’ye giriş için kullandıkları Akdeniz ülkelerinden Yunanistan, İtalya ve Malta’da kurulan kampların kapasitesi kısa sürede aşılarak, Merkez ve Doğu Avrupa’ya doğru geçişler yaşandı. Bu kamplardan yola çıkan sığınmacılar, aralarında Avusturya, Polonya, Macaristan ve Slovenya’nın da bulunduğu bazı ülkelerin inşa ettiği sınırların duvarlarını aşamadı.
AB iltica kurallarını belirleyen Dublin Sözleşmesi’ne göre, kişinin ilk giriş yaptığı ülkede sığınma prosedürünü tamamlaması gerekiyor. Almanya eski Şansölyesi Merkel, bu kuralı esnetip Suriyeliler için “Açık Kapı Politikası” uygulamıştı, fakat diğer AB ülkelerinden Almanya’ya yeterince destek gelmedi. Yine de İtalya ve Yunanistan’a yönelik yoğun sığınmacı akını yüzünden pratikte bu sözleşmeyi uygulamak her zaman mümkün olmuyor. Roma ve Atina yönetimleri yıllardır bu kuralın “adil” olmadığını ileri sürerek, diğer AB üyelerinden destek, sorumluluk alma ve dayanışma talep ediyorlar. Sığınmacıların üye ülkelerin nüfusu ve milli gelirlerine göre dağılmasını öngören “zorunlu göçmen kotası” uzun süredir AB’nin gündeminde olan konulardan birisi olmasına rağmen Macaristan ve Polonya gibi göç karşıtı ülkeler, sığınmacıları dışsallaştırarak böyle bir kota sınırının konulmasını şiddetle reddediyor.
Uluslararası Af Örgütü, 18 Mart 2016’da imzalanan AB-Türkiye Göç Anlaşması ile üye devletlerin mültecilerin sorumluluğunu almak istemediğini belirterek, Türkiye’den Yunan Adaları’na doğru sınırı düzensiz yollarla geçen sığınmacıların Yunanistan tarafından Türkiye’ye geri gönderileceğini vurgulamıştı. Bu süreçte, Avrupa, “Kale Avrupası” fikri doğrultusunda kaçak yollarla gelen sığınmacıları kendi sınırları dışında tutarak fon karşılığında Türkiye’ye geri yollamıştı. İstatistiklere bakacak olursak, AB’ye 2022’de bir önceki yıla göre yüzde 64’lük artışa karşılık gelen 330 bin düzensiz giriş yapıldı. Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 2023’ün ilk çeyreğinde Orta Akdeniz’de 441 düzensiz göçmenin yaşamını yitirdiğini ve bunun “2017’den bu yana yılın bir çeyreğinde kaydedilen en yüksek ölüm sayısı” olduğunu açıkladı[1]
Uzun zamandan beri göç konusuna çözüm bulmak isteyen AB, geçtiğimiz hafta bu noktada yeni (!) bir adım attı. Avrupa Komisyonu tarafından 2020 yılı Eylül ayında sunulan “Yeni Göç ve İltica Paktı“, Avrupa Birliği ülkelerinin İçişleri Bakanları tarafından oylandı. 27 üye ülkenin İçişleri Bakanları, sığınmacıların yeniden yerleştirilmesine ilişkin yeni kurallar belirleyen bir mevzuatı oylamak için bir araya geldi. Macaristan ve Polonya, anlaşma aleyhine oy kullandı. Çekya ise ülkesindeki çok sayıda Ukraynalı mülteci nedeniyle dayanışma mekanizmasından çekilmek istediğini bildirdi. Anlaşma, bu nedenle oybirliğiyle kabul edilmedi. Ancak AB nüfusunun en az yüzde 60’ını temsil eden 15 üyenin oluşturduğu “nitelikli çoğunluk”, yeni düzenlemenin kabulü için yeterli. Üye ülkelerin çoğunluğu tarafından kabul edilen yeni anlaşma, Avrupa Parlamentosu tarafından ele alınacak. Avrupa Parlamentosu ve üye ülkelerin ayrı ayrı onayının ardından, muhtemelen 2024 yılından itibaren anlaşma uygulamaya konulacak.
Yeni anlaşmaya göre, sığınmacılar, vardıkları AB ülkesinde derhal kaydedilecek ve sığınma şansı çok düşük olan kişiler belirlenecek. Sığınma şansı az olan kişiler, ivedi bir şekilde geldikleri ülkeye geri gönderilecek. Bu kararın amacı, nitelikli olmayanların hızla geri gönderilmesine yardımcı ön ayak olmak ve AB’yi düzensiz yollarla gelen göçmenlerden izole etmek. Aslında bu karar AB için çok yeni bir durumu ortaya çıkarmıyor; zira zaten önceden de Avrupa’ya kaçak giriş yapan sığınmacılar Türkiye, Fas, Tunus gibi ülkelere geri yollanıyordu. Burada tek farklı nokta, geri göndermenin zor kullanarak değil de, geri gönderme merkezlerinde toplanarak “güvenli” sayılabilecek ülkelere yollanması. Fakat şu an için “güvenli ülke” kavramına yönelik somut bir düzenleme yok. Güvenli ülke statüsüne karar verilme noktasında, sığınma başvurusu yapan kişinin o ülkede aile fertlerinin bulunup bulunmadığı veya kendisinin o ülkede yerleşmiş olup olmadığı gibi faktörler dikkate alınacak; bu karar da yine AB Parlamentosu’na bağlı.
Göç ve İltica Paktı’nda bir değer konu, üye devletlere göçün nasıl yönetileceğine dair “zorunlu dayanışma” sisteminin öngörülmesi. Bu Anlaşma’ya göre, sığınmacıların AB genelinde daha iyi ve adil bir şekilde dağıtılması için zorunlu ancak esnek bir dayanışma mekanizması hayata geçirilecek. Özellikle İtalya ve Yunanistan’ın yükünü hafifletecek yeni anlaşma uyarınca, üye ülkelerin kişi başına düşen milli geliri (GSYİH) ve nüfus büyüklüğüne göre bir dağıtım yöntemi uygulanacak. Yılda ilk etapta en fazla 30 bin sığınmacının kabul edileceği, bir sığınmacının başvurusunun değerlendirilmesi için üst sınırın 6 ay olacağı kararı alındı. Aslında bu karar da daha önceden uygulamaya konulmak istenmişti; fakat burada farklı olan nokta, sığınmacıları içine almak istemeyen AB üyesi ülkelerin, varış ülkesine göçmen başına 20 bin euro tutarında bir katkı payı ödeyerek bundan muaf tutulması. Bir diğer ifadeyle, ortada bir yaptırım var; bu para da AB’nin bütçesinde birikip, sığınmacılar için düzenlenen yeni projeler için kullanılacak. Tabii bu para cezası kararına Polonya ve Macaristan gibi ülkelerin karşı çıkması bekleniyor. Hatta Polonya İçişleri Bakanı Bartosz Grodecki, daha şimdiden ülkesinin bu cezaları ödemeyeceğini vurguladı. Dolayısıyla, AB kurumlarının kendi üyelerine ne kadar söz geçirebileceği ve bu sistemi ne kadar sağlıklı uygulayabileceği halen tartışmalı bir zemin alanı yaratıyor.
“Bu meselede kazananlar ve kaybedenler olmadığını” belirten İçişlerinden Sorumlu Avrupa Komisyonu Üyesi Ylva Johansson “Göçü insancıl ama kısıtlayıcı bir şekilde yönetmek için ortak bir yaklaşım üzerinde anlaşırsak hepimiz kazanacağız çünkü göçü hep birlikte düzenli bir şekilde yönetebileceğiz.” ifadelerini kullandı. [2] Johansson’un demecinin aksine aslında kazanan Avrupa, kaybeden üçüncü dünya ülkeleri gibi görünse de, AB içinde de kazananlar ve kaybedenler olacak. Karar İtalya ve Yunanistan’ın lehine gibi duruyor, fakat Polonya, Macaristan ve Çekya gibi ırkçı yönetimlerin aleyhine bir durum yaratacak. Nitekim bu olumsuz tablo, hem bu ülkelerde aşırı sağ tandanslı siyasi oluşumların sesinin yükselmesine, hem de bu ülkelerin AB’nin bundan sonraki karar alma süreçlerinde muhalif bir tutum göstermesine ve uzlaşmazlığa sebep olabilir.
Sonuç olarak, Göç ve İltica Paktı’nın amacının, Avrupa’nın bir taraftan “Kale Avrupası” düşüncesini yıllardır olduğu gibi muhafaza etmeye çalışırken, öte yandan Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde görülmesi muhtemel aşırı sağ reaksiyonların ve AB karşıtı tutumların yeni bir “Brexit” yaratmasının önüne geçebilmek olduğu söylenebilir. Zira Suriye ve Ukrayna savaşları devam ettiği sürece sığınmacı sorununa hızlı bir çözüm geliştirilemezse, Avrupa içindeki ultra-milliyetçilik ve aşırı sağ eğilimlerin artacağının AB’nin kendisi de farkında. Fakat İtalya ve Yunanistan gibi ülkeler tatmin edilmeye çalışılırken, Polonya ve Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkeleri de kızdırılıyor. Bu noktada AB kurumlarının kendi içinde bir denge kurması ve tüm üyelerini ikna etmesi gerçekten çok zor görünüyor, bu da kısa vadede göç konusundan ötürü AB içinde yeni uzlaşmazlık alanlarının doğabileceğinin ve bu kez de Doğu Avrupa’daki aşırı sağ akımların güçlenebileceğinin sinyallerini veriyor.
Doç. Dr. Eren Alper YILMAZ
[1] https://www.iom.int/news/deadliest-quarter-migrants-central-mediterranean-2017.
[2] https://tr.euronews.com/2023/06/06/avrupa-birligi-ulkeleri-ortak-bir-goc-politikasini-oylamak-uzere-bir-araya-geliyor.