Ortadoğu’yu yangın yerine çeviren ve Türk Dış Politikası’nın bölgeye yönelik gidişatını da olumsuz yönde etkileyen Suriye Krizi, uluslararası dengeleri sarsan ve küresel ile bölgesel aktörlerin dış politikalarını şekillendiren önemli bir gelişme olmuştur. Şimdi en çok üzerinde durulan nokta, bu krizin nasıl sonuçlanacağı ve ortaya çıkacak olan sonucun Ortadoğu coğrafyasında ve siyasetinde ne türlü değişimlere yol açabileceğidir. Uluslararası sistem tabanlı hegemonya-çok kutupluluk mücadelesini içselleştirmiş Avro-Atlantik İttifakı ile Rusya ve Çin’in, Suriye Krizi’ni kendi güç savaşımlarının bir parçası haline getirmiş olmaları ve bu savaşımın bölgesel aktörlere de eklemlenerek büyük çaplı bir kırılma noktası olarak kabul edilmesi, yıkılmaya yüz tutmuş Beşar Esad yönetimi sonrası Suriye topraklarında oluşturulacak olan yapının, bu kırılmaya ve güç mücadelesine uygun olarak teşkilatlandırılmasını beraberinde getirecektir.
Suriye Krizi’nin çözülebilmesi için, Nusayriler ve Hıristiyanlar (Marunîler, Grek Ortodokslar ve Ermeniler) dışında Suriye halkı nezdinde hiçbir meşruiyeti kalmayan ve mezhep ayrımcılığına dayalı olarak yapılandırılmış Beşar Esad yönetiminin ortadan kaldırılması gerektiği ortadadır. Nitekim Beşar Esad’ın babası Hafız Esed tarafından 1970’lerin başında ortaya atılan ve Baas ideolojisinin sosyalizm ile korporatizmi belli oranlarda birbirine karıştırması ile şekillendirildikten sonra Nusayri kimliği üzerine inşa edilmeye çalışılan Suriye ulusal kimliği, ülke toplumları nezdinde genel bir kapsayıcılığa ulaşamamıştır. Öyle ki, bugün Suriye’de insanlar kendilerini Suriyeli olmaktan daha çok dinsel/mezhepsel ve belli oranlarda da etnik kimlikleri üzerinden ifade etmektedirler. Sünnilik, Nusayrilik, Marunîlik gibi dinsel aidiyetlerin bu kadar ön planda olmasının ve Nusayri kökenli bir aile olan Esad ailesinin Suriye yönetimini bu mezhep temelinde kurgulamaya çalışmasının en önemli nedeni de bu gerçekliktir. Ne var ki, ülke geneline hâkim olan Sünni aidiyetinin dışlanması ve siyasal çoğulculuktan uzak bir yönetim anlayışı doğrultusunda devlet organlarının genel itibarıyla Nusayriler ve Hıristiyanları içeren bir yapıya kavuşturulmuş olması, mevcut konjonktürde Esad yönetimine karşı girişilen ayaklanmada Sünni Arapları ön plana çıkarmaktadır. Son dönemde Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yaratmak istediği bölgesel yapı ise Sünniler ile Esad güçleri arasındaki mücadeleden bağımsız olarak etnik kimlik tabanlı olarak kurgulanmaya çalışılmaktadır. Bu durum, henüz gerçekleşmemiş olsa da, Sünniler ile Nusayriler ve Hıristiyanlar arasında din tabanlı ve yine Araplar ile Kürtler arasında etnik kimlik bazlı kanlı bir savaşın ve coğrafi-bölgesel ayrımların ortaya çıkmasına neden olabilecektir.
Suriye Krizi’nin çözülebilmesi için öncelikli olarak ABD ile Rusya’nın bu ülkenin geleceğine dair belli bir plan üzerinde anlaşması gerektiği ortadadır. Nitekim ABD’nin Ortadoğu’da yaratmaya çalıştığı yeni yönetim anlayışı, çoğunluğun siyasal isteklerine dayalı, siyasal meşruiyetini yitirmiş ve birer nefret objesi haline gelmiş diktatörleri/yönetimleri ortadan kaldırmayı hedefleyen ve kendisi ile uyum içerisinde olacak bir Ortadoğu kurgulamayı amaçlamaktadır. Ne var ki, bu durum Avro-Atlantik İttifakı’nın uluslararası sistem eksenindeki hegemonyasını güçlendireceği için Rusya ve Çin tarafından kabul edilmek istenmemektedir. Rusya, Ortadoğu’daki en önemli müttefiki konumunda olan Suriye’yi kaybetmek istememekte ve özellikle de sahip olduğu coğrafi konum ve enerji kaynakları ile önümüzdeki dönemde küresel hâkimiyet mücadelesinin yoğunlaşacağı Doğu Akdeniz Bölgesi’ni kontrol altında tutmasını sağlayan Tartus Üssü’nün geleceğinden de endişe etmektedir. Ancak Rusya, Esad yönetiminin çökmek üzere olduğunun da farkındadır. Bu nedenle kendi çıkarlarına zarar vermeyecek önerilere de açıktır.
ABD’nin Suriye’deki en önemli siyasal ortağı nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni Araplar ile PKK’nın bu ülkedeki kolu olan PYD’ye yakın duran kesimler dışında yer alan ve Mesud Barzani’ye yakın duran Kürtlerdir. Buna uygun olarak Esad sonrası bu iki grubun siyasal ve coğrafi istemlerine uygun bir yönetimin oluşturulmak isteneceği ortadadır. Çin ise, Suriye’deki enerji eksenli yatırımlarının ve bu ülkeye yaptığı ihracatın devamlılığını ön plana koymaktadır. Yani Çin’in Suriye’ye olan yaklaşımı genel manada ekonomi tabanlı olarak şekillenmekte, uluslararası sistem doğrultusundaki hegemonya-çok kutupluluk çatışması bu ülke için ikinci planda yer almaktadır.
Tarihsel ve sosyo-kültürel bağlara dayalı olarak geliştirdiği yeni dış politika paradigması ile Ortadoğu halklarının önemli bir çoğunluğu nezdinde siyasal meşruiyetini arttıran ve halkın istemlerinin arkasında durarak değişimi yönlendiren aktör olmayı hedefleyen Türkiye ise, bu yönüyle ABD’nin Ortadoğu’da çoğunluğun istemlerine dayalı olarak yapılandırmak istediği siyasal değişim senaryosu ile aynı frekansta buluşmaktadır. Türkiye’nin bu değişim nezdinde ortaya koyduğu en önemli çekincesi ise, Suriye’nin kuzeyinde oluşma emareleri gösteren ve PKK/PYD’nin kontrolüne girme tehlikesi taşıyan bölgesel yapının kendi çıkarlarına uygun şekilde yönlendirilebilmesidir. Ne var ki, son dönemde ABD, Türkiye ve Kuzey Irak’taki Barzani yönetiminin Suriye’nin kuzeyindeki yapının kontrolü noktasında ortak bir tavır geliştirdikleri anlaşılmaktadır. Zira Mesud Barzani’nin bölgede ciddi bir ağırlığı ve siyasal meşruiyeti bulunmaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Erbil Ziyareti’nden memnun bir şekilde ayrılması, Türkiye ile Barzani yönetiminin önümüzdeki dönemde Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmaya ilişkin ortak bir tavır takınacağını göstermektedir.
Esad yönetiminin laik ve öngörülebilir karakteri nedeniyle önceleri kararsız bir tutum takınmış olan İsrail, bu yönetimin önünde sonunda devrileceğini anladığı için değişim sürecine eklemlenmeye çalışmaktadır. Suriye’de İsrail karşıtı radikal bir yönetimin oluşmasından ya da İran’ın bu ülkede siyasal kontrolü ele geçirmesinden çekinen İsrail, Türkiye ile yakınlaşarak bu ülkenin Suriye nezdindeki siyasal meşruiyetine eklemlenmek istemektedir. Bu nedenle, son dönemde İsrail-Türkiye İlişkileri’nin müttefiklik temelinde yeniden kurgulanmaya çalışıldığını görüyoruz. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile Savunma Bakanı Leon Panetta’nın Türkiye ile ilişkilerin düzeltilmesi yönünde İsrail Hükümeti’ne yaptıkları tavsiyeler ve İngilizlerin Türkiye-İsrail İlişkileri’ni düzeltebilmek için giriştiği diplomatik çabalar, İsrailli yetkililerin Türkiye’nin Ortadoğu’da sahip olduğu etkinliği yücelten açıklamaları ile birleştiğinde, Suriye nezdinde bir ABD-Türkiye-İsrail çıkar örtüşmesinin olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Esad yönetiminin devrilmesi en çok İran’ı etkileyecek ve İran, Ortadoğu’nun kuzeyinde oluşturmak istediği Şii Hilali’nin en önemli bileşenini kaybedecektir. Zira Suriye, İran’ın Hizbullah ile olan ideolojik, siyasal ve askeri iletişimini sağlamaktadır. İran-Irak-Suriye-Hizbullah ekseninde oluşturulacak ve Rusya ile Çin tarafından da desteklenecek olan Şii Hilali’nin yapılandırılamaması anlamını taşıyacak olan Suriye’nin kaybı, İran’ı hareketlendirmiştir. Irak lideri Nuri El-Maliki’nin Türkiye’yi Irak’taki denklemlerden dışlamaya çalışan ve Irak’ı İran’ın nüfuzuna girmiş bir Şii devleti olma yönünde ortaya koyduğu manevralar ve aynı Irak’ın, Ahmet Davutoğlu’nun Kuzey Irak’a gerçekleştirdiği ziyaret nedeniyle Türkiye’ye nota vermesi, İran’ın Irak üzerinden Türkiye’ye mesaj vermeye çalıştığını göstermektedir. Önümüzdeki günlerde Lübnan’da Hizbullah tarafından ortaya konabilecek ve ülke içerisindeki Sünnileri ya da Lübnan’ın sınır komşusu İsrail’i hedef alacak bir siyasal ya da askeri eylem de İran’ın vermek istediği bir mesaj olarak algılanmalıdır.
Mevcut konjonktürde Esad yönetiminin devrileceği açıkça görülebilmektedir. Bu yönetimin yıkılması sonrası, tüm küresel ve bölgesel aktörlerin çıkarlarına uygun ve iç savaşı yadsıyacak bir Suriye oluşturulacaksa, bu yapının coğrafi ve kimlik eksenli ayrımlara dayalı olarak kurgulanması gerekmektedir. Orta vadede, Lazkiye ve çevresindeki topraklara hâkim ve Tartus Limanı’nı da içerecek, Rusya ile çok iyi ilişkilere sahip, hatta Esad Ailesi tarafından yönetilebilecek bir Nusayri devleti ortaya çıkabilir. Aynı şekilde Suriye’nin kuzeyinde, Kuzey Irak’takine benzer, federal temelde bir bölgesel yönetim oluşabilir ve bu yönetim Kuzey Irak ve Türkiye ile çok yakın siyasal, ekonomik ve kültürel bağlar oluşturabilir. Böyle bir yönetimin oluşması Hatay sınırından Kandil Dağı’na kadar olan bölgede büyük bir Kürt siyasi varlığının ortaya çıkmasına da yol açabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin özellikle Barzani ile kuracağı müttefiklik ilişkilerine hız vermesi ve içsel reformlarla kendi Kürt sorununa çözüm üretecek adımları atması gerekecektir. Suriye’nin geri kalan kısımlarında ise, genel manada Sünni kimliğine dayalı, Türkiye ile çok yakın bağlara sahip ve Müslüman Kardeşler tarzı, referansı din olan, örgütlerin ve partilerin ön plana çıkması beklenmelidir. Yani Esad sonrası Suriye toprakları üç parçalı bir siyasal-yönetimsel yapı bağlamında şekillenebilir. Bu parçalardan biri tam bağımsız bir Nusayri yönetimi şeklinde tecelli ederken, diğerleri federal bir yapı ekseninde birbirlerine entegre edilmeye çalışılacaktır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU