“Gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde yeniden-soğurup, bireysel insan olarak, günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda cinsil varlık olursa, ne zaman insan kendi güçlerini toplumsal güçler olarak tanır ve örgütler ve böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir.” ” – Karl Marx
1843 sonuyla 1844 arasında yazılan Yahudi Sorunu (Zur Judenfrage), Karl Marx imzasıyla Deutsch-Französische Jahrbucher‘de yayınlandı. Türkçe’ye çevirisinde Muzaffer İlhan Erdost sorumlu yayın yönetmeni olarak yer aldı. Niyazi Berkes tarafından 1968 yılında çalışma Türkçe’ye çevrildi.
Yahudi Sorunu, Bruno Bauer’in- Genç Hegelcilerden- (Die Judenfrage, Braunschvveig – Yahudi Sorunu, 1843) yazmış olduğu yazıya karşı kaleme alınmış olan eleştiri mahiyetinde bir işlev taşımaktadır.[1] Louis Althusser’in deyimiyle, Yahudi Sorunu, bu haliyle Marx’ın gençlik dönemi eserlerinden birisini oluşturmaktadır. Marx, Yahudi Sorunu’nda genel olarak sadece Yahudilerin değil, aynı zamanda bütün insanların dinsel, politik ve ekonomik aidiyetlerden tümüyle nasıl özgürleşebileceği meselesi üzerinden bir tartışma yürütmektedir. Tartışma, aslında sivil toplum-devlet ikiliğinin anlaşılması noktasında önem arz etmektedir. Bu da Marx’ın esasında sivil toplum ve burjuva demokratik devrim düşüncesini siyasal alan ile bireysel alan ayrımlarını ortaya koyarak eleştirmesine sebep olur. Bir diğer önemli nokta ise, Marx’ın yapmış olduğu eleştirinin üç temel aşamada bizi düşündürmesidir. İlki, bilindiği üzere Marx Yahudi kökenlidir, (ailesi sonradan Protestan Hristiyanlığı seçmiştir). İkincisi, diğer eserlerine göre din eleştirisinin zirvede olduğu yer burasıdır. Üçüncü ve son önemli nokta, Nazilerin bir propaganda aracı olarak Marx’ın bu çalışmasının kullanılmış olmalarıdır.
Hatırlanacağı üzere, Avrupa’daki birçok devletin egemenliği altında yaşayan Yahudiler, uzunca bir süre dışlanmanın (antisemitizm) parçasını oluşturdular. Hıristiyan Avrupa’da “öteki” olarak kabul edilerek, siyasal otoriteler tarafından toplumsal yaşamın dışında tutulan Yahudileri bir birlik altında toplama (Siyonizm) fikri ise, ilerleyen yıllarda Theoder Herzl tarafından ortaya atılmıştı. Bu birlik fikri de, bir tür Yahudi milliyetçiliğinin doğmasına yol açmıştı.[2]
Şu halde Marx’ın bu çalışmasının belirli parametrelere sahip olduğunu ifade etmemiz mümkündür. Marx, Orta Çağ döneminde sıklıkla göreceğimiz Katolik Kilisesi’nin siyasal sistem üzerindeki otoriter eğilimine bir eleştiri getirir. Esasında, Marx’ın ortaya koyduğu şey bir tür dinsel otorite eleştirisidir. Bu yüzden, Marx, bütün dinsel ayrımcılıkları teoride ve pratikte reddederek, dinin toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki etkisini tartışmaktadır ve belirli kavramlara burada başvurmaktadır.
İlk olarak, Marx’ın bu çalışmasında karşımıza çıkmış olan kavramlardan birisi “sivil toplum”dur. 18. yüzyıla kadar sivil toplum terimi “barışçıl düzen”, “iyi yönetim sağlayan siyasal birliktelik tipi” olarak bilinmekteydi ve sivil toplumla devlet ikiliği pek keskin bir biçimde ayrılmamıştı. Devlet ise, Polis, Civitas, Etat, Staat, State, Stato gibi kavramlarla ifade edilmekteydi. Bu noktada sivil topluma dair çeşitli fikirlerin ortaya atılmış olduğunu belirtmemiz mümkündür. Örneğin; David Hume’un Political Essays eserinde “özgürlük, sivil toplumun mükemmelleştirilmesi” olarak tarif edilirken, Kant adil bir sivil anayasa fikri çerçevesinde sivil toplumu ele alır. Fakat sivil toplum, 18. yüzyıl itibariyle yavaş yavaş Avrupa’da değişik bir anlam kazanmıştır. İşte Marx’ın Yahudi Sorunu adlı çalışmasında karşımıza çıkan “staatsbürgerlich“; esasında Manfred Riedel’in de ifade ettiği gibi Almanya’da “Bürgerliche gesellschaft” yani sivil toplum olarak kendisini kurmaya başlamıştır.[3]
Peki, Hegel’de karşımıza çıkan devletin sivil toplumun koruyucusu olarak görülme fikri Marx’ın Yahudi Sorunu‘nda nasıl ele alınmıştır? “Şu halde, siz Yahudiler, neye dayanarak özgürlük istiyorsunuz? Dininize dayanarak mı? Ama o, devlet dininin can düşmanı. Yurttaş olarak mı? Almanya’da yurttaş yok. İnsan olarak mı? Ama siz, başvurduklarınızdan daha çok insan değilsiniz ki.” (Bauer, s. 7). Öncelikle çalışma içerisinde özgürleşme fikrinin nasıl tartışılmış olacağını gözlememiz mümkündür. Bir özgürleşme sorunu vardır. Yahudilerin/Hristiyanların ve bütün insanlığın… Bauer’den atıflarla, Marx, bu hususları vurgulamaktadır. İkincisi, devlet meşru otoritesini kurmuş olan bir kurum olarak yer almaktadır. Kimliklerin devlet içerisindeki konumu da bu hatta tartışılmaktadır. Marx, şu halde Bauer’in Yahudi özgürlüğü sorununun önceki formülasyonlarının ve çözümlerinin eleştirel bir analizini verdiğini ifade etmektedir. Marx, özgürleşmesi gereken Yahudi’nin ve özgürleştirmesi gereken Hristiyan devletin doğasının nasıl kavramsallaştırıldığına dair Bauer’in fikirlerini belirttiğini ifade etmektedir. “Başkalarını özgürleştirebilmek için, önce kendimizi özgürleştirmeliyiz” fikriyle Bauer’in çözümünü özetlemektedir Marx.
İkinci olarak, Marx, Bauer’in devleti nasıl bir kurumsallaşmaya tabi tuttuğunu tartışmaya başlar ve ekler: “Bauer, bir yandan Yahudi’nin Yahudiliği ve genel olarak da insanın dini, yurttaşsal özgürleşme için bırakmasını istemektedir. Öte yandan, o, tutarlı biçimde, dinin politik kaldırılışını, dinin tümden kaldırılışı olarak saymaktadır. Dini ön gerektiren devlet, henüz gerçek, doğru devlet değildir.” Bauer bu noktada “Kuşkusuz dinsel nosyon devlete güvenceler sağlıyor. Ama hangi devlete? Devletin hangi türüne?” diye sorar. Bu ifadeyle, Marx’a göre, Bauer, Yahudi Sorunu’nu tek yanlı bir şekilde ele almaktadır. Sorunu kimin özgürleştireceği ve kimin özgürleşeceği şeklinde koymak, inceleme için kesinlikle yeterli değildir. Marx, esasında “söz konusu olan ne tür bir özgürleşmedir?” diye sormanın gerekli olduğunu ifade etmektedir. İstenen özgürleşmenin özünde hangi koşullar gizlidir? Bu çerçeveden yola çıkmanın sorunsalı kuracağını düşünmektedir Marx.
Marx’a göre önemli olan “devlet olarak devlet”e değil, yalnızca “Hıristiyan devlet”e eleştiri yöneltilmesinde ve politik özgürleşme ile insani özgürleşme ilişkisini araştırılmaması meselesidir. Bu da, tek yanlı ve indirgemeci bir bakış açısının ortaya çıkması sorununu doğurmaktadır. Bu minvalde, Marx’a göre, Teoloji eleştirisi yapmasına rağmen, Bauer, yine de Teoloji içinde kalmaya devam etmiştir: “Yahudi Sorunu ilk kez Kuzey Amerika’nın özgür devletlerinde —en azından bunların bir kısmında— teolojik önemini yitirdi ve gerçekten dünyasal bir soruna dönüştü. Politik devlet nerede eksiksiz gelişmiş biçimiyle varsa, yalnız orada, Yahudi’nin, genel olarak dinsel insanın, politik devletle ve dolayısıyla, dinin devletle olan ilişkisi, kendine özgülüğü ve saflığı içinde ortaya çıkabilir. Bu ilişkinin eleştirisi, devlet dine teolojik tarzda davranmaya son verdiği, devlet olarak, yani politik davrandığı zaman, teolojik eleştiri olmaktan çıkar. Eleştiri böylece politik devletin eleştirisi haline gelir. Sorunun teolojik olarak son bulduğu bu noktada, Bauer’in eleştirisi eleştirel olmaktan çıkmaktadır.”
Yani Marx, dünya sorunları teolojik bir anlama yüklemez; tam aksine teolojik olanı dünya sorunlarının içine yerleştirir: “Bu yüzden, biz, özgür yurttaşların dinsel sıkıntılarını onların dünyasal sıkıntılarıyla açıklıyoruz. Dünyasal kısıtlamalardan kurtulabilmeleri için, dinsel sınırlılıklarının üstesinden gelmek zorunda olduklarını öne sürmüyoruz. Söylediğimiz, onlar dünyasal kısıtlamalarından kurtuldukça, dinsel sınırlılıklarının üstesinden gelecekleridir.” Şu halde, Marx için, devleti dinsel zayıflıklarından ayrı olarak dünyasal yapı içinde bir eleştiri yaparak, kendi sistematiğini inşa etmeye çalıştığını belirtmemiz mümkündür: “Yahudi’nin, Hristiyan’ın ve genel olarak dinsel insanın politik özgürleşmesi, devletin Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve genel olarak dinden özgürleşmesidir. Devlet, dinden, devlet olarak kendi biçiminde, kendi özüne uygun tarzda, devlet dininden özgürleşerek özgürleşebilir. Bu, devletin devlet olarak hiçbir dini tanımaması ama her şeyden önce kendini devlet olarak tanıması demektir. Dinden politik özgürleşme sonlandırılmış, çelişkisiz bir dinsel özgürleşme değildir, çünkü politik özgürleşme insani özgürleşmenin sonlandırılmış, çelişkisiz bir biçimi değildir.”
En nihayetinde, Marx, normatif ve seküler bir değere atıf yaparak, çoğunluğun dinsel bir değere sahip olmasına rağmen devletin kendisini dinsel olandan ayrı tutabileceğinin mümkün olduğu vurgusunu yapmaktadır. Fakat Marx, bunun yaparken yukarıda görebileceğimiz gibi laik devlet eleştirisini de sürdürmektedir. Temelde Marx’ın amacı, bütün dini değerlerden kurtulan bir devlettir. Bu sebeple, bir devletin yalnızca laik olması politik özgürleşmenin sağlanmasını da mümkün kılmamaktadır. Marx’ göre, dini otoriteden tamamıyla sıyrılamayan bir devlet kesinlikle özgürleşememiştir. Özgürleşememiş olan bir devlete de devlet demek Marx için imkânsızdır. Marx, özgürleşme pratiğini de Almanya, Fransa ve ABD üzerinden ele alır ve tartışır. Almanya, zaten Marx’ın bu çalışmasını kaleme aldığında henüz siyasal birliğini tamamlayamamış küçük şehir devletlerinden oluşmaktaydı. Bu haliyle, zaten Almanya’ya doğrudan meşru ve kurumsal bir devlet tanımlaması yapmak pek mümkün değildir. Bu sebeple, Marx, Almanya’da Yahudilik meselesinin Teoloji içerisinde tartışıldığını belirtmektedir. Bu nokta, ileride Nazilerin propaganda tekniklerinde karşımıza çıkacak olan temel meselenin tartışılması bakımından da önem arz etmektedir. Zira ulusal birliklerini tamamlayamamış olan Almanların yaşamış olduğu duygusal nostaljinin çoğunda, devlet olamama hali belirgin bir şekilde karşımızda durmaktadır:[4] “Ancak, Hristiyan-Alman devletinde, “ekonominin konusu”nun dine ait olması gibi, din de “ekonominin konusudur. Hıristiyan-Alman devletinde dinin egemenliği, egemenliğin dinidir.”… Hıristiyan denen devlette önemli olan insan değil, yabancılaşmadır. Hesaba katılan tek insan olan Kral, diğer insanlardan özgül olarak farklı, üstelik gökle ve tanrıyla doğrudan bağlantılı dinsel bir varlıktır. Burada süregiden ilişkiler, hâlâ inanç üzerine kurulu ilişkilerdir. Dinsel tin, demek ki henüz gerçekten dünyasallaşmamıştır.
Fransa ise, anayasal düzene geçtiği için, Yahudiler bu ülkede bir azınlık olarak kalmışlardır. Bu azınlık sorunun çözülmesi için de esasında bütün yurttaşların siyasal özgürleşmesinin nasıl sağlanacağı sorununun ortaya çıktığından bahsetmektedir Marx. Şu halde, hem Almanya’da, hem de Fransa’da, Marx, gerekli çözümü bulamamıştır. ABD’de ise, teolojik niteliğini kaybeden laik bir süreç içerisinde Yahudi Sorunu’nun şekillendiği vurgusunu yapmaktadır. Buradan yola çıkarak, Marx’a göre her üç ülkede de hâlâ ortada bir Yahudi Sorunu’nun olduğu, teolojik yöntemlerle, anayasacı teorilerle ve laik devlet sistemiyle de çözüme kavuşmadığı bir gerçektir. Şöyle ifade eder Marx: “Hıristiyan denen devlet, kendini devlet olarak tamamlayabilmek için Hristiyan dinine gereksinim duyar. Demokratik devlet, gerçek devlet, kendi politik tamamlanışı için dine gereksinim duymaz. Tersine, bu devlet dinden soyutlanabilir; çünkü onda, dinin insani dayanağı dünyasal bir tarzda gerçekleştirilir. Öte yandan, Hristiyan denen devlet, dine karşı politik, politikaya karşı dinsel bir tutum alır. Devlet biçimlerini, görünüşe indirgeyerek, dini de o kadar görünüşe indirgemiş olur.”
Bunları ifade ederken, Marx, aynı zamanda politik devleti tartışmayı da ihmal etmemektedir: “Tam bir politik devlet, özü gereği, insanın maddi yaşamına karşıt olarak insanın cinsil-yaşamıdır. Bu egoist yaşamın tüm önkoşulları, devlet alanının dışında sivil toplum*** içinde varlığını sürdürür, ama sivil toplumun özellikleri olarak. Politik devletin asıl oluşumuna eriştiği yerde, insan—yalnızca düşüncede, bilinçte değil, gerçeklikte de, yaşamda, da— göksel ve yersel olan ikili bir yaşam sürer: içinde kendini komünal varlık olarak hissettiği politik topluluktaki yaşam ve içinde özel insan olarak davrandığı sivil toplumdaki yaşam, diğer insanları, bir araç olarak gördüğü, kendisini bir araç durumuna düşürdüğü ve yabancı güçlerin oyuncağı olduğu yaşam.” Marx’ göre dinsel insan ile yurttaş arasındaki fark, tüccar ile yurttaş, gündelikçi ile yurttaş, toprak sahibi ile yurttaş, yaşayan birey ile yurttaş arasındaki farktır. Marx ekler: “Politik özgürleşme başlı başına büyük bir ilerlemedir, genel olarak insani özgürleşmenin son biçimi olmasa da, bugüne kadarki dünya düzeni içinde insani özgürleşmenin son biçimidir. Anlaşılacağı gibi biz burada gerçek, pratik özgürleşmeden söz ediyoruz.”
Şu halde, buradan yola çıkarak Marx’ta devlet-sivil toplum dikotomisinin kesin olarak ortada olduğunu ifade edebiliriz. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin sivil toplum bölümünü iyi irdelemiştir. Hegel’de karşımıza çıkan devlet-sivil toplum ikiliği, Thomas Paine’in İnsan Hakları eserinde görülen türden bir tersine çevirmedir. Paine, devlet iktidarının sivil toplum lehine sınırlandırılmasına vurgu yapmakta ve devleti gerekli bir kötülük, sivil toplumuysa niteliği belirlenmemiş bir iyilik olarak ele almaktaydı. Ama Hegel’de, tam tersine, sivil toplum daha az olumlayıcı bir anlama sahipti. Hegel’de sivil toplum; sürekli olarak devlet gözetimine ve denetimine sahip olan sakatlayıcı bir kendingenliktir. Bu yönüyle, Hegel, sivil toplumun modernleşmesine iki açıdan bir katkı yapmaktadır. Birincisi, ahlak-sittlichkeit, ikincisi de doğalcılık eleştirisidir. Bu yüzden, Hegel’de sivil toplum özgürlüğün doğal bir koşulu değildir. Tarihsel olarak türetilmiş olan ahlaki yaşam alanı olarak karşımızdadır. Devletin denetim ve gözetimi olmadan sivil toplum, Hegel’e göre, siyasal olarak varlık sebebini sürdüremez. Peki, Marx sivil toplumu Yahudi Sorunu’nda nasıl ele almaktadır?
Öncelikle, Marx ABD’yi ele alırken, Tocqueville, Hamilton ve Beaumont’a referans vermektedir. Marx, burjuva demokratik devrimin nüvelerin en gelişkin olduğu ABD’de bile Yahudi Sorunu’nun ortadan kalmadığına işaret etmişti. Din, ABD’de sivil toplum alanına çekilmiştir. Marx, dini bu yönüyle dışarıda tutarak, din ve devlet ilişkisinde laikleşme tezini reddetmiştir. Marx, bu hususta devletin dinden ayrılarak, sivil toplum ve devlet arasında da bir kopuşun gerçekleşeceğini ifade edecektir. Yoksa din sivil toplum alanında var olduğu sürece, sivil toplumu da dindarlaştıracak ve gündelik yaşam pratiklerine müdahale edecektir. Zira Marx’a göre, özel alan ve kamusal alan ayrımlarında dinin özel alan dâhilinde kabul edilmesi de tartışılmalıdır. Çünkü Marx, birçok dinin ve buna bağlı olarak mezhebin olduğunu ifade ederek, bunların kamusal alanda sivil toplum ekseninde kendilerini örgütlemelerinin de kaosa yol açacağını düşünmektedir. Bir nevi laiklik dinsel çatışmaların hızlanmasına zemin hazırlamaktadır: “Dinden politik özgürleşme, herhangi ayrıcalıklı bir dinin değilse bile, dinin oluşmasını sağlar. Belli bir dinin müridinin yurttaşlık niteliği karşısında kendini içinde bulduğu çelişki, politik devlet ile sivil toplum arasındaki evrensel dünyasal çelişkinin yalnızca bir kısmım oluşturur.” Bu nokta, Marx’ın güvenlik kavramına verdiği önemi de ortaya çıkartmaktadır. Marx, “Güvenlik sivil toplumun en yüce toplumsal kavramıdır” der. Toplumun tümünün yalnızca, üyelerinin her birinin kişiliği, hakları ve mülkiyetinin korunmasını garanti altına alma durumunda oluşuna ilişkin polis kavramıdır. Hegel, sivil toplumu bu anlamda, “gereksinimin ve usun devleti diye adlandırır“, diye eklemektedir Marx.
Ayrıca daha öncede ifade ettiğim üzere, Marx, soyut siyasal vatandaşla somut birey arasında da bir ayrıma gitmektedir. Yani insan mülkiyet sahibi olmaktan, dinden ve iş hayatında yaşadığı çelişkilerden kurtulamaz sadece bunlara dair belirli hakları edinir işte ayrım burada karşımıza çıkar: “İnsan bu yüzden dinden kurtulmuş olmaz, dinsel özgürlük kazanır. Mülkiyetten kurtulmuş olmaz, mülk sahibi olma özgürlüğü kazanır. Zanaatın egoizminden kurtulmuş olmaz, zanaat özgürlüğü kazanır.”… “Politik devletin kuruluşu ve sivil toplumun —birbirleriyle ilişkileri, tıpkı korporasyon ve lonca insanlarının ilişkilerinin ayrıcalığa dayanması gibi, hukuka dayanan— bağımsız bireylere çözülüşü, bir ve aynı edimle gerçekleşir. Sivil toplum üyesi olarak insan, politik-olmayan insan, kaçınılmaz olarak doğal insan olarak görünür.” Şu halde Marx’ta politik özgürleşme, insanın bir taraftan sivil toplum üyeliğine, egoist, bağımsız bireye, diğer taraftan da, yurttaşa, tüzel kişiye indirgenmesi olarak belirginleşmektedir: “Gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde yeniden-soğurup, bireysel insan olarak, günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda cinsil-varlık olursa, ne zaman insan “forces pro- pres”unu* Kendi güçlerini* toplumsal güçler olarak tanır ve örgütlerse böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir.”
Son olarak, Marx, çalışmasının son kısmında yeniden Bauer’e bir dönüş yapar. Bauer’in “Günümüz Yahudi ve Hıristiyanlarının Kurtulma Yetisi”ni ele alarak, Bauer’in Yahudi özgürleşme meselesini dinsel bir soruna indirgemiş olduğundan bahsetmektedir. Çözümün hala dinsel bir bağlanmaya denk getirilerek yapıldığını ifade eden Marx; “Biz, sorun hakkındaki teolojik kavrayışı kırmaya çalışıyoruz. Yahudi’nin özgürleşme yetisi sorununu, Yahudiliği kaldırmak için hangi özel toplumsal öğenin alt edilmesi gerektiği sorunu haline getiriyoruz. Çünkü günümüz Yahudi’sinin özgürleşme yetisi, Yahudilik ile günümüz dünyasının özgürleşmesi arasındaki ilişkidir. Bu ilişki zorunlu olarak, Yahudiliğin günümüzün köleleştirilmiş dünyasındaki özel konumundan kaynaklanır.” diye belirtmektedir.
Marx, bu halde meseleye dair sorular sorar ve kişisel çıkar, sürekli pazarlık etmek ve para üzerinden yaklaşan cevaplar verir. Toplumun kurtuluşunu bu üç parametrenin ortadan kalkmasına bağlar. Fakat Marx, burada Nazilerin propaganda olarak alıp kullanacağı “şeyin” de önünü açar. Zira Yahudilerin ibadet etmesini şahsi ve bencilce bir çıkarla özdeşleştiren Marx, Museviliğin özünü “para” olarak görür. Fakat bu, ileride karşımıza çıkacak olan ırkçı söylemlerin zeminini oluşturur. Naziler, kendi milliyetçiliklerini inşa ederken, Yahudi karşıtı söylemden ziyadesiyle yararlanmışlardır. Bu da, Marx’ın bu çalışmasındaki sorunlu noktayı bizlere göstermektedir. Marx, hem modernleşmeyi, hem de kapitalistleşmeyi Yahudileşmeyle eş değer görmektedir: “Yahudi’nin pratik politik gücü ile politik haklar arasındaki çelişki, genel olarak politika ile parasal güç arasındaki çelişkidir. Teorik olarak politika parasal güçten üstünken, gerçekte onun kölesine dönmüştür.”… “Yahudilik tarihe karşın değil, tarih yardımıyla tutunmuştur. Sivil toplum, Yahudi’yi, sürekli kendi bağrından çıkararak üretmiştir. Yahudi dininin dayanağı, esas olarak nedir? Pratik gereksinim, egoizm.” … “Özel mülkiyet ve paranın egemenliği altında ulaşılan doğa anlayışı ki bu Yahudi dininde vardır ama yalnızca imgelemde vardır, doğanın gerçek bir hor görülüşü ve pratik aşağılanışıdır.” Yani Marx, bu çalışmasında radikal bir biçimde hem Hristiyanlık, hem de Yahudilik eleştirisi yapar ve ekler: “Hıristiyanlık Yahudilikten çıkmadır ve yeniden onda çözüşmüştür. Hıristiyan baştan beri teorize eden Yahudi’ydi, Yahudi bu yüzden pratik Hristiyan’dır ve pratik Hristiyan’da yeniden Yahudi olmuştur.” Şu halde, Marx, çözümü “günümüz Yahudi’sinin özünü yalnızca Pentateuch’ta*Tevrat’ta* ya da Talmud’da değil, bugünkü toplumda da buluyoruz, üstelik soyut değil, en üst düzeyde ampirik bir öz olarak, yalnızca Yahudi sınırlanmışlığı olarak değil, toplumun Yahudice sınırlanmışlığı olarak.” diye yazar. Marx’a göre, Yahudi’nin toplumsal özgürleşmesi, toplumun Yahudilikten özgürleşmesidir.
Sonuç olarak, Marx’ın sivil toplum ve devlet anlayışına dair aşağıdaki maddeleri sıralamamız mümkündür.
- Marx Hegel’in Hukuk Felsefe’sini irdeleyerek, Hegel’de karşımıza çıkan sivil toplum-devlet ikiliğinin bir eleştirisini yapmıştır.
- Yahudilerin sivil toplum alanında kendilerini ifade ediş biçimlerini ekonomiyle bağlantılı olarak ele almış ve sivil toplumun maddeci bir perspektiften açıklamaya çalışmıştır. Bu noktada, Neera Chandhoke’un[5] ifadesiyle, Marx’ta sivil toplum artı-değer üzerinden kendisini kurarak toplumun sınıflara ayrılması noktasında oluşan bir alanın kendisidir.
- Marx, sivil toplum ve siyasal toplum arasında bir ayrım geliştirerek, siyasal toplumun gerekliliğini ön plana çıkarmıştır.
- Marx, Hegel’in aksine belirleyici olarak devleti değil, sivil toplumu tercih etmektedir ve sivil toplumdan kurtuluşu yine sivil toplum içerisinde yer alan dinamikler tarafından aşılacağını öngörmektedir.[6]
Bu konuşma, 11 Nisan 2019 Perşembe Günü Ankara Us Atölyesi’nde düzenlenmiş olan Althusser Okumaları programında yapılmıştır.
Gülçin SAĞIR
[1] Bu makale, bu konudaki çalışmalarında, Yahudilerin özgürleşmesi sorununu, Yahudilikten özgürleşmelerine indirgeyen, Genç Hegelci Bruno Bauer’e yanıt olarak yazıldı. Bir idealist olarak, Bauer, ulusal çelişkileri kaldırmanın belirleyici aracı olarak dinsel önyargıların üstesinden gelinmesini görüyordu. Onunla bu konudaki polemikler, Manc’a, yalnızca Yahudilerin değil tüm insanlığın ekonomik, politik ve dinsel bağlardan özgürleşmesi sorununu, materyalist açıdan ele alma olanağım sağladı.- MARX.
[2] Şener Aktürk, “Yahudi Sorunu: Laik Devlet- Dindar Sivil Toplum Eleştirisi”, DoğuBatı Düşünce Dergisi, ss. 224-240.
[3] John Keane, “Despotizm ve Demokrasi: Sivil Toplum ile Devlet Arasındaki Ayrımın Kökenleri ve Gelişimi 1750-1850”, çev. Levent Köker, ed. John Keane, Sivil Toplum ve Devlet: Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar, Ankara: Yedi Kıta Yayınları, 2004, ss. 47-90.
[4] Bu noktayla ilgili Bkz. Gülçin Sağır, Uluslararası Sosyal Sermaye Konferansı, “Kapitalizmin Yeni Kabesi: Starbucks,” 17 Kasım 2017, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi. (Davetli Konuşmacı), “Kapitalizmin Yeni Kabesi: Starbucks”, Koza Düşünce Dergisi, Yıl: 2017, Sayı: Eylül- Ekim-20, ISSN: 2148-1709, ss. 5-11.
[5] Chandhoke, Neera, State and Civil Society: Expolaritions in Political Theory, Yeni Delhi ve Londra: Sage Publications, 1995, s. 135.
[6] Yunus Enterili, “Karl Marx, Civil Society And Political Community in the Context Of The Jewish Problem”, Journal of History and Future, Nisan 2017, Cilt 3, no: 1, ss. 91-101.