Amerika Birleşik Devletleri’nin son 50 senedir Suriye ile ilişkileri bir türlü düzelme göstermemektedir. Baas rejimi Soğuk Savaş zamanında kayda değer bir Sovyet müttefiki idi ve bu otoriter rejim geçmişte çok ciddi olarak değerlendirilebilecek insan hakları ihlalleri gerçekleştirdi. Bugün bile Suriye halkı temel özgürlüklerinden mahrum durumdadır.[1] Başkan Bush’un ortaya attığı ünlü “Şer Ekseni” içine Şam’ı koymamış olsa da, bu rejim Washington yönetimi tarafından Amerikan çıkarlarını tehdit eden kayda değer bir “haydut devlet” olarak tanımlanmaktadır. Şam’a dair Washington’un politikaları 11 Eylül 2001’in ertesinde sert bir hal aldı ve Nisan 2003’te Bağdat’ın düşmesi Beyaz Saray’ın bu sefer de Suriye’yi hedef tahtasına koyduğu dedikodularını arttırdı. Irak’ta işlerin karışması, şimdilik bu ihtimali buzdolabına kaldırmış görünüyor. Fakat Şam yönetimi ile münasebetler bir türlü düzelme göstermemiştir ve iki başkent münasebetlerini en iyi açıklayacak kelime “çatışma”dır. Washington ve Şam hiçbir zaman iyi ilişkiler kuramadılarsa da, her ikisinin çıkarı mevzubahis olduğu zaman da işbirliği tesis etmekten de çekinmediler. Buna ilaveten Şam’ın kısıtlı askeri gücü hayati Amerikan çıkarlarına önemli bir tehdit yaratabilecek durumdan çok uzaktır. Var olan koşullarda, Ortadoğu’da diğer diktatörlükler yerli yerinde dururken ve Washington tarafından destek verilirken, niçin Şam’ın rejim değişikliği için ideal bir aday olarak nitelendirilmesi gerektiği cevaplanması zor bir sorudur.
Burada Suriye-Birleşik Devletler arasındaki ilişkilerin tarihçesine kısaca bir bakmanın Birleşik Devletlerin günümüzde Suriye’ye karşı izlediği politikaların anlaşılması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.
1957 senesinde Washington Sovyet yanlısı bir politika takip eden Şam yönetimine karşı bir askeri darbe girişiminde bulundu. Suriye devlet başkanı Edip Çiçekli’ye karşı bir darbe amaçladığı ifşa olan Beyaz Saray, büyükelçisini Şam’dan geri çekmek zorunda kaldı. Bu olay, iki ülke arasındaki münasebetler bakımından değerlendirildiğinde Şam’ın Beyaz Saray’a karşı olan güvensizliğinin en kayda değer etkenlerinden birisini oluşturmuştur.[2] Şam, genel hatlarıyla ele alındığında, Birleşik Devletlerin Ortadoğu politikasına devamlı muhalefet etmekte, fakat bunu çok sert şekillerde icra etmekten ziyade, daha dolambaçlı yollardan bunu gerçekleştirmektedir. Örnek vermek gerekirse, Lübnan’da silahlı direniş gruplarına ilk destek sağlayan devlet, 1979 ertesinde İran’da kurulan yeni rejimi ilk tebrik eden ve tanıyan ülke ve de Tahran’daki Amerikan büyükelçiliğindeki rehine krizi esnasında sarih bir biçimde Tahran tarafında yer alan tek devlettir. İzleyen zamanda, Beyaz Saray’ı doğrudan karşısına almayan fakat Washington’un bölgedeki menfaatlerine zarar verebilecek bir dış politika anlayışı takip etmeye başlayan Şam, bu bağlamda İran-Irak Savaşı sırasında Tahran’a destek vermiş, Hamas ve Hizbullah’a verdiği desteğini arttırmıştır. Şam her ne kadar Tel-Aviv ile yakın münasebetler kurma çabasında olsa da, İsrail’in bölgedeki rakipleri hatta hasımlarıyla yakın işbirliği geliştirdiği sürece, Washington ile problemler yaşamayı da göze almaktadır. Bir taraftan kendisini laikliğin koruyucusu ve uygulayıcısı olarak ilan ederken, diğer yandan ülke içinde İslamcı hareketlerin barınmasına izin vermektedir.
1970 senesinde Hafız Esad’ın iktidara gelmesiyle birlikte Washington-Şam münasebetleri de inişli çıkışlı bir tablo çizmeye başlamıştır. Soğuk Savaş zamanında SSCB’nin bölgedeki müttefiklerinden biri olan ve İsrail’e yönelik düşmanca tutumunu devam ettiren Şam ve Beyaz Saray arasındaki münasebetler gergin bir biçimde sürmüştür.[3] 1979 senesinde Washington Şam’ı “teröre destek veren ülkeler” listesine dâhil etmiş olsa da, Beyaz Saray’ın Tel-Aviv ve Şam arasındaki arabuluculuk rolü sürdü. Birleşik Devletlerin Şam’ı bahsedilen listeye dâhil etme sebebi İran’da kurulan yeni rejimi kurulur kurulmaz tanıyan Şam’ın aynı anda İran Rehine Krizi sırasında da ABD Büyükelçiliğini işgal eden terörist grubu açıktan desteklemiş olması gösterilebilir. Nisan ve Ekim 1983 tarihlerinde gerçekleştirilen iki farklı bombalı saldırı, Beyrut’ta bulunan Birleşik Devletler ve deniz üssündeki 300’e yakın kişinin ölümüyle sonuçlandı. Her ne kadar saldırı Hizbullah tarafından üstlenilmiş olsa da, Washington bu saldırının arka planında Şam’ın bulunduğu düşüncesindeydi. Beyaz Saray ve Şam arasındaki münasebetlerin gelişebilmesine yönelik olarak Şam’ın Tel-Aviv dolaysız diyalog tesis etmesi ve Birleşik Devletlerin Suriye toprakları içinde daha çok imtiyaz tanıması gerektiği şart olarak öne sürüldüğünde Hafız Esad bunun Arap ideallerinin hançerlenmesi olacağını ifade ederek bunu sert bir biçimde reddetti. 1991-2001 döneminde pek çok üst kademe Birleşik Devletler yetkilisi Şam’a ziyarette bulunmuşlar, fakat ne Şam sertlik yanlısı politikalarından geri adım atmış, ne de Washington Şam’ı teröre destek sağlayan ülkeler listesinin dışına çıkarmıştır.
2001 senesinde Bush’un yönetime gelmesiyle beraber Washington’daki Yeni Muhafazakâr kadronun Suriye’ye yönelik politikalarının temelinin baskı, izolasyon ve tehdit yolu kanalıyla Şam’ın bölgesel politikalarında değişimi gerçekleştirmek olduğu ortaya çıkmaya başladı. Yalnızca baskı kanalıyla Şam’ın yönlendirilebileceği fikri gittikçe ağırlıklı bir pozisyon haline gelmeye başladı.[4] Yine, ABD yönetiminde olan bu grubun İsrail’de kendilerine yakın gördükleri Likud Partisi’nin işgal yanlısı ve Arap karşıtı politikalara sıcak yaklaşmaları da, Şam ve genel olarak Araplarla ilişkilerin erozyona uğramasında kayda değer bir rol oynamıştır. Birleşik Devletlerin yönetiminde üst düzey karar verici konumunda bulunan birtakım liderler Suriye rejiminin reformlarını göstermelik olarak nitelendirmekte ve rejim değişmeden sorunun çözüme kavuşmayacağını düşünmekteydi. Bu esnada sık sık Şam’a saldırı ve rejim değişikliği planları da gündemde yer alan konulardandı. Özellikle 11 Eylül saldırıları ertesinde, Beyaz Saray’ın Ortadoğu Barış görüşmelerine evvelki gibi önem atfetmemeye başlaması ve Şam-Tel-Aviv görüşmelerinin sürmesi için herhangi bir girişimde bulunmaması da, kısa zamanda münasebetlerin gerilimli bir hal almasına sebep oldu. Beyaz Saray’ın teröre karşı olan küresel çaptaki savaşında Şam teröre destek sağlayan ülkeler grubunda ve açıkça söylemek gerekirse “karşı cephede” yer almaktaydı. 2002 senesinde Suriye’ye yönelik iktisadi yaptırımları onaylayan Bush, o andan itibaren Washington-Şam münasebetlerinde gerginliğin geriye döndürülemez bir noktasına ulaşmasına sebebiyet vermişti.
Washington’ın Irak’ı işgal etmesi, Şam tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Kendisiyle sınır komşusu olan bir Birleşik Devletler arzu etmeyen Şam, Irak’tan sonra sıranın kendine gelebileceğini ifade eden açıklamalar yapmaya başladı. Birleşik Devletlerin Irak işgali ve Ortadoğu bağlamındaki güvenlikçi politikaları, Şam’ı çeşitli iç ve dış tehditle ve artan güvenlik endişeleriyle baş başa kalmasına yol açmıştır.[5] Washington’un “Büyük Ortadoğu Projesi” gibi hareket planlarıyla bölgeye özgürlük getirme ve demokratikleşme iddiasında bulunması, Şam içinden ve dışından Şam yönetimine muhalefet eden hareketlerin canlılık kazanmasına var olan yönetimin devrileceği dedikodusunun daima gündemde kalmasına neden oldu. Bunun yanı sıra Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bir suikast sonucu ölmesinin ertesinde Washington, bunun sorumlusunun Şam olduğunu ilan ederek, Şam’ı Lübnan’dan çekilmek zorunda bıraktı. Fakat gerek aşırı İslamcı örgütlere olanaklar sağlaması gerekse Tahran ile kuvvetli bağlarını koruması gibi nedenlerden ötürü Şam halen Beyaz Saray’ın arzu ettiği bir politika takip etmemek konusunda direnç göstermekteydi. Buna ilaveten, Şam’ın Lübnan’da güçlü istihbarat ağı ve çok çeşitli gruplarla olan ilişkileri sebebiyle etkinliği halen sürmektedir. 2006 senesinden beri düzenli bir biçimde Esad iktidarının yurtdışındaki muhalifleriyle görüşmeler gerçekleştiren Bush yönetimi; Suriye Ulusal Konseyi, Özgür Suriye Hareketi, Liberal Suriye Hareketi gibi çeşitli muhalif yapıların Washington’daki Suriye muhalifleri toplantılarında biraraya gelmesini sağlamıştır.
Suriye ile Birleşik Devletler arasındaki problemli ilişkilerde öne çıkan konulardan birisi de İsrail konusudur. Şam ve Tel-Aviv çatışmanın esas sebebi Golan Tepeleri’dir. İsrail, Suriye’ye ait olan bu bölgeyi 1967 savaşının ertesinde işgal etti ve orada yaşayan 80 bin Suriyeliyi yerlerinden etti. 1981 senesinde İsrail iç hukukunun Golan Tepeleri’ni de içermesine karar verilmesi Bu, bölgenin fiili olarak İsrail topraklarına katılması anlamına gelmekteydi.[6] Mevcut durumda bu bölgenin içinde 1800 Yahudi yerleşimcinin barındığı yerleşim birimi ve bir şehir yer almaktadır. Şam bu bölgeyi geri alma konusunda ısrarlı davranmakta ve bu amacına varabilmek için Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere destek sağlamaktadır. Suriye ordusu Tel-Aviv’e karşı ciddi bir tehdit teşkil edecek kadar güçlü olmadığından dolayı bu örgütlere sağlanan yardım Tel-Aviv’e karşı tek denge faktörü olarak görülmektedir. Ariel Şaron’un 2001 senesinde İsrail başbakanı olarak seçilmesi Şam-Tel-Aviv münasebetlerinin daha da kötüye gitmesine neden oldu ve Şam-Washington münasebetlerini iyi yönde etkilemedi. Kendisinden önce başbakan olan Ehud Barak’ın aksine Şaron, Golan Tepeleri’ni geri verme taraftarı değildi. Şaron, “o sırada ne teklif edilmişse bunu ben kabul edemem” Şaron’un yerini alan Ehud Olmert de “Golan Tepeleri sonsuza kadar bizim olacaktır” demekteydi.
İsrailli yöneticiler Golan Tepeleri’ni Şam’a geri vermeyi arzu etmedikleri gibi Şam’la da barış görüşmelerine başlamayı arzu etmemektedirler.[7] Bundan dolayı ortada konuşacak bir konu bulunmamaktadır. Bu tavizsiz tutumlarını meşru bir hale sokmak için İsrailli liderler Şam’ı güvenilmez ve yalnızca güçten anlayan bir haydut devlet olarak sunmaya çalışmaktadırlar. 2004 senesi başlarında Şam’ın Washington büyükelçisinin “ne kadar barış hakkında konuşursak, o kadar bize saldırılıyor” beyanında bulunmasını sürpriz olarak görmemek gerekir. Tel-Aviv’in var olan liderlik kadrosuna göre Şam ile mücadele etmenin en iyi yöntemi işbirliği değil çatışmadır. Aynı kadro Bush yönetiminin de Şam’ı benzer bir biçimde görmesinde etkili olmuştur. Böylelikle 1990’ların sonunda Tel-Aviv Suriye ile işbirliğini arzu ediyorken, 2001’den beri hem Tel-Aviv hem de Washington’daki taraftarları Amerikan hükümetini Şam’ı tehlikeli bir düşmanı olarak addetmeye yönelik ikna çalışmalarında bulunuyorlar.
2002 senesinin başında ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in “şer cephesi olarak ifade ettiği Tahran, Bağdat ve Pyongyang’a ilaveten Şam’ı da bu grubun içine dâhil etmesinin sebebi Şam’ın Hamas ve Hizbullah gibi İsrail’e yönelik terör saldırıları gerçekleştiren örgütlere yardım ve yataklık yapması olarak gösterildi.[8] Birleşik Devletlerin Şam’a yönelik olarak izlediği bu politika o dönemde Bush hükümetinin İsrail’le iyi münasebetleri olan ülkeleri ödüllendirip, iyi ilişkiler tesis etmeyen ülkeleri cezalandırması yönünde politikasının bir devamı olarak kıymetlendirilebilir. 11 Eylül sonrası dönemde Amerikan toplumunda artan tüm Ortadoğu ülkelerini potansiyel düşman olarak değerlendirme eğilimi de iki başkent arasındaki ilişkilerin kötüleşmesinde kayda değer bir role sahip olmuştur. 2004 senesinde ABD Senatosu’nda kabul edilmiş olan Suriye Mesuliyet Yasası (Syria Accountability Act) Şam’ın ABD’deki tüm mal varlıklarının dondurulması, Amerikan şirketlerinin Suriye’deki yatırımlarının sona erdirilmesi, gıda ve ilaç haricinde Şam’a gerçekleştirilen tüm ihracatın durdurulması, diplomatik ilişkilerin seviyesinin düşürülmesi ve Şam’ın ABD havaalanlarından faydalanmasının yasaklanması gibi yaptırımlar yer almaktaydı. Washington yönetimi bu yaptırımların Şam’ın teröre verdiği sağladığı desteğin azaltılması için biricik yöntem olduğunu ve Şam’ın izole edilmesi durumunda hatalarından vazgeçeceği düşüncesindeydi.
Şam’ın diğer bir endişesi de Washington’un, “demokrasi getirmek adına” sıranın kendisine geldiği değerlendirmesinde bulunup Irak’tan sonra işgal edeceği ilk ülkenin Suriye olmasıydı. Bu durum, Şam’ın Hamas ve Hizbullah gibi örgütlerle iletişimini artırmasına ve hatta Suriye topraklarından Irak’a geçmelerine olanak sağlamasına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucunda ise Washington, Şam’ın Tel-Aviv’le barış görüşmelerini gerçekleştirme arayışını sonlandırdığını ilan etmiştir.
Birleşik Devletler’de 2009 yılında Barack Obama’nın yönetime gelmesiyle birlikte Washington, Şam ile münasebetlerini düzeltme kararı aldı.[9] Obama yönetiminin Ortadoğu’da barış ve istikrarın tesis edilmesine yönelik diplomasi ve diyalogu ön plana çıkarması çerçevesinde, Şam’la üst düzey diplomatik görüşmeler yeniden başlatıldı. Obama’nın seçim kampanyası esnasında sürekli altını çizdiği “ABD’nin yeni dönem dış politikasında diplomasi, arabuluculuk gibi unsurların ağırlıkta olacağı” düşüncesi Şam için umut verici bir gelişmeydi. Obama’nın Ortadoğu barış sürecine atfettiği önem ve buna yönelik olarak İsrail-Suriye barış görüşmelerinin ivedilikle başlatılmasının şart olduğu düşüncesi, münasebetlerde bir yumuşamaya neden olmuştur. Washington yönetiminin, bu barış görüşmelerinin bu kez kesintisiz bir biçimde devam edebilmesini sağlamak için Şam’ın izlediği dış politikada ciddi anlamda ve kökten bir değişikliğe gidilmesinin şart olduğu görüşü gittikçe ağırlık kazanmaya başlamıştır.
Arap Baharı olarak nitelendirilen ve Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki rejimlerin değişmesi, halkın iktidara ele geçirmesi sürecinde kayda değer bir dönüşümün cereyan ettiği 2011 başında meydana gelen olayların Suriye’ye sirayet edeceği daha önceden tahmin edilebilecek bir durum değildi. Fakat Şubat 2011’de gösteriler Suriye’ye sıçradı. Rejimin durumuna isyan eder biçimde Der’a şehrinde fitili ateşlenen protestolar, doğrudan rejimin yıkılmasını arzu eden bir noktaya taşındı.[10] 18 Ağustos 2011’de Obama, Suriye’de süren iç huzursuzluklar ve karışıklıklarla hakkında şöyle bir açıklamada bulundu: “Suriye’nin geleceği Suriye halkı tarafından belirlenmelidir. Ancak Beşar Esad halkın önünde büyük bir engeldir. Bir yandan reform yapacağını söyleyip öte yandan kendi inşalarını hapse atmakta, onlara işkence yapmakta ve onları öldürmektedir. Defalarca ya reformları yapmasını ya da halkın önünden çekilmesini söyledik. Ama Beşar Esad bizi dinlemedi. Artık kenara çekilme vakti gelmiştir.”. Şam’ın Washington’a yönelik takip ettiği dış politikasında otoriter rejimin beraber getirdiği unsurların arasında sayabileceğimiz lidere sadakat daha ön plana çıkmaktadır. Esad’ın dış politika ve iç politika vizyonu, Beyaz Saray ile olan münasebetlerde de temel belirleyici faktördür. Washington, Suriye’de 2011 yılından beri devam eden rejim muhalifleri ile iktidar arasındaki çatışmalarla ilgili beynelmilel müdahalenin ancak kararıyla gerçekleştirilebileceği düşüncesindedir. Fakat Ağustos 2011’de Beyaz Saray, Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ve Esad’ın basın danışmanı Buteyna Şaban’ı da iktisadi yaptırım listesinin içine dâhil etmiştir. Washington yönetimi, Muallim ve Şaban’ı Şam yönetiminin propagandasını yapmakla suçlayarak muhalefet hareketinin karakteri hususunda dezenformasyon yaptıkları iddiasında bulunmuştur.
Şam’da iktidara karşı protestolarda çok sayıda muhalifin öldürülmesi, pek çok muhalifin ülkeden sürgün edilmiş olması veya terk etmiş olması ve ülkede sürekli süren tutuklamalar Beyaz Saray’ın çok sert tepkisini çekmektedir. Beyaz Saray’dan gelen resmi açıklamalarda Washington’un Suriye’deki muhalefet ile iletişimde bulunmayı sürdüreceği ve Suriye halkının arzu ettiği barışçıl politik dönüşüm için girişimlerin devam ettirileceğinin altının çizilmesi de iki başkent arasındaki münasebetlerin gelecekte ne olacağı hakkında kayda değer ölçüde dikkate alınması gereken bir husustur.
Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde birtakım analizler yapmak mümkündür. Suriye ve Birleşik Devletler arasındaki ilişkiler tesis edildiği andan itibaren bu ilişkilerde sürekli inişler çıkışlar olduğu söylenebilir. Hafız Esad’dan önceki dönemde Suriye devlet başkanı Edip Çiçekli’ye karşı yapılan darbe planında Amerikan’ın parmağının ortaya çıkması üzerine o andan itibaren Suriye, Birleşik Devletlere hep şüphe ile yaklaşmıştır. Günümüzde de bu politikasını sürdürmektedir. Birleşik Devletlere göre Suriye, teröre destek vermekte ve kitle imha silahları geliştirmektedir. Suriye’nin elinde kimyasal silahlar bulunduğu iddia edilmektedir. Ayrıca, Şam Washington’un çeşitli yöntemler kullanarak izole etmeye çalıştığı Tahran ile çok yakın ilişkilere sahiptir. Tabi burada hem Suriye Arap Cumhuriyeti’nin hem de İran İslam Cumhuriyeti’nin İsrail’e karşı duymakta olduğu tarihsel husumetin çok önemli bir payı olduğu aşikârdır. Bu iki devlet aynı zamanda İsrail’e karşı mücadele eden Hamas ve Hizbullah gibi direniş örgütlerine çeşitli alanlarda kayda değer ölçülerde destek vermektedir.
Birleşik Devletler’de 2001 yılında gelen oğul George W. Bush döneminde adlandırılan Yeni Muhafazakârlar grubunun ortaya koyduğu en önemli politikalardan birisi olan Bush Doktrini’ne göre İran ve Suriye’nin aralarında bulunduğu birkaç ülke Şer Ekseni ülkeleri olarak değerlendirilmekteydi. Bunlarla çok sıkı bir biçimde mücadele edilmesi bu doktrinin temel unsurları arasında yer almaktaydı. Tabi burada şunu da unutmamak gerekir. Özellikle Bush döneminden bu yana Birleşik Devletlerin Ortadoğu politikalarında İsrail lobisinin Washington yönetimi üzerinde muazzam bir etkisi olduğu gerçeğidir.
2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı, Arap Devrimi ya da Arap Uyanışı olarak ifade edilen süreçte Mısır, Libya ve Suriye gibi ülkelerde halk ayaklanmaları gerçekleşmiş ve Suriye haricindeki ülkelerdeki diktatörlükler devrilmiştir. Suriye’de ise ordu ve muhaliflerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu arasındaki çatışmalar halen devam etmekte ve gün geçtikçe şiddetlenmektedir. Bunun sonucu her geçen gün ülkesini terk eden ya da hayatını kaybeden Suriyeli sayısını günden güne artmaktadır. Birleşik Devletler önderliğindeki bir grup ülke Suriye’de Beşar Esad’ın iktidardan çekilmesini istemektedir. Fakat liderliğini Rusya Federasyonu’nun yaptığı Çin Halk Cumhuriyeti ve İran İslam Cumhuriyeti gibi ülkeler de sorunun çözülmesinde diplomasinin sonuna kadar kullanılmasını ve askeri müdahalenin sorunu çözmeyeceğini ifade etmektedirler. Birleşik Devletler liderliğindeki ülkeler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik yaptırım kararları almaya çalışmaktadırlar. Ancak Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olmanın getirdiği avantajları kullanarak ve çıkarlarından dolayı bu yaptırım kararlarını sürekli olarak veto ederek bu kararların alınmasına engel olmaktadırlar.
Birleşik Devletler ise şu anda 6 Kasım 2012 tarihinde yapılacak Başkanlık seçimlerine kilitlenmiş durumdadır. Bundan dolayı Suriye krizinin çözümü ile ilgili etkin bir politika takip edememektedir. Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı olan Mitt Romney, bu konuda daha sertlik yanlısı bir politika izleme taraftarıdır. Fakat Demokrat Parti’nin Başkan adayı olan şu andaki Başkan Barack Obama sorunun diplomatik yollardan çözülmesini amaçlamaktadır. Seçime giderken askeri bir müdahale gerçekleştirilmesi Afganistan ve Irak’ta acı tecrübeler yaşayan ve de oradan kuvvetlerini çekmeye başlayan Birleşik Devletlerin vatandaşlarının birçoğu tarafından arzu edilmemektedir. Askeri müdahale durumunda ortalığın daha da karışacağı muhakkaktır. Savaşın içine bölgede yer alan güçlerin (İran İslam Cumhuriyeti) ve bölge dışındaki büyük güçlerin ( Rusya Federasyonu) dâhil olması zaten krizlerden mustarip olan bölgenin durumunu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır. Seçildikten hemen sonra Nobel Barış Ödülü alan bir kişinin askeri operasyona yeşil ışık yakması soru işaretlerine doğmasına yol açacaktır. Birleşik Devletlerin, 2012 Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimlerinden sonra Suriye krizinin çözümüne yönelik nasıl bir politika izleyeceği herkes tarafından merakla beklenmektedir.
[1] John J. Mearsheimer, Stephen M. Walt, The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy, New York: Penguin Books, 2008, s. 263.
[2] Oytun Orhan, “ABD-Suriye İlişkilerinde Değişim ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki Rolü,” Gündem Analiz, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, Mart 2009, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2010317_200939_gundemanaliz.3.weba.pdf, s. 2, Erişim Tarihi: 15 Ekim 2012.
[3] Evren Altınkaş, “Suriye-Amerika Birleşik Devletleri İlişkileri,” içinde Emperyalizmin Oyununda İkinci Perde: Arap Baharı ve Suriye, Barış Adıbelli (ed.), İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2012, ss. 139-140.
[4] Ömer Kurtbağ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası: Hegemonya Ekseninde Bir Analiz, Ankara: USAK Yayınları, 2010, ss. 301-302.
[5] Jeremy M. Sharp, “Syria: Background and U.S. Relations”, CRS Report for Congress, 26 Nisan 2010, http://fpc.state.gov/documents/organization/142735.pdf, ss. 19-20, Erişim Tarihi: 16 Ekim 2012.
[6] Mearsheimer and Walt, The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy, ss. 327-328.
[7] Altınkaş, “Suriye-Amerika Birleşik Devletleri İlişkileri,” s. 145.
[8] Joshua Landis, “ The U.S. – Syria Relationship: A Few Questions”, Middle East Policy Council, 21 Eylül 2010, http://www.mepc.org/journal/middle-east-policy-archives/us-syria-relationship-few-questions, Erişim Tarihi: 16 Ekim 2012.
[9] Birol Akgün, “ABD’nin Suriye Politikası”, içinde Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Birol Akgün (ed.), Stratejik Düşümce Enstitüsü Analiz, Haziran 2012, http://www.sde.org.tr/userfiles/file/suriye%20analiz.pdf, ss. 11-12, Erişim Tarihi: 15 Ekim 2012.
[10] Jeremy M. Sharp, Christopher M. Blanchard, “Unrest in Syria and U.S. Sanctions Against the Asad Regime”, Congressional Research Service Report for Congress, 9 Kasım 2011, http://fpc.state.gov/documents/organization/178245.pdf, s.6, Erişim Tarihi: 14 Ekim 2012.