M.Ö. 6. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Yunanistan’da yaklaşık 200 yıl sürecek kültürel bir altın çağ dönemi başlamıştır. Antik zamanlarda Yunanistan topraklarında yaşanan bu altın çağ, şimdilerde “klasik dönem” olarak adlandırılmakla birlikte, Batı medeniyetini derinden etkileyecek gelişmelere şahit olmuştur. Edebiyat, bilim, mimari ve tüm bunlardan önce felsefe, bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir.
Klasik dönemin daha ilk yıllarında, Atina halkı, tiranlığa son vermiş ve devlet yöneticilerinin kurayla seçildiği ve kararların demokratik bir meclis tarafından alındığı bir tür demokrasi inşa etmiştir. Mecliste, vatandaşların temsilciye gerek duymadan, doğrudan kendilerini temsil edebildikleri, konuşabildikleri ve oy kullanabildikleri bu sistem, ne kadar ideal bir demokrasi gibi görünse de, kastedilen “vatandaş” kavramı aslında toplumdaki azınlık bir grubu ifade etmektedir. Toplumdaki bu azınlık grup, 30 yaş üstündeki Atinalı özgür erkeklerden oluşmaktadır. Kadınlar, köleler, çocuklar, gençler ve yabancılar ise vatandaş kabul edilmemiş ve demokratik sürece dahil edilmemişlerdir.
Atina halkı tarafından inşa edilen bu siyasi ortam, dönemin önde gelen birçok düşünürünü etkilemiş ve Atina’yı kısa sürede bir cazibe merkezi haline getirmiştir. Bu dönemin en dikkat çeken filozoflarından birisi hiç şüphesiz ki Sokrates’dir (kısaca Sokrat). Adalet ve erdem kavramlarını felsefi açıdan sorgulayan Sokrates, kısa sürede, çoğunluğu gençlerden oluşan bir müritler topluluğunun hayranlığını kazanmıştır. Ancak bu durum otoritelerin dikkatini olumsuz yönde çekmiş olacak ki, demokratik meclisi Sokrates’in gençleri yoldan çıkarmak suçundan idam edilmesi yönünde ikna etmişlerdir.
Sokrates
Sokrates’in, M.Ö. 399 yılında ölüme mahkûm edilmesinin ardından, genç müritlerinden biri olan ve onun şüpheci ve sorgulayıcı yönüne sahip olan Platon (Eflatun), hocasına yapılan haksızlığı görmüş ve Atina’nın içinde bulunduğu sisteme karşı büyük bir hayalkırıklığı yaşamıştır. Tüm bu hayal kırıklığına rağmen yoluna devam eden Platon, hocası Sokrates kadar ünlü bir filozof olmuştur.
Kendisine atfedilen ve günümüze kadar ulaşan eserlerin sayısına rağmen yaşamı hakkında çok az bilgiye ulaştığımız Platon (M.Ö. 427-347), uzun yıllar süren Peleponez Savaşı’ndan çok kısa bir süre önce doğmuş ve savaşın her türlü şiddetine tanıklık etmiştir. Yaşamı, Atina’nın en parlak dönemini izleyen, iç savaşlar ve yenilgilerle dolu bir gerileme ve çökme dönemine rast gelmiştir. Hocası Sokrates’in idam edilmesinden sonra demokrasiye duyduğu güvensizliği pekişen Platon’un Atina’ya küstüğü ve şehri terk ettiği bilinmektedir. Güney İtalya ve Sicilya’ya seyahatler düzenlemiş, ardından da “Akademi” olarak bilinen okulunu kurmuş ve ölümüne kadar başında kalmıştır. Platon, Akademi’yi kurarak hocası Sokrates’in çalışmalarını geliştirmeyi amaçlamıştır. Platon’un siyasi düşüncesinin yaygınlaşmasını sağlayan Akademi, yalnızca felsefenin öğretildiği bir okuldan ibaret değil, aynı zamanda geometri, zooloji, coğrafya ve botanik gibi derslerin de verildiği bir eğitim merkezidir. Avrupa’nın ilk üniversitesi olma özelliği taşıyan bu okul, yaklaşık 900 yıl ayakta kalmıştır.
Platon’a göre, evren, duyularla kavrayabildiğimiz “nesneler evreni” ve akıl yoluyla kavrayabildiğimiz “idealar evreni” olarak ikiye ayrılır. Gerçek evrenin idealar evreni olduğunu söyleyen Platon, nesneler evrenini, idealar evreninin gölgesi olarak görmektedir. İdealar evreninde her varlığın tek bir ideası (formu) var iken, nesneler evreninde onun çeşitli şekillerde bozulmuş yüzlerce kopyası mevcuttur. Platon, ideaların yalnızca nesnelerin düşüncesi olduğunu söylemez. Aynı zamanda nesnesel karşılığı olmayan idealar da vardır: Adalet, eşitlik vb. gibi…
Platon, akıl yürüterek tek bir sonuca ulaşılabileceğini savunur; maddi dünyadan ayrı bir idealar dünyası olmalıdır. Bu idealar dünyası, insan duyularıyla değil, akıl yoluyla algılanabilir bir dünyadır. İdealar dünyasının gerçek dünyamız olduğunu, çevremizdeki dünyanın da bunu model alan bir yer olduğunu iddia eder. Kavramların, düşüncelerin yani ideaların gerçek varlıklar olduğunu ileri süren ve idealist bir felsefeye sahip olan Platon, teorisini “Mağara Alegorisi” ile anlatmaya çalışır ve insanların doğdukları günden itibaren bir mağarada hapsedildiklerini hayal etmemizi söyler: “Bu mağarada karanlıkta arka duvara bakacak şekilde bağlanmışlardır. Sadece önlerindekileri görürler. Mahkumların arkasında canlı bir ateş yanmakta ve karşılarındaki duvara gölgesi aksetmektedir. Ayrıca mahkumların arasında insanların yürüdükleri ve bazen çeşitli nesnelerin bulunduğu yüksek bir duvar vardır ve bunların gölgeleri duvara yansımaktadır. Bu gölgeler, mahkumların dünya hakkında bildikleri tek şeydir; nesneler hakkında hiçbir kavramları yoktur. Eğer mahkumlardan biri bağlarını çözüp arkasına bakacak olsa, nesnelerin kendilerini görebilecektir. Ancak bir ömür süren mahkumiyetten sonra kafası karışmış, ateşten gözleri kamaşmış olacağından, en iyi ihtimalle duvara ve bildiği tek gerçekliğe geri dönecektir.”[1]
Platon’un “Mağara Alegorisi”
Platon, duyularımızla algıladığımız her şeyin mağara duvarındaki gölgelere benzediğini söyler. Duyularımızla algıladığımız şeylerin, gerçeğin kusurlu gölgeleri olduğunu ileri sürer ve bu şeyler hakkında gerçek bilgiye ulaşamayacağımızı iddia eder. Asıl bilgiye yanıltıcı duyularımızla değil, ideaları inceleyerek akıl aracılığıyla ulaşabiliriz. Platon’a göre, filozof, mağaranın dışarısına kadar gidebilen ve gerçek dünyayı keşfedebilen kişidir. Ona göre, filozofun işi, ideaları keşfetmektir. Platon, büyük entelektüel birikimini aktardığı en ünlü eseri olan “Devlet” kitabında, yöneticilerin, ideaları keşfedebilen filozoflar ya da onların seçtiği kişilerden oluşması gerektiğini savunur. Çünkü Platon’a göre, ancak gerçek bir filozof, dünyanın gerçek yapısını ve ahlaki değerler gerçeğini kavrayabilir ve insanı iyi yaşam amacına ulaştırır.
Platon’un bu bağlamda bahsettiği “iyi yaşam”, maddi refaha ulaşmak değil, bilgelik, dindarlık ve herşeyden önce adalet gibi temel erdemlere göre yaşamak demektir. Devletin amacı da işte bu erdemleri desteklemektir. Ancak onun görüşüne göre, henüz bu amacı gerçekleştirebilecek bir siyasi sistem yoktur. Hocası Sokrates’in yargılanması ve mahkumiyeti, Platon’un Atina’nın demokratik sisteminin erdemlerinden şüphe duymasına yol açmıştır. Platon’a göre, yöneticilerin görevi, halkın iyi bir yaşam sürmesini sağlamaktır ve iyi bir yaşamın ne olduğunu bilmek, entelektüel birikimle birlikte etik ve ahlak bilgisi gerektirir. İşte Platon’a göre, bu birikim ve bilginin bulunduğu ve iyi yaşamın anlamını bilen tek bir insan türü mevcuttur: “Filozoflar”. Ona göre, siyasi güç sadece filozoflara tanınmalıdır. Sadece onlar para ve şereften daha yüce erdemleri kabul etmişler ve yaşamlarını iyi yaşama ulaşma yolunda adamışlardır. Bu nedenle, Platon’un sisteminde ideal yöneticiler Filozof Krallardır.
Platon, insanların bir arada yaşamalarının, hayatlarını devam ettirmek için gerek duydukları ihtiyaçlardan ve işbölümünden kaynaklandığını savunur. Toplumu yaratan şeyin “işbölümü” olduğunu söyleyen Platon, insanların yaratılıştan itibaren farklı işlere eğilimli olduklarını ileri sürer. Toplumdaki her insan doğuştan eğilimli olduğu işi yapmalıdır. Aynı zamanda o işle sürekli uğraşarak, bu alanda uzmanlaşması da gerekmektedir. Böylelikle, Platon’un işbölümünden yola çıkarak katı sınıflı ve eşitliksiz bir toplum yapısını savunduğunu söyleyebiliriz.
“Filozof Kralların” yönetici olması gerektiğini savunan Platon, bu düşüncesinin ütopik bir bakış açısına sahip olduğunu kabul ederek, yönetici olacak kişilerin en azından bu mizaca uygun bir şekilde eğitilmeleri gerektiğini savunmaktadır. Kralların, yani yöneticilerin iyi derecede felsefe bilmesi gerektiğini ileri süren Platon, her vatandaşın da bu birikime erişebilecek yetenekte olmadığını savunur: “Öyleyse, eğer bir devlet, doğal ilkeler üzerine kurulursa, en küçük parçada yerleşik olan bilgiden dolayı, liderliği ele alan ve geri kalanları yöneten birisi, bir bütün olarak bilgeliğe sahip olacaktır. Sadece bu tür bir bilgi, bilgelik adını hak eder ve ona sahip olma ayrıcalığına sahip bir sınıfın, bütün hepsinin en küçüğü olması gerektiği, doğanın kuralı olarak görünüyor. Bu, biz savaşacak kişileri seçip onların zihinlerini ve bedenlerini eğittiğimizde, en iyisini elde etmeye çalıştığımız sonucunu resmeder… Öyle ki, hem doğru mizaç, hem de doğru eğitime sahip olmasına dayanarak, onların, nelerden korkulması gerektiği ve diğer bütün konularla ilgili kanaatleri, silinmez bir biçimde değişmezdir… Bizim kurumlarımızla uyumlu olarak, değişmez bir şekilde korkulması ve korkulmaması gereken şeyler hakkında doğru hükümlerini muhafaza eden böyle bir gücü, ben cesaret olarak adlandırıyorum… Şimdi görünüyor ki, devletimizin bu koruyucularının… kunduracıların, çiftçilerin ve diğer zanaatkarın hayatından daha iyi ve daha onurlu bir hayatı olacak.”[2]
Platon’un sınıflı toplum anlayışında 3 belirgin sınıf ortaya çıkmaktadır. Bunlar; besleyiciler (yani kafaları çalışmayan ve bedenleri ile üretim yapanlar), koruyucular (askerler) ve yöneticiler (koruyucular içinden seçilen bir grup) olarak sıralanmıştır. Toplumu 3 farklı sınıfa ayıran ve bu sınıflara, bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve adalet gibi farklı erdemler atfeden Platon, bu 3 sınıf arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceği ve konumları hakkında “Devlet” kitabında ipuçları verir: “Filozof Kral ya da önder denilenler gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, kesin bir kanunla herkese yalnız kendi yapacağı iş verilmedikçe, devletlerin başı dertten kurtulmaz ve insanoğlu da bunu yapamadıkça tasarlanan devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğru olamaz.”[3]
Platon, ideal devlette, toplumun yöneticilerine, toplum yararına olan bazı yararlı yalanlar söyleme hakkı tanımaktadır. Bu yalanlardan biri, halkın böylesine sınıflı bir toplum düzenine karşı çıkmasını engellemek için anlatacakları “metaller mitosu” dur. Yöneticilerin halkı şu mitosa inandırmalarını ister: “Bu toplumun birer parçası olan sizler, birbirilerinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızda önder (yönetici) olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar, bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı (Koruyucu) olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçilerin ve öteki işçilerin (besleyicilerin) mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aranızda bir hamur (maya) birliği olduğuna göre, sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyecektir.”[4]
Böylelikle, işbölümü ve doğuştan kalıtımsal farklılıklara dayandırdığı sınıflı bir toplum yapısı ortaya koyan Platon, arada doğuştan farklı sınıflara mensup çocuklar dünyaya geldiği takdirde, bu çocukların mayalarına uygun sınıflara yerleştirilmeleri gerektiğini söylemektedir. Toplum içerisinde tahayyül ettiği sınıflar arasındaki konumun ve ilişkinin bozulmasının, devlet için yıkıcı bir unsur oluşturacağını savunan Platon, bunun en büyük adaletsizlik olacağını ifade etmektedir: “Bir devlette yıkıcı olan şey, bu üç sınıfın birbirinin işine karışması, görevlerini değiştirmesidir. Buna da haklı olarak en büyük suç diyebiliriz. Bu, devlete karşı işlenen en büyük suçtur, adaletsizliktir. Her sınıfın insanının yalnız, kendi işlerine bakıp, kendi işleriyle uğraşması ise adalettir”[5]
Platon’un siyasi düşünceleri, kendinden sonra gelen düşünürler tarafından oldukça “otoriter” ve “elitist” bulunmuştur. Demokrasi fikri üzerine yoğunlaşan modern dünyanın düşünürleri tarafından totaliter bir devlet yapısını savunmakla suçlanmış olmasına rağmen, son zamanlarda, Filozof Krallarla ilgili görüşleri siyasi düşünürlerin gözünde yeniden değer kazanmaktadır.
Mehmet İMAL
DİPNOTLAR
[1] Felsefe Kitabı (The Philosophy Book), Emel Lakşe (çev.), İstanbul, Alfa Yayınları, 4. Basım, 2015, ss. 53-54.
[2] Donald G. Tannenbaum & David Schultz, Siyasi Düşünce Tarihi: Filozoflar ve Fikirleri, Fatih Demirci (çev.), Ankara: Adres Yayınları, 9. Baskı, 2015, s. 65.
[3] Platon, Devlet, Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz (çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 25. Basım, 2013, s. 182.
[4] A.g.e., s. 111.
[5] A.g.e., s. 133.