19 Ekim 2012 tarihinde Beyrut’un merkezinde yer alan ve Maruni Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı Eşrefiye Semti’nde meydana gelen patlama, Lübnan merkezli bölgesel mücadelenin yeniden tempo kazandığını gösteriyor. Zira saldırıda ölen 8 isimden biri olan Lübnan Güvenlik Teşkilatı İç İstihbarat Birimi Direktörü olan Wissem El Hasan, Suriye karşıtı tutumuyla bilinen ve bu yönüyle sivrilen bir isimdi. 2005’te düzenlenen suikast sonucu yaşamını yitiren Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye olan yakınlığı ile tanınan El Hassan’ın da Hariri ile aynı kaderi paylaşması, Suriye Krizi’nin gölgesinde ciddi bir bölgesel güç mücadelenin yaşandığı Lübnan’ın geleceğine ilişkin birtakım öngörülerde bulunmamızı gerekli kılmaktadır.
Siyasal sistemi dinsel/mezhepsel ayrımlara dayalı olarak şekillendirildiği için her daim kaotik bir görünüm arz eden Lübnan, El Hasan suikastı sonrası toplumsal ayrım çizgilerinden beslenen çok derin bir gerginliğe sahne olmaktadır. Üstelik bu gerginliğin arkasındaki en önemli dayanak noktası da Suriye Krizi’dir. Suikast sonucu katledilen İç İstihbarat Direktörü Wissem El Hasan, Refik Hariri suikastini soruşturan ve bu soruşturma sonucunda Suriye-Hizbullah ikilisini suçlu olarak gösteren bir isimdi. El Hasan, aynı zamanda Suriye’ye olan yakınlığıyla bilinen Lübnan Ordu İstihbat Servisi ile de çok ciddi problemler yaşamaktaydı ve bu nedenle iç güvenlik anlamında Lübnan’da çift başlı bir yapı oluşmuştu. Wissem El Hasan, Sünni kökenli bir isim olarak Saad Hariri’nin liderliğini yaptığı ve Maruniler (Falanj ve Lübnan Cephesi) ile Sünni çoğunluğa dayalı partilerden oluşan Batı yanlısı 14 Mart Hareketi’nin en önemli destekçilerinden biri olarak biliniyordu. Bu durum, Suriye-İran ikilisine daha yakın duran iktidar koalisyonu 8 Mart Hareketi’nce de sürekli olarak sorgulanmaktaydı. Öyle ki, Wissem El Hasan’ın, iktidar ortağı olan Hizbullah mensupları ve Suriye yanlısı tutumlarıyla tanınan Michel Aoun’un Özgür Vatansever Hareketi ile Şiilerce desteklenen Emel Hareketi’ne karşı takındığı şüpheci ve düşmanca tutum sürekli olarak gündeme getirilmekteydi. Wissem El Hasan’ın Enformasyon eski bakanı Michel Samaha’yı, Suriye İstihbarat Şefi Ali Memluk’tan aldığı patlayıcıları ülkeye sokmakla ve bu yolla ülkede karışıklık çıkarmakla suçlayıp tutuklatması, iktidarda yer alan 8 Mart Koalisyonu’nun büyük tepkisini çekmişti.
İktidarda yer alan 8 Mart Koalisyonu’nun kurduğu hükümette Sünni kökenli milyarder bir işadamı olan Necip Mikati başbakanlık koltuğunda oturuyor olsa da bu koalisyonun esasen Suriye yanlısı tutumlarıyla tanınan partileri bünyesinde topladığı bilinmektedir. Zaten Necip Mikati’nin başbakanlık koltuğunda oturmasının en önemli nedeni, Lübnan başbakanının Sünni asıllı olması gerekliliğidir. Bu koalisyonda Suriye yanlısı Maruni lider Michel Aoun’un Özgür Vatansever Hareketi ile Şiilere hitap eden Hizbullah ve Emel yer almaktadırlar. Velid Canbolad’ın liderliğini yaptığı ve Dürzilerce desteklenen İlerici Sosyalist Parti de 8 Mart Koalisyonu’nda yer alıyor olsa da, Suriye’deki kriz ekseninde Canbolad’ın muhaliflere destek vermeye başladığını ve bu nedenle de 8 Mart Hareketi’nden ayrılma yanlısı olduğunu biliyoruz. 14 Mart Koalisyonu ise, Batı yanlısı bir tutum sergilemekte ve Suriye-İran karşıtlığında birleşmektedir. ABD, AB, Suudi Arabistan, Türkiye, Ürdün ve Katar ile çok yakın bağlara sahip olan bu koalisyon Esad rejiminin düşürülebilmesi noktasında Suriye muhalefetine ciddi bir destek sunmaktadır. İşte geçtiğimiz günlerde katledilen Wissem El Hasan da bu bloğa yakın duran bir isimdi ve bu yönüyle Lübnan içerisinde Hizbullah; Lübnan toprakları dışında da Suriye ile İran’ın tepkisini toplamaktaydı.
Bu yönüyle değerlendirildiğinde Suriye ve İran’ın lojistik ve askeri desteği aracılığıyla Hizbullah’ın bu suikastı gerçekleştirmiş olabileceği söylenebilir. Zira Hizbullah’ın bu suikastı gerçekleştirmek yönünde yeterli sebebi ve kapasitesi bulunmaktadır. El Hasan’ın öldürülmesi, Hizbullah militanları ve politikalarının önündeki önemli bir engeli ortadan kaldıracak, Suriye yanlısı olarak bilinen Lübnan Ordu İstihbarat Teşkilatı yeniden ağırlık kazanacak ve İran-Suriye-Hizbullah bağlantısı daha da güçlendirilebilecekti. Suikastın Maruni mahallesinde Falanj Karargahı’na 200 metre mesafede gerçekleştirilmesi bir mesaj olarak da algılanabilir. Zira 14 Mart Hareketi, esasen Sünni-Maruni ortaklığına dayalıdır ve Sünni kökenli olan El Hasan Maruni mahallesinde katledilmiştir. Peki El Hasan başkası ya da başkaları tarafından öldürülmüş olabilir mi? Hatırlanacağı gibi Refik Hariri suikastında da bu ihtimalin üzerinde fazlaca durulmamış ve sorumluluk tamamıyla Suriye’ye ve Hizbullah’a yüklenmiştir. Halbuki bu suikast sonucunda Suriye Ordusu Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmış ve Suriye-Hizbullah bağlantısı da zayıflamıştır. Yani Hariri suikastı Suriye’nin değil, Batılı ülkelerin, Lübnan’da Şii kaidesine dayalı Hizbullah’ın güçlenmesini istemeyen Suudi Arabistan’ın ve gerek Hizbullah’ın gerekse de Suriye’nin Lübnan’dan soyutlanmasını isteyen İsrail’in işine yaramıştır. Wissem El Hasan suikastı da bu bağlamda değerlendirilebilir. Zira bu suikast neticesinde Esad Yönetimi, Hizbullah, İran ve onlara siyasal destek veren Rusya gibi aktörler birer zanlı konumuna indirgenirken, Lübnan toplumu da mağdur olarak gösterilen 14 Mart Koalisyonu’na destek verme noktasına getirilmiştir. Wissem El Hasan Sünni kökenli olduğu için, tüm Sünniler tek bir adreste, Saad Hariri’nin bayrağı altına girmeye doğru itilirken, iktidardaki 8 Mart Hareketi’nden uzaklaşan Dürziler de Velid Canbolad eliyle Sünniler ve Maruniler (Falanj ve Lübnan Cephesi)’in oluşturduğu ittifaka doğru yaklaşmışlardır. Yani El Hasan’ın ölümüyle Suriye yanlısı Lübnan Hükümeti çökme noktasına getirilmiş ve din/mezhep tabanlı bir siyasal yapılanmaya sahip olan Lübnan toplumu istenilen noktaya doğru kanalize olmaya başlamıştır. Kurgulanan proje aracılığıyla, Sünniler, Hıristiyanlar ve Dürzilerin bir araya getirilmeleri ve İran-Suriye yanlısı olduğuna inanılan Şiilerin dışarıda tutulması amaçlanmış olabilir.
Wissem El Hasan suikastı, bir ülkenin kaderiyle nasıl oynanabileceğini ve bölgesel dengelerin nasıl şekillendirildiğini gösteren basit bir örnektir. Bu noktada üzerinde durulması gereken asıl husus, görünen gerçeklerle perdenin arkasında gizlenen unsurların bir arada ele alınması gerekliliğidir. Bu suikast, aynı zamanda Suriye’deki iç savaşın bölgeye yayılma ihtimalinin oldukça güçlü bir olasılık olduğunu ortaya koymuştur. Siyasetin dinsel/mezhepsel ayrımlar çerçevesinde meşrulaştırılmaya çalışıldığı Lübnan ise, Suriye’deki iç savaşın bölgeye yayılması neticesinde istikrarsızlaşabilecek/istikrarsızlaştırılabilecek en önemli ülkedir.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU