Soğuk Savaş’ın bitimini takip eden yıllarda, dünya siyasetinde büyük bir iyimserlik ön plandaydı. Küreselleşme kavramı herkesin dilindeydi. Teknoloji devrimi, küresel köy benzetmesi, sınırların ortadan kalktığı, herkesin ve her şeyin birbirine yaklaştığı savı dillerden düşmüyordu. Oysa aradan geçen 30 yılda, tek bir mekâna doğru küçülmesi beklenen dünya, sınırlara daha fazla tel örgü çekildiği, fakir ülkelerin vatandaşlarının vize duvarlarını aşamadığı, her gün yeni bir mülteci tekne kazasında hayatların yitip gittiği bir trajediye mahkum oldu. Dünya mülteci krizi ve ekonomik kriz konjonktürlerine paralel bir şekilde popülizm kılığına bürünmüş yeni faşizmin, yabancı düşmanlığı ve milliyetçiliğin kol gezdiği bir cehenneme dönüştü.
Önce uluslararası kamuoyunun karşı karşıya kaldığı tehlikelere işaret edelim. Ardından da korkunun umuda üstün geldiği bu yeni orta çağın Türkiye toplumuna etkileri üzerine birkaç şey söyleyebiliriz. Küreselleşmenin en büyük sorunu, neo-liberal iktisatla birlikte hayata geçmesi oldu. Geniş toplumsal kesimlerin aleyhine, emek karşıtı, sermaye yanlısı tek taraflı ekonomi politik milyarlarca insanı güvencesiz bir hayata mahkum etti. Bu ana gövdeye paralel bir şekilde sonuç doğuran finans kapital-üretim ekonomisi çelişkisi ile teknoloji devriminin işsizliği kronikleştiren sonuçları toplumsal hayat üzerindeki ekonomi baskısını daha da arttırdı. Neredeyse bütün büyük ekonomilerde sıradan bir vatandaşın karşısındaki tablo aşağı yukarı aynı: İşsizlik, güvencesiz yaşam ve yüksek hane halkı borcu… Böyle bir ortamda insanlar geleceğe umut ve güvenle bakabilir mi?
Toplum içi adaletsizliği tamamlayan bir toplumlararası adaletsizlik meselesiyle karşı karşıyayız. Latin Amerika, Afrika ve Suriye’den milyonlarca insan zengin Kuzey’e ulaşmaya çalışıyor. Sınırlara örülen duvarlar, geri kabul anlaşmaları, yabancı düşmanı yasalar ve siyasi partiler Batı dünyasının gelen mülteci kitlesi karşısında geliştirdiği çaresiz karşı hamlelerden sadece birkaçı. Neden çaresizce? Çünkü küresel adaletsizlik düzeni bitmediği müddetçe mülteci sorunuyla baş etmek imkânsız. Mülteciler neden değil, sonuç. Onları evleri ve yurtlarından eden asıl sorun yaşadıkları toplumun sosyal-ekonomik istikrarsızlığı. Ama henüz o aşamada değiliz. Dünyadaki kronik adaletsizlik sorununu çözmek yerine, aşırı milliyetçi akımlara sempati besleyip mültecileri kurbana dönüştüren yeni faşist dile teslim olmak daha kolay.
Türkiye’deki yabancı düşmanı çizgi ise yükselen milliyetçiliğin iki popüler motivasyon unsurundan biri. Biz de geleneksel olarak milliyetçi siyaset ayrılıkçı Kürt hareketine karşı bir pozisyonda kendini var etmiştir. Bu bağlamda, PKK terör örgütü ile HDP’nin siyasi söylemi Türk milliyetçilerinin öncelikli hedefindeki hususlara karşılık gelir. Ancak bu ana akım söylemin son zamanlarda çeşitlendiğine tanıklık etmekteyiz. Yeni milliyetçilik, Suriyeli göçmenleri tartışmanın merkezine çekmekte. Artan mülteci nüfusunun ülke için toplumsal bir bozulmayı beraberinde getirdiği savı sıklıkla savunuluyor. Demografik yapının değişmesi ve Araplaşma dikkat çekilen başlıca sorunlar arasında. Mayıs seçimleri bağlamında bu yeni milliyetçiliğin Oğan-Özdağ ikilisi çevresinde toplanan 2.5 milyon seçmende karşılık bulduğu söylenebilir. Yeni milliyetçilik, ana akım iktidar ve muhalefet bloklarının dışında konumlanmış durumda. Bu bir bakıma iyi. Yeni milliyetçi düşünme biçimi toplumun büyük çoğunluğunu etkileyemiyor. Ancak iktidar ile muhalefet arasındaki yarışın bir siyasi ölüm kalım mücadelesi gibi işlediği dikkate alındığında yabancı düşmanı yeni milliyetçiliğe hem iktidar, hem de muhalefetin hoşgörüyle yaklaşması kaçınılmaz hale gelmekte. İki seçim arası konjonktürde iktidarın Sinan Oğan, muhalefetin ise Ümit Özdağ’la anlaşması bu nedenle hiç de şaşırtıcı değil.
Peki, bu işin sonu nereye varır? Küreselleşme için yeni bir paradigmaya ihtiyaç var. Ayrıca mültecilik, iklim krizi ve salgın hastalık gibi konu başlıklarında tüm insanlığa hitap edecek merkezi bir dünya siyaseti kurma ihtiyacı yüzleşmemiz gereken temel meselelerin başında geliyor. Bu hususta kalıcı bir ilerleme sağlanana kadar dünyada ve Türkiye’de yabancı düşmanlığıyla kol kola bir milliyetçilik yükselen siyasi değer olmaya devam edecek.
Doç. Dr. Armağan ÖZTÜRK