Mezhepsel ve etnik kimliklerin dökülen kan ekseninde güvenlikleştirmeye uğradığı ve tarihsel bir boyuta haiz olan bu toplumsal güvenlikleştirme neticesinde üst (ulusal) kimliğin süreklilik arz eden bir meşruiyet krizine tutulmuş olduğu Irak, bugünlerde ciddi bir toplumsal/siyasal çöküntü içerisine girmiş durumdadır. ABD İşgali sonrasında Irak’ta federal bir yönetim anlayışı oluşturulmak istenmiştir. Ancak bu anlayış ölü doğmuştur da denilebilir. Erbil merkezli olarak kurgulanmış ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi adını taşıyan federe birim, oluşturulması planlanan federal yapı çerçevesinde “etnik” kimliğe dayalı olarak kurgulanacak tek yönetsel yapıydı. Diğer birimler ise etnik ya da mezhepsel kimlikten çok ekonomik, sosyal ve yönetimsel gerçeklere dayalı olarak oluşturulacaktı. Ne var ki, Erbil dışındaki federe birimler henüz oluşturulabilmiş değildir. Kürt kimliğine dayalı olarak ortaya çıkmış ve anayasal bir meşruiyete de haiz olan Irak Kürdistan’ı ise, Maliki’nin liderliğini yaptığı Irak merkezi yönetimi ile yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle “de facto” bağımsız bir görünüm kazanmıştır. Özellikle Türkiye ile geliştirmeye çalıştığı ekonomik ve siyasal müttefiklik ilişkisi nedeniyle Maliki Yönetimi tarafından eleştirilen Bölgesel Kürt Yönetimi, Irak’taki toplumsal/siyasal kaosun etnik kimliğe dayalı yönünü yansıtmaktadır. Irak Anayasası’nda yer alan 140. maddeyi işleterek Kerkük ve çevresini “referandum” yoluyla kendisine bağlamak isteyen Bölgesel Kürt Yönetimi, bu konuda gerek Maliki Yönetimi ile gerekse de Araplar ve Türkmenler ile çatışma içerisindedir. Türkiye ile imzalanan enerji antlaşmaları ve merkezi yönetim ile Kürt Yönetimi arasındaki enerji paylaşımı mücadelesi de Maliki Yönetimi ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki gerginliği arttırmaktadır. Bu gerginlik, an itibarıyla Kerkük ve çevresinde birbirlerine karşı mevzilenmiş olan Peşmerge Ordusu ile Maliki’ye bağlı Dicle Operasyonlar Komutanlığı askerlerinin varlığı çerçevesinde anlamlandırılabilir.
Toplumsal çatışmanın bir diğer yönünü ise mezhep çatışması oluşturmaktadır. Bilindiği gibi Irak nüfusunun % 60’tan fazlasını Şiiler oluşturmaktadır. Şiiler, aralarında yaşanan bölünmelere karşın Irak siyasetinin en önemli parçasını oluşturmaktadır. Başbakan Nuri El Maliki de Şiilerin en önemli siyasal figürlerinden biridir. Onun liderliğini yaptığı Kanun Devleti Koalisyonu, Şiilerin en önemli temsilcisidir ve toplumsal kapsayıcılığı oldukça yüksektir. Mukteda Es Sadr ise Şiilerin bir diğer lideri olarak bilinmektedir. Nuri Maliki ile Mukteda Es Sadr arasında da kişisel bir çatışma bulunmaktadır. Zaten Es Sadr’ın, son olaylar ve katliamlar nezdinde Sünniler lehinde bir duruş sergilemesinin en önemli nedeni de Maliki ile yaşadığı rekabettir.
Sünniler ise Irak nüfusunun % 20 kadarını oluşturmaktadır ve bugün itibarıyla genel olarak Bağdat ve çevresi ile Musul, El-Anbar, Kerkük, Felluce, Ramadi gibi kentlerde yaşamaktadırlar. Sünni Araplar, kendisi de bir Sünni olan Saddam dönemindeki etkinliklerine asla kavuşamayacaklarını bilmektedirler. Ancak Maliki Yönetimi’nin dikta rejimlerine öykünen anlayışı Sünni Arapları olumsuz yönde etkilemekte ve onlar da, tıpkı Kürtlerin yaptığı gibi, Irak Merkezi Yönetimi’nden bağımsız olarak hareket edebilmenin peşindedirler. Iraklı Türkmenler ise Sünnilik ve Şiilik ekseninde bölündükleri için ciddi bir toplumsal etkinlik gösterememektedirler. Yoğun olarak yaşadıkları Kerkük ve çevresi ise Maliki Yönetimi ile Kürtler arasında bir çatışma bölgesi haline geldiği için seslerini duyurmakta güçlük çekmektedirler.
Nuri El Maliki, Şii mezhebini Iraklılık üst kimliğinin en önemli parçası olarak güvenlikleştirmeyi arzulamaktadır. Tıpkı Esad Suriye’sinin Nusayriler eliyle gerçekleştirdiği gibi; hükümet, parlamento, ordu, istihbarat ve ekonomide Şii üstünlüğünü yansıtacak bir yapı kurabilmek ve Sünniler ile Kürtleri birer “çevresel aktör” konumuna indirgeyerek siyasal etkinliklerini azaltmak da Maliki’nin siyasal anlayışının bir parçasıdır. Bu noktada Maliki’nin en önemli destekçisi ise, kendisini “Şiilerin koruyucusu” olarak gören İran olmuştur. Nitekim yaklaşık 200’den fazla kişinin hayatına mal olan son katliamlarda Sünnilerin nefretlerini yönelttikleri birinci aktör Maliki, ikincisiyse İran lideri Mahmud Ahmedinecad olmuştur.
Aslında Irak’taki gelişmeleri bölgesel dengelerden izole ederek değerlendiremeyiz. Arap Baharı ve Suriye Krizi sonrasında Ortadoğu’nun kuzeyinde birbirine rakip iki blok belirmiştir. Bu bloklardan birincisi, Rusya’nın dışarıdan (özellikle BM nezdinde) destek verdiği ve İran’ın liderliğini yaptığı, içerisinde Esad Yönetimi, Hizbullah ve Maliki Yönetimi’nin bulunduğu ve “Şii Hilali” olarak da adlandırılan bloktur. Bu bloğun lideri olan İran’ın amacı, özellikle Suriye, Lübnan ve Irak’taki toplumsal/siyasal karmaşanın arttırılmasını sağlayarak, nükleer programı dolayısıyla kendi üzerinde yaratılan baskıyı dağıtabilmektir. Rusya ise, ABD’nin sistemsel hegemonyasına zarar verdiği ve çok kutuplu anlayışı özendirdiği için bu bloğa destek olmaktadır. İkinci blok ise, ABD tarafından oluşturulmaya çalışılmaktadır ve Türkiye ile İsrail’i yeniden aynı paydada birleştiren bir niteliğe sahiptir. İsrail’in “Mavi Marmara Krizi”ni bitiren özrünü, Obama’nın İsrail ziyaretini ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin son dönemde Ankara’ya gerçekleştirdiği ziyaretleri bu eksende ele almalıyız. Bu mekik diplomasisi çerçevesinde Türkiye ile İsrail aynı paydada buluşturulmaya çalışılmaktadır. Aynı diplomasi Türkiye ile Kürtler arasında da işletilmektedir. Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki müttefiklik ilişkilerinin stratejik boyutunu ve Türkiye’de başlatılan “çözüm sürecini” Ortadoğu’daki bölgesel dengelerden ayrı düşünemeyiz. Nitekim Türkiye’deki çözüm süreci başarıya ulaştığı noktada hem Türkiye ile Kürtler arasındaki çatışma sona erecek hem de Kürtlerin kendi aralarındaki (PKK/KCK ile Barzani-Talabani arasındaki) anlaşmazlık sona erecektir. Zira bu anlaşmazlığı yaratan temel unsur Türkiye ile olan ilişkiler olmuştur. Kürtlerin Türkiye’ye entegre olması, Suriye’deki Kürtlerin de Esad karşıtlığı ekseninde ABD’nin yaratmayı arzuladığı bloğa katılmasını sağlayacaktır. Bugünkü görünüm itibarıyla ikinci blok Türkiye-Kürtler-Sünni Araplar-İsrail arasında oluşturulmaya çalışılmaktadır. Birbirleriyle çok ciddi sorunları olsa da bu aktörleri birbirleriyle müttefiklik ilişkisi kurmaya iten çok ciddi nedenler bulunmaktadır.
Irak’ta görülen ve etnik/mezhepsel dayanakları bulunan katliamlar, bu ülkede ulusal kimliğin hiçbir kapsayıcılığa sahip olmadığını ve toplumsal ayrım çizgilerinin kanla çizildiği bu ülkenin her an geniş çaplı bir iç savaşa sürüklenebileceğini, hatta parçalanabileceğini kanıtlamaktadır. Suriye Krizi ve İran’ın nükleer programına ilişkin kriz çerçevesinde belirginleşen bölgesel ittifakların mücadelelerinin Irak topraklarında süregeliyor oluşu, bu ülkenin daha şiddetli bir toplumsal çatışmanın eşiğinde olduğunu da göstermektedir. Bu nedenle, yaşanan istifalar ve tırmanan toplumsal gerginlik ve ortaya konan protesto gösterileri sonrasında etkinliği ve kapsayıcılığı tamamıyla ortadan kalkan Maliki liderliğindeki Irak merkezi hükümetinin, ülkenin orta ve kuzey kesimlerinde yoğunlaşan kanlı eylemleri ve çatışmaları durdurması beklenmemelidir.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU