SURİYE ÇIKMAZI VE SATRANÇ TAHTASI

upa-admin 25 Şubat 2013 3.425 Okunma 0
SURİYE ÇIKMAZI VE SATRANÇ TAHTASI

Suriye Coğrafyası ve Bileşenleri

Sultan Alparslan, Batı Hunlu ataları Kursık ve Basık isimli iki komutan gibi Erzurum üzerinden Malatya’ya yürümüştü.1059’da Sivas ve Malatya zaten ele geçirilmişti.1064’te Kars,1067’ye gelindiğinde ise Kayseri, Niksar ve Konya fethedilmişti. Hatta öyle ki,  Afşin Bey komutasındaki atlılar 1068 yılında Anadolu’yu geçerek İstanbul Boğazı’na kadar gelebilmişlerdi. 26 Ağustos 1071 günü Malazgirt’te alınan zaferin amacı, günümüzde sanılanın aksine Küçük Asya Anadolu’nun kilidini değil, zengin Suriye coğrafyasına ve sonrasında ise hem maddi olarak varlıklı, hem de Nil deltası boyunca uzanan tarımsal ve tarihi zenginlikleri olan Mısır coğrafyasına açılmaktı. İlerleyen yıllarda bu coğrafya,  İslami ve özellikle de Türk hükümdarlarının yönettiği devletlerinin varlığıyla yapısal olarak bütünleşti.

Suriye, coğrafi açıdan bakıldığında, Mısır medeniyet coğrafyasının bir parçasıdır. Suriye coğrafyasını günümüz Suriye devleti toprakları olarak kabul edemeyiz. Öyle ki, Suriye coğrafyası bugünkü Ürdün, Lübnan, İsrail ve Filistin topraklarının da önemli bir kısmını içerirdi. Suriye ismi bu nedenden dolayı sadece bir devleti değil, bir coğrafyayı da temsil etmektedir. Bugünün meselelerini anlamak için tarihe baktığımızda,  burada Mezopotamya medeniyetlerinin, özellikle de eski İran devletlerinin buradaki hâkimiyetini de gözden kaçırmamak gerekir. Büyük İskender’in bölgeyi işgaliyle birlikte,  Antakya coğrafyasıyla Suriye coğrafyası kesin olarak birbirinden ayrıldı. Tarihi akışı da incelediğimizde,  Antakya’nın Suriye coğrafyasıyla her ne kadar koparılamaz derin bir bağı olsa da, bu coğrafyaların birbirlerinden farklı özellikler taşıdıklarını görürüz. Suriye coğrafyası; Asya, Afrika ve Avrupa’nın ama özelde Mezopotamya, Mısır ve Anadolu etkisiyle oluşan bir bölgedir. Coğrafi bütünlüğe vurgu yapılırsa; Suriye’deki Ensariye Dağları ile bugünkü Türkiye’deki Nur Dağları, bir silsileyle iki coğrafyayı birbirine kavuştururlarken, Golan platosuyla da, Mısır ve kadim Filistin coğrafyası birleşirler.

Suriye geçiş bölgesi olması dolayısıyla, birçok farklı dini, dili, mezhebi, ırkı hatta klanları kucaklayan ve harman edebilen bir medeni birikime sahiptir. Günümüz koşullarını  ve Suriye devletindeki bakış açılarını anlamak için, bu unsurları tek tek ve bütün olarak tanımak ve değerlendirmek gerekir. Örneğin, “Burada binlerce yıldır varlığını sürdüren Hıristiyanlar vardır” deriz. Bu Hıristiyanlar bugün nüfusun yaklaşık olarak yüzde 15’ini oluştururlar ve birçok noktada ortak fikir içerisindedirler. Lakin bakış açılarında bazı değerlendirme farklılıkları bulunmaktadır. Bu tip farklılıklar sadece yakın tarihte değil, yüzyıllar öncesine dayanan bakış açısı ve değerlendirme farklılıklarıdır. Burada, Süryanice -her ne kadar aynı da olsalar, farklılıklar da teşkil etse-,  Aramice (Suriye ülkesinin eski adı olan Aram sözcüğüne izafeten adlandırılmıştır) ve Arapça konuşan Süryaniler ve Keldaniler, yani Nasturi Hıristiyanları, Katolik Marunîler ve tehcir sonrası bölgeye yoğunlukla yerleşen Ermeniler vardır. Keldani ve Süryani topluluklar, Bizans Ortodoks öğretilerini reddederler. En az bu topluluklar kadar burada varlıklarını sürdüren diğer kadim topluluklardan bir tanesi de Yahudilerdir. Her ne kadar İsrail devletinin kurulmasıyla ve Arap ve İslami milliyetçiliklerin yükselmesiyle  nüfusları azalsa da, burada varlıklarını sürdüren Yahudi topluluklar bulunur. Burada klasik Yahudi öğretilerine bağlılıkları olanlar kadar, Tevrat’ı kabul edip, diğerlerini inkar eden Samanyalı Yahudiler de bulunur.

Biz her ne kadar Şii ve Sünni olarak değerlendirsek de,  bu değerlendirmede eksik kalan nokta  bu tanımlamaların buradaki Müslüman toplulukların kendilerini tanımlama şekillerini tam manasıyla kapsamamasıdır. Öyle ki,  Suriye’de Şiiler içerisinde; İsmaililik, Caferilik, Nusayrilik, Bektaşilik, Zeyidilik gibi birçok ekol bulunmaktadır. Sünniler içersinde ise,  dört fıkıh mezhebi genelinde ayrımlar olsa da, itikadi mezheplerden olan ve bugün, özellikle bazı Körfez ülkeleri tarafından desteklenerek her geçen gün etkisini arttıran Selefilik ve Vahabilik ekolleri de bulunmaktadır. Keza bugün yoğunlukla İsrail ve Suriye arasında sorunlu bir bölge olan Golan bölgesinde yaşayan ve nüfusu yaklaşık 20 milyon olan Suriye halkları içerisinde, 750.000’ini kapsayan Dürzi topluluklardaki birçok Dürzi, her ne kadar Şii mezhep kökenli gibi görünseler de, kendilerini Hanefi mezhebinden gören ve tek eşliliğe inanan bir grup olarak tanıtırlar. Kendilerince gnostik ve ezoterik düşüncelerden etkilenmişlerdir.

Her ne kadar bu ülkede temel olarak Arapça, Kürtçe ve Türkçe yoğun olarak konuşulsa da, veya İslam ülkenin en çoğunluklu üst kimliği olsa da, bahsettiğim gibi bu ülke tarihi/medeni, kültürel ve kimliksel olarak çok zengin olan farklılıklarını, birçok Arap ülkesinin aksine,  anane ve gelenekleri çok köklü ve sağlam olduğu bir toplum olarak,  güçlü temellere oturmuştur.  Ancak bu temeller üzerine inşa edilmiş siyasi kültür ve çeşitlilik, milletin kendisi kadar sağlam temelli olamamıştır. Bunu kavrayabilmek için biraz yüzeysel de olsa tarihe dönmek gerekir. Baktığımızda, 11. yüzyıldan itibaren Türk hükümdarlarının yönettiği devletler hep bu coğrafyada etkin olduktan sonra, 24 Ağustos 1516 yılında Yavuz Sultan Selim Han Halep’ten Suriye’ye girmiştir. Alparslan ve birçok hükümdar gibi, amaç Suriye üzerinden Mısır’ı almaktı. Bu muharebenin ardından,  22 Ocak 1517’de Ridaniye Muharebesi ile  Mısır Osmanlı Devleti’ne katılmıştı. Bir done olarak söylemek gerekirse, Suriye ve Mısır üzerinde yapılan bu savaşlar; kılıç, kalkan ve “Allah Allah” nidalarından öte,  modern hafif ateşli silahlar, toplar ve üst düzey askeri stratejilerin zaferiyle tamamlanabilmiştir. Dört asır süren Osmanlı egemenliği, yine 1918 yılında Halep’ten çekilinceye kadar devam etti (Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 22-23 Kasım 2004 tarihinde Suriye’de gerçekleştirdiği ve Türk dış politikasının özellikle de Ortadoğu’da proaktivize olacağının ilk belirtileri yine Halep ziyaretinde gözlenmiştir. Bu coğrafyanın giriş ve çıkış gişesinin Halep olduğunu sonunda Türkiye de kavramıştır). Bu dört asır, kısmen Suriye’nin kendi içerisindeki sulh yıllarıydı. 1920’den 1946’ya kadar 26 yıl süren Fransız egemenliğinden sonra,  kendi doğasının dışında küçülerek/küçültülerek bağımsızlığa kavuştu.

Fransız Egemenliği

Fransızlar tarafından Suriye coğrafyası içerisinde bulunan Lübnan, burada yoğunlukla yaşayan Katolik Marunilerin geleceğinden dolayı oluşan kaygıdan ötürü, Suriye’den siyasi sınırlar dahilinde ayrıldı. İsrailli bazı düşünürlere göre; Lübnan, Katolik Maruniler, Şii ve Sünni Müslümanlar ve Dürziler olarak bölünmeliydi. Yine aynı görüşe göre, günümüz Suriye’si de kuzeyde bir Alevi devleti, Kürt devleti, Şam ve Halep başkentli olmak üzere iki devlet daha olmak üzere dörde bölünmeliydi. Hatta birçok uluslararası düşünce kuruluşu gibi İsrail eski enerji bakanlarından Joseph Poritzki’ye göre  Musul-Hayfa petrol boru hatları için Suriye işgal edilmeliydi. 2005 yılında Washington Post ise, Suriye hükümetine karşı olarak Fransa-Amerika işbirliği yapılması şart diyordu. Ürdün de, Suriye coğrafyasından ve Filistin coğrafyasından koparılan bir başka bölgedir. Suriye’de olduğu gibi Ürdün’de de kalifiyeli Çerkez toplulukları görülür. Bu topluluklar, Fransız egemenliği döneminde de oldukça etkin rol aldılar. Ayrıca Fransızlar, Suriye Hıristiyanlarını, Suriye’nin Batı toplumlarıyla entegrasyonunu kolaylaştırıcı bir faktör olarak öne çıkarıyordu.

Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki paylaşımlarda, petrolün değerini İngilizlere göre daha az bilen Fransızlar, sınırlarını şekillendirdikleri Suriye’yi bir manda yönetim olarak gördüler. İngilizlerin, Hollandalıların ve hatta Belçikalıların aksine, emperyalist hedefler ve bu hedeflerin güvenliği açısından Fransızlar farklı düşünüyorlardı. Bu ülkeler gibi klasik sömürü düzenine sahip olsa da, bu düzen bu ülkelere kıyasla daha kabul edilebilir olmuştur. Bu ülkeler, sömürdükleri ülkelere neredeyse hiç yatırım götürmediler, lakin Fransızlar özellikle Batı eğitimi veren okullar, demiryolları, alt ve üst yapı gibi bazı yatırımlarda bulundular. Öyle ki, bu okullardan mezun olan gençler ilerleyen yıllarda Suriye’nin siyasi, iktisadi ve sosyal hayatının dinamizmine önemli katkılarda bulundular. Kurulan elit okullar sistemi oldukça merkeziyetçi ve pozitivist değerlere bağlı nesiller yetiştirme gaylesi içersindeydiler. Zamanımızdaki Esad ailesinin de mensubu olduğu Nusayriler yine Fransızların kurduğu Askeri Akademi’de yoğunlukla bulunuyorlardı. Nusayrilerin, genellikle kırsalda fakir kimseler olarak bulunmaları ve geleneksel olarak mücadeleci yapıya sahip olmaları, bu akademiye karşı duydukları ilginin bir nedeni kabul edilebilir. Suriye özeline bakıldığında çıkarılabilecek sonuç; Fransızların geçen 26 yılda yaptığı yatırımlardan daha fazlasını alamadan,  hedeflediği amaçlara tam manasıyla ulaşamayarak, başarısızlıkla bu ülkeden çekildiğidir.

Bağımsız Suriye Devleti

1946 yılında Suriye bağımsızlığına kavuştuğunda, bu ülkeyi ayakta tutabilecek devleti yönetebilme yetileri oldukça zayıftı. Osmanlı döneminden kalan vilayetçi yapı bu ülkenin tek siyasi dayanağı gibi görünüyordu. Uzun süre tek başına yaşayamayacağını düşünenler vardı. Öyle de oldu. Ülke daha 12.yaşına bile giremeden, yükselen Arap milliyetçiliğinin de etkisiyle  Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında çatı bir ülkede birleşti. Ancak Mısır’ın her konuda dayatmacı tutumu ve Suriye halkı ile Mısır halkının kaynaşma sürecinin sağlıklı bir ortamda gelişememesi sonucunda,  bu suni ülke 3 yıl sonra, 1961 yılında dağıldı.

En önemlisi,  1952 tarihinde gerçekleşen ve 1946-1970 yılları arasında gelişen darbeler süreci genç Suriye’yi derinden etkiliyordu. Ülke içinde sağ-sol ve İslamcı hareketler mevcuttu. Ülkenin yönetiminde her geçen gün farklı milliyetçi hareketler yükseliyordu. Suriye milliyetçiliği daha yeni gelişirken, zaten vuku bulmuş olan ve etkin durumdaki Arap milliyetçiliği de gücünü iyiden iyiye hissettiriyordu. 1940’lı yıllarda Arap Milliyetçisi çizgisinde bulunan Arap Diriliş Partisi ile Arap Sosyalist Partisi’nin birleşmesinden “Baas Partisi” meydana geldi. Baas, tüm Arapları sosyalizm altında birleştirmeyi hedefleyen,  milliyetçi ve solcu parti olarak çıktığı yolu 1970 yılı devrimiyle olgunlaştırarak Suriye’de iktidarı ele geçirdi. Tarihsel, kültürel ve sosyal yapıyla, siyasi sınırlarla ve en önemlisi akrabalık bağlarıyla derinden kader ortağı olduğu Türkiye, Lübnan ve Mısır gibi ülkelerle, 1977-82 yılları iç çatışmalarla kanlı geçti. Ordu ve polisle çatışan birçok gösterici hayatını kaybetti. Keza yüzlerce hatta binlerce aydın, sanatçı ve düşünür karşılıklı çatışmalarda veya suikastlerle katledildi. Askeri Akademi’ye yapılan ve 250’den fazla Harp Akademisi öğrencisinin katledildiği muhalif baskın, devletin kontrolünü ne kadar kaybettiğinin bir göstergesiydi. Radikal İslami hareketlerin aktif olarak Suriye siyasetinde ilk defa teşkilatlı olarak yer aldığı günlerdi. İsrail 1967’de gerçekleşen Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği hem jeostratejik, hem de jeohidrolojik  bölge olan Golan platosunu, Ortadoğu’nun yangın yerine döndüğü 1981 yılında Suriye’nin de bulunduğu durumdan yararlanarak tek taraflı olarak ilhak etti. 1977-82 yılları arasında özellikle çatışmalar bugün de  olduğu gibi Hama’da yoğunlaştı. 1982 yılına gelindiğinde zaten kendi coğrafyası içerisinde bulunan Lübnan İç Savaşı,  çoktan kendisine de sirayet etmişti. Sünni Müslüman kardeşlerin kalesi olarak bilinen Hama’da, Baas Partisi’ne yakınlığı bilinen birçok kişi öldürüldü. Birçok eve, iş yerine ve parti ofisine baskınlar yapılıyor, insanlar öldürülüyordu. Tam bir gerilla savaşı izleniminde gerçekleşen organizasyonların sonunda Hama artık kurtarılmış bir şehir olarak ilan edildi. Ordu güçlerinin müdahalesiyle beraber Müslüman Kardeşler dağıtıldı. Fakat bilanço çok ağırdı. 8.000 ile 25.000 arasında insan ordu birlikleri tarafından katledilmişti. Hafız Esad koltuğunu güçlendirmişti. Baas rejimi iki farklı milliyetçilik olan, Suriye ve Arap milliyetçiliklerini kendi bünyesinde birleştirdi. Özellikle kırsaldan ve Hıristiyanlardan aldığı desteğe, Şam ve Halep gibi Sünni yoğunluklu metropolleri de ekledi. Baas yapısını günden güne yenilese de, demokratik bir yapıyı tam manasıyla hiçbir zaman oluşturamadı.  Nepotizm etkinliğini hep korudu. Askeri vesayet rejimi korunuyordu. Ancak her şeye rağmen, sosyal mozaiği ve her türlü farklı fikirleri bir şekilde bir arada tutabiliyordu.

Medeniyetin Gişesi Halep ve Yakındoğu’nun Başkenti Şam

Suriye coğrafyası, beşeriyetin en eski ve güzel buluntuları ve örneklerine sahip nadir ülkelerinden birisidir. Mısır, Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasının etkileri her köşesinde görülür. Palmira şehri gibi eşsiz bir antik bölgeye sahiptir. İran ve Roma kültürünün sentezi,  eski bir medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Yunanca ve Arapçanın mükemmele yakın sentezleri bu ülkede bulunur. 10. yüzyıl, özellikle 11. yüzyıldaki Selçuklular egemenliğiyle, Türk ve İslam medeniyetine ev sahipliğini de üstlenmiştir. Yavuz Sultan Selim Han döneminden sonra da Osmanlı medeniyetiyle tanışmıştır. Bu dönemden kalma hala ayakta olan birçok eser bulunmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise yatırımların zirveye ulaştığı bölgelerden biri olmuştur. Bu yükselişten en çok nasibini alan şehir ise Şam olmuştur. Bu dönemin en önemli eseri ise Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye Camisi’dir. Şam’ın öneminden dolayı  bu şehir Osmanlılar tarafından en fazla yatırıma sahip olan şehirdir. Bunun sebebi ise hiç kuşkusuz ki maddi ve manevi değeridir. Ortadoğu’nun incisi olan Şam tam bir ticaret şehridir. Aynı zamanda haç yollarının kesiştiği noktadır. Türk mühendisliği harikası olan Hicaz tren demiryolunun başladığı yerdir. Manevi olarak çok çeşitli bir şehirdir. Birçok dine ev sahipliği yapmış olan Şam’ın Müslümanlar için ayrı bir önemi vardır. Sanılanın aksine, Müslümanlarca ne Kahire’ye ne Tebriz’e ne Kerbela’ya ne de İstanbul’a, Şam kadar kutsaliyet atfedilmiştir. Birçok peygambere ve din âlimlerine ev sahipliği yaptığına inanılır. Türbelerle dolu bir şehirdir; Selahaddin  Eyyübi’nin türbesi bu şehirdedir. Türk tarihi için de öneme hasıl olan üç hava şehidimizin kabirleri burada bulunmaktadır. Son Osmanlı padişahı olan Sultan 6. Mehmed yani Vahidettin’nin de kabri yine bu şehirde bulunur. İslam medeniyetinin en önemli eserlerinden birisi olan Emeviye Camisi ise şehrin adeta simgesidir. Suriye’nin diğer şehirleri gibi önemli ve özel olan bir diğer şehri ise Halep’tir. Gaziantep’te bulabileceğiniz her şey adeta aynısıyla bu şehirde karşınıza çıkar. Bu şehir de yine Şam gibi ekonomik faaliyetlerin en üst düzeyde yapıldığı Suriye şehridir. Halep’te dinleyeceğiniz ezanla, Türkiye’de dinleyeceğiniz ezan tınıları arasında neredeyse hiçbir fark yoktur. Türk toplumunun özelliklerine ve yaşam şekline kuşkusuz en çok benzeyen Ortadoğu şehridir. Şam gibi beş milyon nüfuslu olan bu şehir, Şam ile birlikte hem sosyal hem de siyasal olarak Suriye’nin en önemli iki yapıtaşından birisidir. Almanların 19. yüzyıldaki en önemli stratejik hedeflerinden biri olan Ortadoğu’ya inme isteğinin tezahürü olarak ortaya çıkan Bağdat demiryolunun en önemli durağı yine Halep’tir. Günümüzde yaşanan ve uzayarak devam etmesi beklenen sürecin gidişatını buradaki yerli şehir sakinlerinin, özellikle de buradaki esnafın ve üretici burjuva ile bu şehirlere kırsaldan göç eden topluluklar arasındaki uyumun belirleyeceği kesindir.

Arap Baharı ve Suriye Süreci

Tahlilini ve sonuçlarını daha yıllar boyunca izleyeceğimiz ve tartışacağımız bir Ortadoğu olayları silsilesi sonunda Suriye’ye de ulaşmıştı. 14 Mart 2011 gecesi başlayan ve 15 Mart’ta olgunlaşarak yayılan iç savaş adeta önlenemez şekilde yayıldı. Özgür Suriye yaratma çabasıyla Arap Baharı olarak adlandırdıkları ayaklanmaları örnek alan bir kesim muhalif Suriyeli aktif bir şeklide tüm Suriye’de çalışmaya başladı. Muhammed Riyad Şavka gibi önemli bir liderle Müslüman Kardeşler, 1982’den sonra ilk defa toplu olarak yeniden etkinleşti. Ülkede bulunan birçok radikal İslami hareket de bu olaylardan yararlanarak etki güçlerini genişlettiler. Selefiler bu İslami harekette çok önemli rol alıyorlar. Hama bu hareketin de yine en önemli noktası konumunda. Ülke içerisinde zaten var olan ulusal muhalefet ise bu olaylara çokta müdahil olmuyor. Bu nedenden dolayı,  kendilerine Hür (Özgür) Suriye Ordusu ismini veren ve Türkiye başta olmak üzere birçok ülkenin resmi olarak tanıdığı bu grup, şiddet yanlısı olmayan bu muhalif yapılanmaları kozmetik muhalefet olarak tanımlıyor. Komünist Parti ve Milliyetçi Parti, Halkın İradesi Partisi gibi oluşumlar bunlara örnek gösterilebilir. Bu partilerin savunduğu ise, şiddetsiz bir şekilde aşamalı olarak değişim ve rejimin bu şekilde düşmesi.

Suriye Ulusal Konseyi ise şu ana kadar Hür Suriye Ordusu’na desteğini sağlamış olsa da, silahlı muhalefet hala diğer muhalif gruplar gibi artam manasıyla ortak hareket edebilen bir mekanizmaya dönüşemedi. İçeride bulunan grupların ilham aldığı nokta ise kuşkusuz Arap Baharı’dır. Yıllar boyunca demokratik reformları gerçekleştiremeyen veya eksik gerçekleştiren ve bu nedenden dolayı değişip dönüşemeyen ülkeler 2008 krizinin yarattığı etkiler, pazar ihtiyacı, hammaddenin güvenliği gibi ulusal ve uluslararası problemlerle de baş başa kalınca, kendi var olan problemleri iyice su üstüne çıktı. Toplumda eylemsellik görmek isteyen bazı genç muhalif grupların daha önce birçok ülkelerdeki turuncu devrimlerde veya ayaklanmalarda önemli ilham kaynağı olmuş Sırbistan merkezli Otbor ve CANVAS gibi sivil toplum kuruluşlarını örnek aldıklarını düşünüyorum. Amerikalı olan ve kimilerince özellikle de Washington ile organik bağı olan Gene Sharp’ın sivil itaatsizlik, şiddet içermeyen direniş gibi çalışmalarından etkilenen gençler, Arap Baharı süresince sosyal paylaşım ağından örgütlendiler. Mısır’da 6 Nisan Gençlik hareketi olarak sosyal medya aracılığıyla etkili olan bu grubun bazı önemli isimlerinin 2008 yılında Belgrad’ta ve 2009 yıllında ise ABD’de etkin olarak CANVAS bünyesinde “Akıllı protesto nasıl yapılır?” konusu üzerine eğitim aldığı da iddia edildi. Suriye rejimine bağlı olan birlikler ile bazı muhalif gruplar arasındaki çatışmalarda on binlerce kişi hayatını kaybetti. On binlercesi ise karşılıklı olarak katledildi. Her ne kadar yüzde 57 katılımla gerçekleşen ve yüzde 89 oyla kabul edilen Anayasa Reformu ortada olsa da, bunun yeterli olmadığı da gün gibi ortadır. 7+7 yıl olmak üzere,  en fazla 2 dönem iktidarda olma şartını getiren ve çok partili dönemin yolunu açan yeni Anayasa Reformu önemli ama geç kalınmış bir adım olmuştur.

Suriye Ordusu kişi başına düşen asker sayısı sıralamasında 5. sırada olan bir ülkedir. Hala birçok şehirde ve banliyölerde sıkı güvenlik önlemleri bulunmaktadır. Birçok noktaya su ve elektrik verilememektedir. Yaşamsal gıdaların ulaşımı günden güne zorlaşmakta ve insan hakları ihlalleri ise yine her geçen gün yaygınlaşmaktadır. Ordu, ülkenin hala en sorunsuz bölgesi olan Kuzey’de Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı bölgeden, askerlerini çatışmaların yoğunlaştığı bölgelere kaydırıyor. Bu bölgede Barzani’ye veya Talabani’ye yakınlıklarıyla bilinen partiler bulunuyor. Bu partilerden en önemlisi ve etkin olanı PYD. Batı Kürdistan’da bağımsız bir bölge umudunu taşıyan parti, çoğunlukla kimseyle çatışmaya girmeden elde edilen fırsattan maksimum oranda faydalanmak istemektedir. Türkiye ise bu yapılanmayı kendisine tehdit olarak görmektedir. Ayrıca meselenin iktisadi köklerine bakıldığında da, Suriye ekonomisinin verimsizliği dikkat çekmektedir. Yetersiz büyüme ve istihdam azlığı, yıllar boyunca devam eden enflasyonist hareketler,  ülkede ciddi sıkıntılara neden olmuştur. Beşar Esad’ın reform ve Batı dünyasıyla ekonomik anlamda bütünleşmesi amacıyla yapılan özelleştirme furyası ve toprak reformları, fakir olan kırsalın şehre inmesine ve sonuç olarak orta tabakanın daralmasına sebep olarak ayrı bir dinamik, dolayısıyla toplumsal bir dinamit etkisi oluşturmuştur. İşsizlik rakamları çatışmalar öncesinde bile yüzde 20 civarındaydı. 25-30 yaş arası işsizlik oranı ise bu rakamın bir hayli üzerindedir.

Ekonomik olarak çatışma süresince en büyük yardımı yapan İran ise,  muhtemelen kısa bir süre içerisinde çok daha ciddi problemler yaşayacaktır. Kendi çıkardığı petrolün sadece yüzde 40’ını rafine edebilen İran, ciddi miktarda petrolü bu yüzden ithal etmektedir. Ülkeye uygulanan son yaptırımların, bölgede sadece İran’a değil Suriye’ye karşı da atılmış adımlar olduğu ortadır. Akdeniz’e ve Ortadoğu’ya inme fırsatı arayan Rusya’nın bölgedeki tek askeri unsuru olan ve bölgedeki Rus askeri deniz gücüne ikmal görevi yapan askeri üssünün geleceği Rusya’yı endişelendirmektedir. Stratejik bölgesel rekabette sağ kalmayı ve konum edinmeyi isteyen Çin, Rusya ve dolayısıyla da İran, Suriye’yi uluslararası platformda destekleyen bazı ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar. Stratejik olarak birincil derecede çıkarlara sahip olmayan,  lakin ideolojik çıkarları olan bazı Güney Amerika, Afrika ülkeleri de bu gruba destek sağlamaktadırlar. Başlı başına bir uluslararası yazılar dizisi olan bu mevzu ve dinamiklerini ayrıca değerlendirmekte fayda görmekteyim.

Sonuç Niyetine

Hillary Clinton’un dışişleri bakanlığı görevi üstlendiği dönemin daha ilk başlarında makul bir rejim olarak kabul ettiği Suriye rejimi, artık insanlık dışı bir rejim olarak nitelendiriliyor. Türkiye hükümeti ile mükemmele yakın olan ilişkiler artık neredeyse tamamen kopmuş durumda. Batı dünyası, Rusya, Çin ve İran gibi aktörlerle, başka rekabet alanlarında uzlaşmalara gidemedikleri sürece bu sürecin uluslararası boyutta çözümü mümkün görünmüyor. Akdeniz, Afrika ve Batı dünyasıyla özellikle Güney ve uzak Asya’nın ticari ve stratejik koridorunun son durağı Suriye. 1000 kmlik bir yarı çap çizdiğinizde dünyanın enerji bölgesinin tam kalbinde olduğunu görebileceğiniz bir ülke. Eğer uzlaşmalar gerçekleşmez ise,  bu stratejik ülkede yaşanan olaylarını diğer bölge ülkelerine sıçramasına kesin gözüyle bakılıyor. Suriye çözümsüzlüğünün ortaya çıkarabileceği bölgesel sorunlar ise telafi edilemez boyutlara ulaşabilir. Böyle bir durumun ortaya çıkmaması için bölgedeki aktörlerin de devreye girmesi muhtemel görünüyor. Netanyahu’nun açıkladığı kadarıyla, Özgür Suriye Ordusu’ndan yedi muhalif yaralının tedavileri İsrail’de gerçekleşti. Bu da İsrail’in görüşlerinin ABD’den çok da farklı olmadığını gösteriyor. Kısa ve orta vadede  her ne kadar Suriye’deki mevcut durum İsrail’in aleyhinde görünse de, uzun vadede Hizbullah, İran ve Hamas üçgeni düşünüldüğünde Suriye’deki rejimin düşmesi İsrail tarafından olumlu karşılanabilir. Bu faktörleri göze aldığımızda, Irak’taki mevcut dengenin korunması, Türkiye ile PKK arasındaki süreç ve İsrail ile Hamas arasındaki sürecin geleceği de kestirilebilmektedir. Cilvegözü sınır kapısında gerçekleşen hunharca saldırının uzun süredir Türkiye gündeminden düşen Suriye’yi yeniden manşetlere getirmesini, Hamas lideri Halid Meşal’in Türkiye ziyaretini ve hızlanan anayasa sürecini de bu bağlamda değerlendirmekte fayda vardır. Kısa bir süreç içerisinde İsrail’in Filistin politikalarında kısmi yumuşama ve Mısır’ın Filistin-İsrail sorununda insiyatifler alması kuvvetle muhtemeldir. Aynı zamanda Suriye rejimiyle, Lübnan’da bulunan ve daha birkaç yıl önce tamamlanan İsrail-Hizbullah savaşından hemen sonra, gücünü halkın iradesinde perçinleyen Hizbullah’ın da ilerleyen süreçte özellikle Batı toplumunun gözünde radikal bir terörist grup olarak marjinalleştirilme süreci geçireceği de düşünülebilir. Bölgesel rekabetin, bölge ülkelerin iç siyasetinde de direk ve dolaylı ağırlığının artması kesin olarak nitelenebilir.

İsrail, uzun menzilli balistik füzelerden çok Filistin veya Lübnan üzerinden atılabilecek daha taşınabilmesi kolay yeni konvansiyonel tipli kimyasal veya ilerleyen süreçte nükleer bir silahtan çekindiğini düşünürsek, bu da bizim için bu konuyu değerlendirirken farklı bir ışık olabilecektir. Halep’in  Kürt nüfusunun yoğun olduğu Eşrefiye semtinde, muhalif kuvvetlerle Kürt unsurların çatışmaları muhtemel olan Esad sonrası dönem için kaygıları daha fazla güçlendirdi. Silahsız muhalefetin etki alanının yaşanan çatışma sürecinden dolayı gittikçe kan kaybetmesi de demokrasi probleminin daha da derinleşmesine neden olabilir. Bu bağlamlar buz dağının görünen noktalarıdır. Çok bilinmeyenli bu denklemde yazılabilecek anlatılabilecek daha bir çok verinin de olduğunu söylemeliyim. Bağımlı ve bağımsız değişkenler, gün geçtikçe artarak, daha girift hale gelen bu sorunun çözümünü zorlaştırmaktadır. Beşeriyet piramidinin tepesinde olan bu coğrafyanın tarihsel olarak bazı kaotik ve bazı kronik özellikler taşıdığı aşikardır.

Burak DAĞKUŞ-UPA Viyana Üniversitesi Temsilcisi

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.