Son dönemde dünya siyasetinde en çok ilgi çeken konulardan birisi, hiç kuşkusuz Amerika Birleşik Devletleri ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında gelişen inişli-çıkışlı ilişkilerdir. İlişkilerin güçlü ve simbiyoz esasına dayalı ekonomik boyutu bir tarafa, son birkaç yılda ilişkilerin daha çatışmacı bir hal almaya başladığı ve birçoklarına göre ABD’nin jeopolitik perspektifte Çin’i tehlike olarak görmeye başladığı ifade edilmektedir. Örneğin, ABD’nin Barack Obama Başkanlığında “Asia Pivot” politikası ile Asya’da başlattığı açılıma, Çin’in son olarak verdiği cevap, Dünya Bankası’na ve ABD’nin liderliğini yaptığı küresel ekonomik düzene alternatif bir cazibe merkezi oluşturmayı amaçlayan Asya Altyapı Yatırım Bankası’dır.[1] 2013 yılında Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping’in dünyaya duyurduğu henüz kurulma aşamasındaki bu bankaya, daha şimdiden 37 ülke üye olmak için başvurmuştur.[2] Bu ülkeler arasında Türkiye ve Güney Kore’nin yanısıra İtalya, Almanya ve Fransa gibi Avrupa devleri de vardır.[3] Bu yazıda yakın geçmişten günümüze bir hatırlatma yaparak, bu ülkeler arasındaki ikili ilişkilerin geleceği hakkında öngörülerde bulunmaya gayret edeceğim. Çeşitli internet kaynaklarının yanısıra yazıda yararlanacağım temel eser; Routledge Yayınları’ndan 2008 yılında piyasaya sürülmüş ve içerisinde pek çok farklı yazarın makalelerinin bulunduğu China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions[4] kitabıdır.
Çin vs. ABD: Genel Hatlar
Çin Halk Cumhuriyeti, dünyanın en eski medeniyetlerinden biri ve Endüstri Devrimi öncesinde bile büyük bir ülke iken (19. yüzyıl başlarında Çin’de dünyadaki toplam üretimin üçte biri yapılıyordu), ABD henüz 18. yüzyıl sonlarında kurulmuş ve 20. yüzyıl ortalarında “süper güç” konumuna yükselmiş genç bir medeniyettir.[5] Her ne kadar 19. ve 20. yüzyıllarda Çin; siyasi istikrarsızlıklar, savaşlar ve Maoizm’in yanlış kalkınma hesaplarına dayalı olarak gelişen açlık gibi hadiseler nedeniyle 200 yıl kadar dünya sisteminde biraz arka planda kalsa da, 21. yüzyıl başlarında yeniden toparlanmış ve Suisheng Zao’ya göre “süper güç” statüsüne aday bir ülke konumundadır.
Çin’in hızlı ekonomik, teknolojik ve hatta askeri yükselişi, kuşkusuz kendisine komşu olan Asya ülkelerini (Japonya ve Güney Kore başta gelmektedir) huzursuz etmekte, dahası şu an için halihazırda tek süper güç kabul edilen ABD’yi de endişelendirmektedir. Bunun temel sebebi, daha çok dünyadaki hakim siyasi ve ekonomik gücün el değiştirmesine yönelik önyargı ve korkulardır. Ancak bir diğer önemli neden de, küreselleşme ile yaygın bir demografik tabana oturan Batı tipi alışkanlık ve medeniyet unsurlarının aksine, Çin’in kendine özgü bir siyasi (tek parti sistemi) ve ekonomik sistemi (sosyal piyasa ekonomisi adını verdiklerini devlet kontrollü piyasa ekonomisi) ile farklı bir kültürünün olmasıdır. Dünyada sistemik değişimlerin büyük savaşlar sonucunda yaşanmış olması da, kuşkusuz hem Çin’in gelecekte süper güç olması durumunda geliştireceği hedefler, hem de Çin’in hızlı yükselişi karşısında paniklemesi muhtemel ABD’nin tavrının ne olabileceği bağlamında çeşitli soru ve sorunlara yol açmaktadır. Bu noktada iki temel görüş karşımıza çıkmaktadır;
- Liberal optimistler: Liberal optimistler, Çin’in de küreselleşmeye dahil olması ile birlikte, ABD ve Çin arasındaki güç mücadelesinin “sıfır toplamlı oyun” paradigmasından çıkacağını ve iklim değişikliği başta olmak üzere birçok alanda yaşanan işbirliğinin bunun kanıtı olduğunu düşünmektedirler. Çin’in küresel ekonomik sistem, ABD’nin de küresel güvenlik açısından kilit durumda olması da, bu görüşü kuvvetlendiren unsurlardır.
- Alarmcı realistler: Alarmcı realistler, dünyadaki güç mücadelelerinin zero sum game (sıfır toplamlı oyun) şeklinde geliştiğini ve bir ülkenin hızlı yükselmesinin, başka ülkelerin zayıflaması anlamına geleceğini düşünmekte ve ABD ve Çin arasında orta vadede bir çatışmayı kaçınılmaz olarak görmektedirler. Bu noktada ise, Tayvan Sorunu, Uygur Türkleri’nin durumu, Tibet meselesi, Çin’in Japonya ve Güney Kore ile gerilmeye başlayan ilişkileri ve yine Çin’in Venezuela, İran ve Sudan konusunda izlediği politikaların ABD çıkarlarının aleyhine olması somut kanıtlar olarak öne sürülebilir.
Aslında yakın zamana kadar, Çin’in 1980’lerde Deng Xiaoping ile başlattığı mucizevi ekonomik kalkınmanın dünya basınında yeterince yer almaması ve Çinli liderlerin kendilerini “henüz gelişmekte olan bir ülke” olarak tanımlamaları nedeniyle, ABD’de ılımlı liberallerin sesi daha çok duyuluyor ve alarmcı realistlere pek söz hakkı tanınmıyordu. Çin’in, Soğuk Savaş döneminde 1972’den itibaren Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin yanında yer alması da, kuşkusuz bunda önemli bir etkendi. Bir diğer önemli neden ise, Deng Xiaoping’in “tiaoguang yanghui” (karanlığı besle ve başarıları gizle) öğretisi doğrultusunda, Çin’in büyük gücüne rağmen, dış politikada özellikle Batı ülkeleri ve ABD karşısında hep düşük profilli bir görüntü sergilemeye çalışmasıydı. Ancak Hu Jintao döneminden başlayarak, Çin’in artık dünya sistemi ile uyumlu bir şekilde “Çin yükselişi”nden söz etmeye başlaması ve en son Cinping döneminde gelişen Asya Altyapı Yatırım Bankası gibi ekonomik hamlelerle açık hale gelen “mütevazı” meydan okumalar, Çin konusunda ABD’de ilerleyen yıllarda alarmcı realistleri ön plana çıkarabilir.[6] Çin’de Deng’in “tiaoguang yanghui” öğretisine tepki olarak gelişen yeni düşünce biçimlerinde (xinsiwei), “daguo” yani “süper güç” kavramından bahsedilmeye başlanması da, bu noktada dikkat çekicidir. Burada Suisheng’e göre karşımıza şu soru çıkmaktadır: Çin, sorumlu bir ortak (responsible stakeholder) mı olacak, yoksa acımasız bir rekabetçiye (vicious challenger) dönüşecek?
Suisheng’e göre; Çin’in ABD’ye meydan okuması durumunda 3 temel güvenlik meselesi ortaya çıkacaktır:
- Batı ile ideolojik kamplaşma içerisine girmesi durumunda dünyadan dışlanma riski,
- ABD ile süper güç mücadelesine dayalı sistemik-yapısal rekabetin yol açacağı sorunlar,
- Sürdürülebilir kalkınma (sustainable development) için gerekli kaynaklara ulaşmakta ortaya çıkacak zaafiyet.
Bu nedenle Çin’in yükselişini sürdürebilmesi için, ABD ile -mümkün olduğunca- ideolojik zıtlaşma içerisine girmemeye gayret etmesi gerekmektedir. Mao sonrasında, -Deng döneminden başlayarak- komünizmi pragmatizm ideolojisiyle değiştiren Çin, yine de çok kutuplu bir dünya isteğinde bulunmaya devam edecektir. Bu noktada Çin’in, SSCB’nin ABD ile askeri, siyasi ve teknolojik bir yarışa girdiği için mağlup olduğunu bizzat görerek deneyimlediği için, ilişkileri iyi şekilde sürdürmek gayretinde olması daha mantıklı gözükmektedir.
Çin Yükselişi
Qingguo Jia’ya göre; Çin’in Soğuk Savaş sonrası düzene uyum sağlama süreci üç aşamadan geçmiştir;[7]
- ABD ile ilişkileri yeniden tesis etmek (4 Haziran 1989-Haziran 1994): 1989 yılındaki Tinanmen katliamından sonra, Batı’da Çin’e karşı gelişen tepkiler ve yaptırımlar nedeniyle zor durumda kalan Çin Komünist Partisi, daha fazla zorlanmamak adına daha çok içerideki reform sürecine yönelmiş ve dış politikada Batı’ya karşıt etkin hareketler geliştirmemiştir. Bu noktada Çin’in politikasına halen Deng’in şu 3 prensibi yön vermektedir: durumu dikkatli analiz et, Çin’in konumunu sağlamlaştır ve sorunları paniğe kapılmadan çözmeye çalış.
- İlişkileri sürdürmeye devam etmek (Haziran 1994-11 Eylül 2001): ABD medyası ve kamuoyunda Çin aleyhine zaman zaman propaganda ve psikolojik savaşa dahi dönüşen kampanyalar karşısında, 1994-2001 döneminde Çin Komünist Partisi yönetimi sakinliğini korumuş ve ABD ile uyumlu bazı adımlar atarak imajını düzeltmeye çalışmıştır. Silah satışlarına sınırlama getirilmesi ve özellikle kitle imha silahlarının yayılması konusunda ABD ile işbirliği, bu noktada en önemli iki konu durumundadır. İki Devlet Başkanı Jiang Zemin ve Bill Clinton’ın 1997-1998 yıllarındaki karşılıklı ziyaretleri, “Blue Team” (Mavi Takım) adı verilen ABD’li anti-komünist ve Çin aleyhtarı grubun yayınlarına rağmen bu dönemde Çin’in elini kuvvetlendirmiştir.
- Yeni fırsatlardan istifade etme ve ilişkileri geliştirme dönemi (11 Eylül 2001-2008): 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD’nin küresel düzeyde terörle mücadele politikalarına destek veren Çin, bu ülkenin Afganistan ve Pakistan hamlelerine karşıt durmamaya özen göstermiş ve Çin bankalarında terörist olduğundan şüphe edilen kimselerin hesaplarının dondurulmasına kadar birçok konuda ABD istihbaratı ile (CIA) işbirliği yapmıştır. Bu noktada Çin için önemli bir motivasyon unsuru da, ABD’nin terörle mücadele ederken demokratik ülke imajının zayıflayacak, ve dahası, dikkatlerin ve eleştirilerin kendisinin üzerinden kaçacak olması olmuştur.
2008’de Obama’nın başlattığı “Asia Pivot” politikası ve buna yönelik Çin’in hamleleri ise, ilerleyen yıllarda belki de bazı akademisyenlerce yeni bir kategori olarak ele alınacak ve muhtemelen bu kategoriye (2008-…) verilecek isim “Çin’in ABD’ye mütevazı meydan okuma dönemi” (moderate challenge) olabilecektir.
Çin yükselişi ve bunun etkilerini karmaşık ekonomik ilişkiler bağlamında ele alan Dongxiao Chen’e göre ise; 11 Eylül saldırıları sonrası Kuzey Kore’yi nükleer programı konusunda müzakere masasına geri getirme ve terörle mücadelede işbirliği gibi birçok konuda ABD açısından yeniden önem ve değer kazanan Çin, diğer ülkelerle kendisi arasında ekonomik bağımlılık da yaratarak, kendi pozisyonunu sağlama almakta ve olası Amerikan saldırganlığından korunmaktadır.[8]
Çinli Akademisyenlerin Gözünden ABD
Çin’in 1950’lerde geliştirdiği “peaceful coexistence” (birlikte barış içerisinde yaşamak) politikasının 5 temel ilkesi vardır: (1) egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, (2) karşılıklı saldırmazlık, (3) birbirlerinin iç işlerine karışmama, (4) eşitlik ve karşılıklı çıkar ve (5) birlikte barış içerisinde yaşamak.[9] Çinli akademisyen ve devlet adamlarına göre; Çin, ABD’nin aksine “güç politikası”nı reddeden barışçıl bir aktördür. Bu nedenle, dünya sisteminde hegemon bir gücün olması düşüncesini de reddeder. Küresel düzenin, uluslararası kuruluşlar ve çeşitli normlar aracılığıyla zayıf ülkeleri koruması gerektiğini savunur. Bu bağlamda Çin’in dış politikasını, kanımca realist (gerçekçi) ya da liberalizm (idealizm) akımlarından ziyade, Birleşmiş Milletler kural ve normlarına dayalı yeni bir yaklaşım olan “yasalcı” kavramıyla değerlendirebiliriz. Bu noktada Çin, ABD’nin George W. Bush döneminde BM kararlarına dayalı olarak yaptığı Afganistan ve benzeri müdahalelerini desteklerken, BM kararı olmadan yapılan İkinci Körfez Savaşı (Irak İşgali) gibi politikalarına karşı çıkmaktadır. Lakin Çin’in, Rusya’nın 2008 yılında Gürcistan, 2014 yılında Kırım’a uyguladığı ve uluslararası hukukla örtüşmeyen politikalar karşısındaki sessizliği, bu ülkenin “yasalcı” duruşunun çifte standartlı olduğu fikrini akla getirmektedir.
Jian Xu’ya göre; ABD’nin hegemon konumunu korumaya yönelik politikaları, herşeye karşın Çin’i ABD karşısında sert politikalara yönlendirmeye yetmez. Zira iki ülke arasında, -şimdilik- çok temel ve varoluşsal bir çelişki yoktur. Dahası, Çin’in önümüzdeki yıllarda da temel hedefi dünya liderliği değil, barışçıl ekonomik kalkınmasına devam etmektir. Bunun için en kritik unsurlar, istikrar ve enerji güvenliği olduğuna göre, askeri cepheleşme Çin’in kesinlikle yararına değildir ve bu nedenle Çin, ABD tahrikleri olsa dahi bundan uzak duracaktır.
Meseleye askeri güç açısından yaklaşan Baohui Zhang ise, iki ülke arasındaki nükleer dengenin (mutlak değil) askeri çatışmaları önleyeceğine yönelik öngörülerde bulunmaktadır.[10] Bu noktada en sıkıntılı konu ise Tayvan’dır. Bu konu, Çin açısından hayati niteliktedir. Ancak yazara göre bu durum, ABD açısından yeterince anlaşılmış gibi gözükmemektedir. Oysa Çin yetkilileri, daha önce birçok defalar ABD’nin Tayvan’a müdahale etmesi durumunda nükleer silah kullanabileceklerini açıkça söylemişlerdir. Çin’in konvansiyonel silah anlamında ABD ile rekabet edecek düzeyde olmaması da, Çin’i olası bir savaşta nükleer silah kullanmaya itebilir. Ayrıca Çin’in, artık ABD’yi vurabilecek düzeye gelen füzeleri ve nükleer denizaltıları başta olmak üzere son yıllarda nükleer güç dışındaki diğer alanlarda da hızlı bir modernleşme içerisine girdiği görülmektedir. Bu nedenle, askeri açısından birbirlerini yok etmeye müsait bu iki devin askeri zıtlaşma içerisine girmeleri, hiç de akılcı değildir.
Meseleye ekonomik açıdan ve özellikle dış ticaret açığı özelinde bakan Wei Li ise, Çin’in son yıllarda ABD açısından en önemli dış ticaret açığı kaynağı haline geldiğini, bu nedenle durumdan huzursuz olan ABD’li karar alıcıların (hem Demokratlar, hem de Cumhuriyetçiler), 2000 yılından beri Çin konusunda neler yapabilecekleri konusunu düşündüklerini ve Çin’in haksız rekabete yol açan ekonomik uygulamalarına tepki gösterdiklerini söylemektedir.[11] Yazara göre; ABD’nin yüksek teknolojiye yönelmesi nedeniyle emek-yoğun sektörlerin Çin ve benzeri emeğin ucuz olduğu ülkelerde patlamaya geçmesi, dış ticaret açığının en önemli nedeni olmuştur. Bu durum, ABD’de işsizlik oranlarının yükselmesiyle de açığa çıkmıştır. Ancak Çin’de iş yapan birçok Amerikan firmasının varlığı ve bu yolla büyük paralar kazanmaları, bu noktada ABD’li karar alıcıların elini kolunu bağlayan önemli bir etkendir. Bu nedenle, iki ülkenin çatışma içerisine girmesi, ekonomik açıdan da kolay gözükmemektedir. Lakin ABD’nin yakın gelecekte dış ticaret açığını kapatmak adına bazı değişikliklere gitmesi mümkündür.
Amerikalı Akademisyenlerin Gözünden Çin
Philip C. Saunders’e göre; Amerikan dış politikasının en çok akıl karışıklığı yaşadığı konu, Çin’le olan ilişkilerdir. Bunun temel sebebi; ilişkilerin hem yardımlaşmacı (cooperative), hem de rekabetçi (competitive) unsurları birlikte barındırmasıdır.[12] Ekonomik ilişkiler yardımlaşmacı açıdan önem kazanırken, Kuzey Kore ve Tayvan gibi siyasi sorunlar siyasi-askeri açıdan ikili ilişkilerdeki önemli engellerdir. 2000 yılındaki Başkanlık kampanyası döneminde Çin’i bir “stratejik rakip” olarak değerlendiren George W. Bush, 11 Eylül saldırılarından sonra ise Çin politikasını rafa kaldırmış ve önceliği Afganistan ve Irak’a vermiştir. Nitekim, daha önce Bill Clinton yönetimini Çin konusunda zayıf kalmakla eleştiren oğul Bush, daha sonra 2001 yılında Dış İşleri Bakanı Colin Powell’ı Çin’e göndermiş ve 2002 yılında bizzat kendisi Çinli liderlerle görüşmelere katılmıştır. Hatta aynı Bush, 2003 yılında BM’de Çin aleyhine bir tasarının reddi için oy kullanılmasını bile sağlamıştır. Aslında Saunders’a göre; Bush iktidarı, Clinton’ın ikinci döneminde başlatılan politikaların devamı niteliğindedir. Bu tarihten itibaren ABD, Çin’le ilişkilerde 2 ana hedefe odaklanmıştır;
– Çin’le işbirliği ve Çin’in uluslararası ekonomik ve siyasal örgütlere entegre edilmesi (cooperation),
– Çin’in gelecekteki olası saldırganlığına tedbir olarak ABD’nin, özellikle Asya’daki askeri kapasitesinin ve işbirliklerinin arttırılması (engagement).
Saunders’a göre; ABD açısından Çin’le ilişkilerde sorunlar yaratan kritik bazı hususlar var olmaya devam etmektedir. Bunlar; Çin’in iç politikasındaki gelişmeler, Tayvan Sorunu, Çin’in askeri modernleşmesi ve balistik füze sistemi, Asya’da Çin’in hızla artan gücü ve Çin’in ABD’ye ekonomik ve siyasi anlamda rakip olmaya başlamasıdır. Nitekim Çin, askeri kapasitesini beklenenden de hızlı arttırmakta, ekonomik olarak daha şimdiden ABD’yi satın alma gücü paritesinde (PPP) geçmekte, Tayvan ve Asya’daki diğer anlaşmazlıklarda (Senkaku/Diaoyu adaları sorunu örnek gösterilebilir) geri adım atmamakta ve dahası tüm bunları içerideki anti-demokratik tek parti yönetimini neredeyse hiç değiştirmeden yapmaktadır. Çin’in dünya liderliği konusunda adının uluslararası basında sık sık geçmeye başlaması da, ABD’nin canını sıkan bir diğer konudur. Bu nedenle, yakın gelecekte ilişkilerin daha gergin bir temele oturması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Jean A. Garrison’a göre ise, ABD’de Çin’e yönelik 2 temel görüş vardır;
- Daha fazla işbirliği mümkündür şeklinde temellenen iyimser ve ılımlı görüş (Andrew Nathan, Robert Ross, David Shambaugh, David Lampton),
- Çin’i, ABD’nin dünya liderliğine tehdit olarak gören düşmanca görüş (Richard Bernstein, Ross Munro, Bill Gertz, Constantine Menges).[13]
İkinci görüş, 1989 Tinanmen katliamından sonra ağırlık kazanmış, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte Rusya’nın zayıflaması ve NATO’nun genişlemesiyle birlikte Çin’in eski önemini kaybetmesiyle de daha da güçlenmiştir (Bu noktada son dönemde Vladimir Putin liderliğindeki Rusya’nın agresif politikalarının Çin’i yeniden ABD’nin ana hedefi olmaktan kurtardığı yorumu yapılabilir). Ilımlı görüşe daha çok Çin’le iş yapan iş çevreleri destek verirken, askeri çevreler ya da Çin’le gelişen ekonomik ilişkilerden zarar gören ticari çevreler, ikinci görüşe yakın durmaktadırlar. Bu iki çekişen görüş dışında, zaman zaman Beyaz Saray (yürütmeden sorumlu Başkan ve hükümet) ve ABD Kongresi (yasamadan sorumlu Parlamento) arasında da bu konuda fikir ayrılıkları ortaya çıkabilmektedir. Garrison, bu açıklamadan sonra Bush, Clinton ve W. Bush dönemlerini incelemeye almaktadır.
George H.W. Bush Dönemi (Baba Bush): Tiananmen katliamına rağmen, 1989 yılında henüz Soğuk Savaş devam ettiği ve ABD’nin temel düşmanı 1970’lerden beri çok daha net bir şekilde Çin değil, Sovyet Rusya olduğu için, Baba Bush döneminde bu denge korunmuş ve Çin’in iç işlerine fazla karışılmamıştır. Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesi ve küreselleşme ve medya devrimi ile birlikte artık ülkelerin daha görünür olmaları sebebiyle, Çin’in insan hakları ihlalleri de Amerikan basınında daha sık yer almaya başlamış ve bu da ilişkileri olumsuz etkilemiştir. Bush yönetimine yakın anti-komünist ve dini çevreler, Çin’in din karşıtı politikalarını şiddetle eleştirirken, Bush ilişkileri sarsan bir adım atmaktan çekinmiş ve Deng Xiaoping’in ekonomik başarılarını överek, ilişkileri stabil tutmaya gayret etmiştir.
Bill Clinton Dönemi: Başlarda ABD Kongresi’nin Çin’deki insan hakları ihlalleriyle ilgili duruşuna destek veren ve Çin politikasında Bush’a göre daha sert davranacağını belli eden Clinton, ekonomik yaptırımlarla Çin’i köşeye sıkıştırmak ve siyasi reforma zorlamak istemiştir. Ancak 1994 Mayıs ayından itibaren, Çin’in yaptırımlarla dünya sisteminden izole edilmesinin, bu ülkeyi daha da tehlikeli yapacağını düşünmeye başlayan Clinton, Dış İşleri Bakanı James Baker’ın “Ekonomik reformlar, siyasi reformlarla birlikte yürümelidir. Zira bunlar bir madalyonun iki yüzüdür.” görüşünden cayarak, Çin’e daha ekonomik temelli bir mantıkla yaklaşmaya başlamıştır. 2000 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilmesi de, bu dönemin önemli bir gelişmesi olmuştur. Ancak Çin’in ABD’de arttığı iddia edilen istihbarat faaliyetleri, bu dönemde ilişkileri zaman zaman germiştir.
George W. Bush (Oğul Bush): Oğul Bush, Çin politikasında babasından ziyade Clinton’ın ikinci dönemine yakın bir çizgi takip etmiştir. Dick Cheney ve Donald Rumsfeld gibi neo-con sertlik yanlılarının yanında, Colin Powell gibi pragmatistlerin de olduğu bu hükümet süresince, ABD, Çin’le ekonomik ilişkilerini arttırmıştır. Ancak 2001 yılı 1 Nisan tarihinde “Hainan Adası Krizi” ya da “EP-3 Krizi” adı verilen ve ABD Ordusu’na ait bir elektronik istihbarat uçağı ile bir Çin savaş uçağının çarpışmasıyla gündeme gelen siyasi kriz, ilişkileri bir ara ciddi şekilde germiştir. 11 Eylül’den sonra ise, Bush yönetiminin dikkati Afganistan ve Orta Doğu’ya yönelmiş ve Çin rahat bir nefes almıştır.
Bernard Cole ise, ilişkilere askeri modernleşme ve enerji güvenliği açısından bakmaya çalışmıştır.[14] Yazara göre, Çin açısından enerji güvenliği, iki sebeple çok önemlidir:
- Sürekli artan ekonomik büyüme için gereken enerjinin temini,
- Askeri modernleşme açısından enerjinin gerekliliği.
Bu sebeple, Çin’in askeri politikalarına bile yön veren en güçlü unsur, topraklarının muhafaza edilmesinin yanında enerji güvenliğidir. Zira devasa bir ülke olan Çin’in, zaten enerjinin dağıtımı ve yolların inşası konusunda yeterince zorlukları bulunmaktadır. Buna bir de, ABD ile olası siyasi-askeri zıtlaşma eklenirse, Çin’in enerji tedariğinde ciddi sorunlar yaşaması mümkündür. Bu nedenle Çin, ABD ile ilişkilerinde dikkatli davranmalıdır. Geçtiğimiz yıl Çin’in Rusya Federasyonu ile imzaladığı 400 milyar dolarlık dev doğalgaz anlaşması, bu noktada Çin’in enerji çeşitliliği açısından çok kritik bir hamle olmuştur. Ancak enerji ihtiyacı çok fazla olan Çin, Venezuela, İran ve Rusya dışında da kaynaklara ihtiyaç duymakta ve bu nedenle ABD ile arasındaki jeopolitik mücadele gün geçtikçe kızışmaktadır. Bu nedenle, ilişkilerin zaman zaman gerilmesi ve anlaşmazlık durumunda krizlerin yaşanması doğaldır. Ancak bu durum, hemen bir askeri mücadele yaşanacağı anlamına gelmez.
Sonuç Yerine
21. yüzyıla damgasını vuracak olan Çin-ABD ilişkileri ya da ABD-Çin rekabeti, önümüzdeki aylarda her iki ülkeden gelecek hamlelerle daha da renklenecek gibi gözükmektedir. Bu noktada, barışçıl söylemine karşın Asya’da sessiz ve derinden ancak oldukça iddialı politikalar izleyen Demokrat Obama’nın yerine, 2016 yılı sonunda gelecek Başkan’ın hangi partiden ve kim olacağı ve Çin’e nasıl bakacağı çok önemli bir belirleyici olacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Bilgi için; “Asian Infrastructure Investment Bank”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 05.04.2015, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Asian_Infrastructure_Investment_Bank.
[2] Jerin Mathew (2015), “South Korea and Turkey latest to apply for AIIB membership”, International Business Times, Erişim Tarihi: 05.04.2015, Erişim Adresi: http://www.ibtimes.co.uk/south-korea-turkey-latest-apply-aiib-membership-1493810.
[3] “1 st LD writethru: France confirms to join China-proposed AIIB: gov’t spokesman”, Xinhua, Erişim Tarihi: 05.04.2015, Erişim Adresi: http://newchina.xinhua.org/archive/20150317/087f155905f299fb1cf64431a7eda572.shtml.
[4] China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions (2008), edited by Suisheng Zhao, Routledge. Satın almak için; http://www.amazon.com/China-US-Relations-Transformed-Perspectives-Interactions/dp/0415495806/.
[5] Zhao, Suisheng (2007), “Implications of China’s rise for U.S.-China relations”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 3-19.
[6] Zhao, Suisheng (2007), “China rising: geo-strategic thrust and diplomatic engagement”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 20-42.
[7] Jia, Qingguo (2007), “Learning to live with the hegemon: China’s policy toward the U.S.A. since the end of the Cold War”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 45-57
[8] Chen, Dongxiao (2007), “Complexity and transformational structure of China-U.S. relations”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 58-74.
[9] Xu, Jian (2007), “Comparing security concepts of China and the U.S.A.”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 75-84.
[10] Zhang, Baohui (2007), “Nuclear deterrence and the Sino-U.S. strategic relationship”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 85-102.
[11] Li, Wei (2007), “China-U.S. economic relations and the trade imbalance issue”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 103-116.
[12] Saunders, Phillip C. (2007), “Managing a multifaceted relationship between the U.S.A. and China”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 119-140.
[13] Garrison, Jean A. (2007), “The domestic political game behind the engagement strategy”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 141-158.
[14] Cole, Bernard D. (2007), “Chinese military modernization and energy security: conflict or cooperation?”, in China-U.S. Relations Transformed: Perspectives and Strategic Interactions, edited by Suisheng Zhao, Routledge, ss. 159-175.