MODERNİTE

upa-admin 22 Kasım 2017 18.344 Okunma 0
MODERNİTE

Giriş

Bu çalışmada, ilk olarak, “modernite” bir kavram olarak ele alınacak ve temel özellikleriyle tanımlanmaya çalışılacaktır. Modernite, onunla yakın bağlantılı olan ve sıkça karıştırılan “modernleşme” ve “modernizm” kavramlarından farklılaşan ve benzeşen yönleriyle ele alınacaktır. Çalışmada özgül bir ağırlığa sahip olan “modernite” kavramı, onu tanımlayan sosyologların görüşlerine değinilerek açıklanacaktır. Çalışmanın devamında, “modernite”nin tarihsel gelişimine yer verilecek ve modernitenin geleneksel toplumdan modern topluma geçişteki rolü ele alınacaktır. Bu süreçte, modernitenin siyasi, iktisadi, kültürel ve bilimsel değişimde oynadığı rol de aktarılacaktır. Çalışmanın devamında, modernitenin siyasi dönüşümdeki boyutları ulus devlet çerçevesinde incelenecektir. Çalışmanın sonunda, modernitenin bir eleştirisi yapılacaktır. Tarihsel bir süreci ifade eden modernitenin yarattığı değişim ve dönüşümler ele alınarak, onun postmodernistlerin iddia ettiği gibi tamamlanmış bir süreç mi olduğu, yoksa hala etkilerinin devam mı ettiği tartışılacaktır. Bu bakımdan, modernitenin hedeflerine ulaşıp ulaşmadığı bugünün dünyasında yarattığı riskler çerçevesinde ele alınacaktır.

Bir Kavram Olarak Modernite

Moderniteyi tanımlamaya başlamadan önce, onun çıkış noktası olan “modern” kelimesinin etimolojik kökenine bakmak gerekir. Modernite ve onunla yakın bağlantısı olan modernleşme ve modernizm gibi kavramların daha iyi anlaşılması için, “modern” kelimesinin nereden geldiği önem kazanmaktadır. Modern, Latince modernus kelimesinden türetilmiş ve kelime anlamı “yeni, çağdaş yaşanılan güne ait olan” demektir (Tuna, Şen ve Durdu, 2015: 4). Modern kelimesine açıklık getirilmesi, moderniteyi tanımlama ihtiyacını da beraberinde getirir. Bu bakımdan, modernite, insanı köleleştirdiğine inanılan geleneksel toplumdan, dinin bağlayıcı hükümlerinden, eskinin değer ve davranış kalıplarından bir kopuşu ifade ederek, bireysel ve toplumsal hayatın aklın liderliğinde yeniden inşasını işaret eder (Aslan Yaşar, 2011: 10).

Modern kelimesi yeni olanı tarif ederken, modernite ise geleneksel yapıdan moderne geçişte eskinin terk edilmesi ve yeninin aklın önderliğinde tekrardan kurulmasını ifade eder. Modernitenin temel bir tanımı yapıldıktan sonra, onu kendisiyle sıkça karıştırılan modernizm ve modernleşmeden ayıran temel özelliklerine yer vermek gerekir. Bu bakımdan, modernite, modernleşmeyle eşdeğer gösterilemez; zira modernizm, modernite içerisinde yalnızca bir eğilimi ifade eder (Çiğdem, 2012: 68). Bu anlamda, modernite, çok daha kapsamlı bir kavramdır. Modernizm ise, modernitenin tarihsel gelişimi içerisinde belli bir durumu temsil etmek için kullanılır.

Modernite ile modernizmin farkı betimlendikten sonra, modernite ile karıştırılan ikinci bir kavram olan modernleşmeyi de tanımlama ihtiyacı belirir. Modernite, geleneksel toplumdan modern topluma geçişi ifade eden ve bu yönüyle geleneksel olana itiraz etme hali, ona meydan okuma durumuyken, modernleşme, bunun kurumsal olarak bir ileriki noktasıdır. Bununla birlikte, modernite, kapsayıcı bir kavram olarak modernleşme sürecine dışarıdan bakan ve onu eleştiren bir kavram hüviyetine de sahiptir (Tuna vd, 2015: 4). Moderniteyi kendisiyle kavramsal boyutta sıkça karıştırılan modernleşme ve modernizmden ayrılan ve benzeşen yönleriyle tanımlandıktan sonra, kavramın kendisine daha detaylı bakma ihtiyacı doğar. Modernite, geleneksel toplumdan bir kopuşu ifade etmesi ve geçmişin değerlerini reddetmesi bakımından yeni değerlerin taşıyıcısı konumundadır. Modernitenin ürettiği temel değerler; rasyonel düşünce, bireyselleşme, kentleşme, endüstriyel devrim, seküler yaşam, bilimsellik, ulus devlet, laiklik ve bürokrasi olarak sıralanır (Aslan Yaşar, 2011: 11).

Modernite, ürettiği bu yeni değerlerle geleneksel toplum yapısının çözülmesine yol açarak yeni bir çağın da başlamasını sağlar. Modernite, bu bakımdan her türlü mukaddesatçı düşünceden arınmış bir bakış açısını merkezine alarak akla önem veren yanıyla bilimi ve tekniği ön plana alan yeni bir dünyanın en temel göstergesidir (Tuna vd; 2015: 68). Modernite, bu tanımlamalar ışığında ele alındığında kurucu özne olarak insanı ve onun aklını kullanma iradesini yüceltir. Eskiyi temsil ettiğine inanılan bütün düşünceler yok olmaya başlarken, insan, modern dünyada aklıyla var olarak dinin ve geleneğin baskısından kurtulup özgürleşmiş bir birey olarak konumlandırılır. (Çiğdem, 2012: 68). Modernite ve modernizm hakkında çok şey söyleyen sosyologlardan biri olan Marx’ın Komünist Manifesto‘daki ünlü pasajı bu bakımdan değerlidir: “Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor, ve insanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşulları diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar” (Aktaran: Berman, 2013: 128-129). Marx, bu ünlü pasajında kapitalist üretim ilişkileri ve burjuva toplumuna geçiş sürecini ele alır. Modernite, durduğu nokta itibariyle hem kapitalizme, hem de burjuva toplumuna hayat şansı veren yeni bir düzenin tanımlayıcısıdır.

Modernite konusunda bir başka tanımlama ise Parsons tarafından yapılır. Ona göre; modernitenin doğuşu politik manada Fransız Devrimi’nin özelliklerine, ekonomik olarak Sanayi Devrimi’ne ve bu devrimin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan sınıfsal ilişkilerle toplumda birey olarak konumlandırılan insanın kendi potansiyelini ortaya çıkarmasını sağlayan eğitim devrimine bağlıdır. Bauman ise, moderniteyi Aydınlanma düşüncesinin bir ürünü olarak ele alındığında, kültürel proje, kapitalizmin bir sonucu olarak bakıldığında ise sosyal hayatta yer etmiş bir yaşam tarzı olarak anlamlandırır (Çiğdem, 2012: 68-69). Giddens ise, moderniteyi açıklarken onu ortaya çıkaran temel parametreleri tanımlama yoluna gider. Ona göre, modernite, Endüstriyel Devrim’le yakından ilişkilidir. Endüstri Devrimi’nin doğal bir yansıması olarak malların seri üretime geçmesini tanımlayan kapitalizmle de iltisaklıdır. Feodalizmden modern topluma geçişi tanımlarken kullanılan modernite, 20. yüzyıldan sonra önem kazanan karakteriyle ulus devlet gibi yeni bir takım unsurları da ortaya çıkarır (Giddens, 2010: 28-29).

Modernite konusunda yukarıda değinilen tüm tanımlamalar kendi içlerinde farklılaşsa da, ortak olan unsur modernitenin geleneksel yapıdan bir kopuşu ifade etmesidir. Modernite, bu bakımdan siyasi, iktisadi, kültürel ve toplumsal alanlarda feodal yapının çözüldüğü modern toplumun inşa edildiği bir sürecin felsefi altyapısını ifade eder.

Modernitenin Tarihsel Gelişimi

Geleneksel feodal yapıdan moderniteye geçişte belirleyici olan 4 temel devrim vardır. Bunlar siyasal, kültürel, bilimsel ve teknik devrimlerdir. Bu devrimlerin tamamı moderniteye geçişte belli durakları işaret eder (Jeanniere, 2011: 128). Modernitenin tarihsel gelişimine bakarken, öncelikle ondan önce hayat bulan geleneksel feodal toplumun temel özelliklerini incelemek gerekir. Avrupa’da klasik feodalizm olarak adlandırılan modern öncesi toplumda, ekonomik anlamda üretici sınıf serflerdir. Feodal sistemde derebeyleri olarak adlandırılan yerel aristokrasi, serflerin ürettiği değere el koyar. El koyulan üretimin bir kısmı vergi maksadıyla merkezi krallığa gönderilir. Bu doğrultuda, modern öncesi feodal yapıda toprağı işleyen serfler, üretilen ürünlere el koyan feodal beyler ve merkezi krallık üçgeninde bir iktisadi yapı vardır. Bu üçlü yapının demografik olarak dağılımında ise, toprağı işleyen serflerin nüfusta yoğun olduğu üretilenlere el koyan aristokrasinin daha az yer tuttuğu ama nüfuzu elinde bulundurduğu görülür. Feodal yapıda yerel aristokrasinin serflerin ürettiği ürünlere el koymasında merkezi krallıkla yaşadığı sorun, klasik feodal üretimin de çözülmesinin en başat sebebidir. İngiltere’de krallık ile yerel aristokrasi arasında imzalanan ve bugün hala tartışılan Magna Carta anlaşması ile yerel aristokrasi krallığa karşı belirli oranda güçlenir (Tuna vd; 2015: 10). Ekonomik temelli başlayan feodal yapının çözülmesi, barutun ve pusulanın icadı gibi teknik süreçler ve siyasal yapıda meydana gelen değişimlerle hızlanarak modern topluma doğru evrilme sürecine girer.

Modernite, bu bakımdan geleneksel feodal yapıdan modern topluma geçiş sürecinde özellikle 17. yüzyıl Avrupa’sının siyasal, ekonomik, kültürel ve teknik iç dinamikleriyle açıklanır. Modernite, herşeyden önce bir eleştiri hüviyetine sahiptir. Geleneksel toplumun eleştirisi ve ondan kopuşu ifade eder. Modernite ile birlikte geleneksel tarım toplumu yerini endüstriyel seri üretime geçen topluma bırakır. Kapitalist üretimin de bir nevi doğuşu anlamına gelen yeni üretim biçiminde, artık toprağın değeri azalır. Kırsal nüfus hızla kentlere göç etmeye başlar. Bu süreçte, siyasal ve toplumsal yapıda dinin önemi azalır. Teolojik açıklamalar zayıflamaya başlar. Rasyonel düşünce toplumda güçlü bir yer tutarak bireyi merkeze alır. Kilise’nin skolastik etkisi Rönesans ve Reform ile çözülür. Toplumsal yaşamın laik bir kimliğe bürünmesiyle, feodal yapıda meşruiyetini kiliseden alan siyasal yapının da geçerliliği sonlanır. Bu süreçte cemaat yaşantısı dağılmaya başlar. İnsanlar Kilise’nin etkisinden kurtulduğu için bilgiye erişim daha fazla artar. Sanayi Devrimi ile başlayan süreçte teknik ve bilimsel gelişmeler durmaksızın ileriye gider. Bu bakımdan, modernite, hep ileriye akan bir tarihsel çizgide insanın daha fazla yüceltilmesi olarak değerlendirilebilir (Aslan Yaşar, 2011: 11-12).

Modernitenin doğuşu konusunda bir fikir birliğinden söz etmek mümkün değildir. Bazıları modernitenin doğuşunu Rönesans ve Reform süreçlerinde bilginin kilisenin tekelinden kurtulmasına bağlarken, bazıları ise toprağın yerini altının almasını sağlayan Amerika’nın keşfiyle başlatır. Her ne kadar farklı başlangıç noktalarına götürülse de, modernite, 17. yüzyılda Batı’nın kendi içsel dinamiklerinde filizlenen bilimsel ve felsefi devrimlerin altyapısında gizlidir (Paz, 2011: 208). Modernite kavramı, bu bakımdan siyasal manada Fransız Devrimi’nin fikri boyutundan, düşünsel anlamda Aydınlanma Devrimi’nden, iktisadi anlamda ise Endüstriyel Devrim’den meydana gelen değişimi tanımlamak için kullanılır (Aslan Yaşar, 2011: 13).

Feodal yapının çözülüp modern toplumun ortaya çıkışını sağlayan ilk belirleyicilerden biri Avrupa’da filizlenen Rönesans ve Reform hareketleridir. Bilgiye erişimde Kilise’nin tekelinin kırılması ve matbaanın bilgiyi yaymadaki hızının açığa çıkmasıyla toplumsal temelli değişim süreci başlar. Dinsel bilginin matbaa aracılığıyla herkese ulaşması ve okunurluğunun artmasıyla dinin ve kilisenin feodal yapıda sahip olduğu nüfuz kırılır. Bu durum insanların aklı aracılığıyla dinsel bilgiye ulaşmasını ve kilisenin sorgulanmasını sağlar. Bu dönemde başlayan protesto hareketleri gelişerek Kilise’nin eleştirisine dönüşür. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Prostestanlık ortaya çıkar. Rönesans’la başlayan ve Reform’la devam eden bilgiye erişimdeki kolaylık ve insanın aklını kullanarak hareket etmesi aslında Aydınlanma Devrimi diye adlandırılan sürecinde bir yansımasıdır. Aydınlanmayla insan, geleneğin ve dinin zorlayıcı hükümlerinden kurtularak kendi aklının iradesini kullanabilir. Bu bakımdan da özgürleşen birey konumuna yükselir (Tuna vd; 2015: 19).

Kimilerine göre Aydınlanma Devrimi, kimilerine göre ise “akıl çağı” olarak adlandırılan bu süreç, Avrupa’nın köklü bir değişimini ve dönüşümünü ifade eder. Aydınlanma düşüncesi İngiliz Devrimi ile başlayan ve Fransız Devrimi ile sona eren bir düşünsel eylem olarak aklı ön plana çıkarır. Akıl, dinin ve geleneğin tüm baskılayan unsurlarından arındırılır. Bu dönemde insan aklına sonsuz bir güven söz konusudur. Bu dönem, aynı zamanda Avrupa’da Newton fiziği ile Descartes’in Kartezyen felsefesini de içinde barındırır (Aslan Yaşar, 2011: 16). Bilimsel anlamdaki gelişmeler de tarihsel bir süreç izler. Modernitenin doğuşu olarak kabul edilen Rönesans dönemi, bilimsel ve teknik gelişmelerden ziyade doğanın konu edinilmesi ve şiirselliğin ön plana çıkarılmasıdır. Bilimsel anlamda gelişmeler Aydınlanma düşüncesinin de ortaya çıktığı 18. yüzyılı işaret eder. Bu dönemde bilimsel gelişmelerde çağ atlanır. Feodal dönemde ise Kilise tarafından araştırmaya ve sorgulamaya izin verilmezdi. Bu bakımdan, bilimsel gelişmeler Kilise’nin tahakkümü altında kalmıştı. Skolastik düşünce olarak adlandırılan bu dönemde doğmalar egemendi.

Orta Çağ’daki bilim anlayışı, modern topluma geçişte kilisenin doğmalarından kurtulur. Bu dönüşümde Newton’un yeri ayrı bir önem kazanır. Tanrı merkezli bir doğa tasavvurundan insanın doğanın yasalarında belirleyici bir rol üstlendiği doğaya hakim olmaya başladığı bir çağa geçiş söz konusudur. Geleneksel toplumda doğa bir gizem halini almıştır. Bu konuda doğayı sorgulamak Tanrı’yı sorgulamakla eşdeğer görüldüğü için bilimsel gelişmeler mümkün olamamıştır. O dönemde doğanın varlığı, kanunları Tanrı’nın mevcudiyetinin bir göstergesi olarak görülür. Newton ile başlayan bu dönüşüm sürecinde, insan artık gizemli olarak görülen doğayı keşfeder (Tuna vd; 2015: 44).

Modernitenin ortaya çıkışındaki en önemli unsurlardan bir tanesi de geleneksel tarım temelli toplumdan seri üretimin meydana geldiği endüstri toplumuna geçiştir. Rönesans ile başlayan ve Aydınlanma düşüncesiyle zirveye ulaşan bilimsel ve teknik gelişmeler üretim ilişkilerinin de köklü bir değişime uğramasına neden olur. Sanayi Devrimi’nin Batı Avrupa’da ortaya çıkmasıyla birlikte artık iktisadi anlamda yeni bir sınıf ekonomiye yön verir. Feodal toplumun serf ve aristokrasi temelli sınıf ayrımı modern toplumda burjuvazinin ortaya çıkışıyla değişir. Burjuvazinin ticaretten elde ettiği karı sanayide kullanmasıyla üretim sistemi değişir. Toprağın yerini altın ve gümüşün almasıyla birlikte sömürgecilik bu dönemde ön plana çıkar. Denizaşırı keşiflerle diğer ülkelerdeki yeraltı ve yer üstü zenginlikler Avrupa’ya akarak sermaye birikimine olanak tanır (Tuna vd; 2015: 19-20). Sanayi Devrimi ile birlikte seri üretime geçilir ve sömürgecilik hızlanır. Modern toplumda sınıfsal yapıda değişimler meydana gelir. Proleter olarak adlandırılan işçi sınıfı ortaya çıkar. Tüm bu sınıfsal değişimler iktisadi manada Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesiyle hayat bulur. Bu bakımdan Endüstriyel Devrim geleneksel üretim ilişkilerini değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda sınıfsal ve toplumsal bir değişimi de beraberinde getirir.

Sanayi Devrimi’nin geleneksel toplumda yarattığı bir başka değişim ise kentleşmedir. Tarım temelli üretimden seri üretime geçişle birlikte, nüfusun büyük bir kısmı kırsal alanları terk etmeye başlar. Kırsal bölgelerde insanların birbirinden dağınık yaşadığı toplum modeli yerini sanayi tesislerinin etrafında kümelenen kentlere bırakır. Kentsel yaşamın geleneksel tarım toplumundan en büyük farkı, cemaat yaşantısının dağılmaya başlamasıdır. Bu bakımdan feodal çağda toprağı işleyen ve toprağa bağımlı olan serflerle onların ürettiği ürünlere el koyan yerel aristokrasi de Sanayi Devrimi’nin kendine has koşulları içinde modern toplumda kendine yer bulamaz. Kapitalizm olarak adlandırılan bu üretim biçiminde yeni bir sınıfsal yapı ön plana çıkar. İkili sınıfsal yapıda üretim araçlarını elinde bulunduran sermaye sınıfıyla üretim araçlarını kullanan işçi sınıfı yer alır. Geleneksel toplumdan farklı olarak işçi sınıfı üretim araçlarına bağlı değildir. Onları serflerden ve geleneksel yapıdan ayıran en belirleyici unsur kendi emeklerini özgürce satabilme olanaklarının bulunmasıdır (Tuna vd; 2015: 26-27).

Modernite, aklı ön plana çıkaran yapısıyla ekonomik, bilimsel ve sosyal alanda olduğu kadar siyasal alanda da bir değişimi meydana getirir. Geleneksel toplumda meşruiyetini Tanrı’dan alan siyasal sistem aklın önem kazanmasıyla birlikte meşruluğunu halktan alır. Bu bakımdan modern devletin özünde akıl vardır. Devlet de akla dayanılarak varlığını sürdürür. Halkın seçtiği yöneticilere itaat etmesinde bile belirleyici unsur baskıdan ziyade akıldır. Bu bakımdan, modern devlet, hem kapitalizmin gelişmesi, hem de Aydınlanma devriminin rasyonel düşünceye yaptığı atıfta gizlidir (Aslan Yaşar, 2011: 21). Modernite, geleneksel olanın eleştirilmesi ya da terk edilmesi olarak ele alındığında da siyasal anlamda iktidarın kaynağının Tanrı’dan halka geçmesi radikal bir kopuşu ifade eder. Bu bakımdan modern devlette otoritenin ve iktidarın kaynağı ilahi unsurlarda gizli değildir. İktidar doğrudan halkta içkindir. Bu bakımdan geleneksel toplumda kan bağına, soya yapılan atıf modern dönemde kadük kalır. Bu dönemde ulus olarak kavramsallaştırılan halkın tasvip etmesiyle devlet, meşruiyetini elde eder (Jeanniere, 2011: 116).

Modern devletin ortaya çıkmasında en büyük katkı sağlayanlardan biri de Thomas Hobbes’dur. Egemenliğin bölünemez olduğunu vurgulayan Hobbes, egemenliğin kaynağını da geleneksel yapıdan farklı olarak halk ve o halkın ortaya koymuş olduğu iradeyle ortaya çıkan toplum sözleşmesi olarak görür. Egemenliği elinde bulunduran iktidar, toplumu oluşturan tüm fertlerin yetkilerini kendinde toplar. Modern devletin oluşumundan bahsederken değinilmesi gereken düşünürlerden biri de Machiavelli’dir. Machiavelli, geleneksel siyaset anlayışından bir kopuşu ifade eder. Egemenliğin kaynağını teolojik kökenlerden arındırır. Olması gerekeni değil olanı inceleyen bir düşünür olarak siyasetle dini birbirinden ayıran pragmatist bir düşünceye sahiptir (Aslan Yaşar, 2011: 22). Bu iki düşünürün ortak paydası, geleneksel toplumda meşruiyetini ilahi unsurlardan alan siyasal sistemin terk edilmesi ve egemenliğin dünyevileştirilmesidir. Machiavelli, modernitenin kendine has koşullarıyla değerlendirildiğinde, geleneksel yapıdan modern yapıya geçişte bir kırılma yaratması sebebiyle siyasi modernitenin kurucusu sıfatını taşır (Baldini, 2014: 13).

Ulus devlet, Fransız Devrimi’nin siyasal bir sonucu olarak ortaya çıkan ve egemenliğin kaynağını geçmişin aksine tanrıdan değil halktan alan yapısıyla modernitenin egemen öznesidir (Aslan Yaşar, 2011: 21). Ulus devlet olarak adlandırılan bu yapı, siyasi bir karakter taşısa da, ortaya çıkış sürecinde belirleyici olan ekonomik etkenlerdir. Endüstriyel Devrim’in ortaya çıkmasıyla birlikte hızla yaygınlaşan kent hayatı ulus devletin ortaya çıkışında kilit öneme sahiptir. İnsanların toplumsal yaşamda farklı örgütlenmelere katılmasına olanak veren kent kültürü ya da kentlilik bilinci, zaman içerisinde ulus bilincine evrilir. Bu bakımdan ulus devletin ortaya çıkışında Sanayi Devrimi ile birlikte kent pazarlarının genişleyerek üretilen ürünlere ulusal ölçekte istem yaratılmasının rolü büyüktür. Bu nedenle, ulus devletin çıkışında ekonomik olarak üretilen ürünleri geniş bir alana yaymak ve bu ürünlere aidiyet duyma ihtiyacı yatar. Bu aidiyet bilinci, zaman içerisinde siyasal anlamda büyük bir değişimi başlatan milliyetçilik ideolojisinin de yaygınlaşmasına zemin hazırlar (Tuna vd; 2015: 27-28).

Ulus devlet, kendi sınırları olan bir bölge üzerinde şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran kendi içyapısında bürokratik örgütlenmeye giden bir hükümet biçimidir. Geleneksel devletlerde şiddet tekeli farklı gruplar arasında bölünür. Bu anlamda, modern ulus devlet, şiddet tekelinin merkezileştiği bir yapıdır. Geleneksel devletler kendi sınır boylarının tamamında kontrolü sağlayamaz. Modern devletin en önemli özelliği ise, kendi sınırlarını çizmesi ve bu sınırlar üzerinde gözetim yapmasıdır. Bu bakımdan sınır karakolları, gümrükler ve pasaport uygulaması modern devletin kendi sınırları içerisindeki kontrol mekanizmalarıdır (Giddens, 2008: 164-165). Tüm bu gelişmelerle birlikte ele alındığında, modernite Avrupa’nın kendi iç dinamikleri içerisinde gelişir. Geleneksel yapının bir eleştirisini yapar. Siyasi, iktisadi, kültürel ve teknik alanlarda feodalitenin tasfiyesiyle sonuçlanan yeni bir dünyanın entelektüel altyapısını temsil eder. Aklı ön plana almasıyla insanı geleneğin ve dinin zorlayıcı hükümlerinden kurtarmasıyla özgürleştirici bir özelliğe sahiptir. Bilimsel ve teknik alandaki gelişmelerin siyasi ve iktisadi yöndeki yansımalarıyla birlikte ele alındığında, modernite, yeni bir çağın en önemli işareti olarak kabul edilir.

Modernitenin Eleştirisi

Modernite, onu oluşturan tüm etmenleriyle tanımlandıktan sonra getirdikleri üzerinden bir eleştiriye tabi tutulur. Özellikle Sanayi Devrimi’nin bir sonucu olarak artan kentleşme, birçok alanda düzensizliği de beraberinde getirir. Modernite, salt kent yaşamına getirdiği düzensizlikler üzerinden eleştirilmez. Aynı zamanda ortaya çıkan farklı toplumsal grupların çıkarları uğruna çatışmasına da zemin hazırlar. Modernite, aklı ön plana çıkaran yanıyla toplum hayatından tanrıyı çıkarır. Toplum içerisinde birey, kitle kültürünün bir parçası haline gelerek çözülme sürecine sürüklenir (Akıncı Çötok, 2017: 198). Modernite, geleneksel toplumda olmayan bir takım risk unsurları ön plana çıkarır. Bu bakımdan moderniteyi bir “risk kültürü” olarak tanımlamak yanlış olmaz. Modernitede aklın ön plana çıkarılması ve bilimin ilerlemesiyle birlikte bu zamana kadar görülmemiş farklı tehlikeler de ortaya çıkar. Ülkelerin silahlanması, nükleer silahların yarattığı tehdit ortamı, bilimsel ve teknik gelişmelerle farklı silah türlerinin gelişmesi, kitlesel ölümlere yol açabilecek savaş ihtimalleri moderniteyle birlikte hayatımıza giren risklerden birkaçıdır. Modernitenin ortaya çıkardığı riskler sadece silahlanma üzerine değildir. Modernitenin halkın egemenliğine dayalı demokrasi modeli her yerde hayat bulmaz. Totaliter rejimler de bu süreçte ortaya çıkar. Küresel ölçekte ise ekonomik problemler meydana gelir (Giddens, 2010: 14-15).

Modern, Batı içerisinde gelişen ve onun iç dinamikleriyle hayat bulan bir kavram olarak özü itibariyle baskıcı bir karaktere sahiptir (Tuna vd, 2015: 101). Modern dünyanın en önemli özelliği kendisinden önceki geleneksel yaşantıdan daha hızlı akmasıdır. Modernitenin sahip olduğu bu dinamizm unsuru, modern dünyanın kontrolden çıkmasına yol açar. Modernite, Batı’da ortaya çıkmasına rağmen etkileri bakımından tüm dünyada hissedilir. Sonuçları sadece Batı’yı değil, tüm insanlığı ilgilendirir. Bu bakımdan geç modern çağda insan tarafından doğaya verilen tahribat hızla artarak büyük çevre sorunlarına yol açar. Ekolojik sistem tehdit altındadır. Aynı zamanda dünya nüfusunun da artmasıyla birlikte yoksulluk sorunu katlanır. Silahlanmayla birlikte toplumsal yaşamda şiddet unsuru daha fazla ön plana çıkar. Tüm bu gelişmeler modernite sonrasında ortaya çıkan ve küreselleşme ile birlikte değerlendirilen kolektif temelli meselelerdir (Akıncı Çötok, 2017: 204). Modernite siyasal anlamda ise vaat ettiği modern demokratik devlet sistemine her yerde ulaşamaz. Sosyalist ve totaliter rejimler de modernite içerisinde hayat bulur. Bunlardan belki de en korkuncu ve sonuçları bakımından insanlığa en büyük tahribatı veren faşizmdir. Faşizm, ulus devlete ideolojik düzeyde sıkıca bağlıdır (Mann, 2014: 14). Bu bakımdan faşizm ve milliyetçi diktatörlükler modernitenin demokrasi idealinin tam tersi bir amaca hizmet eder. Bu nedenle faşizmi modernitenin karanlık yüzü olarak da tanımlayabiliriz.

Günümüz dünyasının bunalımlı yapısı düşünüldüğünde, modernite artık ortaya attığı tezlerle her alanda eleştiriye tabi tutulur. Modernitenin geride kaldığı ve post-modern bir dünyaya geçildiği iddiası bugünün dünyasında sıklıkla dile getirilir. Hakikaten 500 yılı aşkın bir tarihsel gelişime sahip olan modernite, bunalımlı bir dönemden geçse de ortaya attığı tezlerin birçoğunda yıkıcı sonuçlara yol açsa da onu tamamlanmış bir süreç olarak görmek doğru mudur? Bir başka deyişle, postmodernistlerin iddia ettiği gibi modernite bitmiş bir dönemi mi işaret eder?

Habermas, modernitenin düşünsel altyapısını oluşturan Aydınlanma’nın eleştirel bir savunusunu yapar. Bu bakımdan özne temelli felsefeye eleştiri getirerek, ünlü “iletişimsel eylem” kuramını ön plana çıkarır. İletişimsel eylem kuramıyla modern aklın bir savunusuna girişir. Habermas, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da artan refah düzeyi, savaşın etkilerinin azalması ve Avrupa içerisindeki entegrasyon sürecinin artmasıyla oluşan müspet konjonktürde modernite savunusuna girişir (Özdikmenli Çelikoğlu, 2011: 240). Modernite, Habermas’ın iddia ettiği gibi aklın eleştirel bir savunusuyla yenilenebilir mi bilinmez, ama modernite etkileri bakımından katliamlarla geçen bir yüzyılın yapı taşlarını döşemiştir.

Sonuç

Bu çalışmada ilk olarak modernite bir kavram olarak ele alınıp ana hatlarıyla tanımlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, modernite, Batı’da başlayan ve geleneksel yapıdan modern yaşama geçişte etkili olan siyasi, iktisadi, kültürel ve teknik devrimlerin entelektüel altyapısını hazırlayan bir olgu olarak ele alınmıştır. Bu bakımdan modernitenin ortaya çıkardığı yeni değerler de okurlara aktarılmıştır. Ayrıca modernitenin akla yaptığı vurgu detaylandırılmıştır. İnsanın aklını kullanarak geleneksel toplumun ve dinin tahakkümünden kurtulabileceğine ve bu anlamda özgürleşebileceğine değinilmiştir. Sonrasında ise, modernitenin tarihsel gelişimine yer verilmiştir. Avrupa’nın iç dinamiklerinde ortaya çıkan bir kavram olarak onu meydana getiren 4 büyük devrimsel süreç incelenmiştir. Kültürel Devrim sürecinde Rönesans ile başlayan ve Aydınlanma Çağı ile zirveye ulaşan fikirsel süreç işlenmiştir. Bu süreçte aklın ön plana çıkarılmasına vurgu yapılmıştır. Bilimsel devrim sürecinde ise Newton fiziğine vurgu yapılarak insanın doğa karşısındaki aciz konumundan sıyrılıp doğaya hükmedecek noktaya gelişine atıf yapılmıştır. Ekonomik süreçte ise burjuva sınıfının ortaya çıkışına yer verilmiştir. Kapitalizmin gelişmesi ve Endüstriyel Devrim’in ortaya çıkmasıyla birlikte sınıfsal ilişkilerin değişen konumuna ve kentleşmeye odaklanılmıştır. Siyasal boyuttaysa, modernitenin özünü oluşturan ulus devlete yer verilmiştir. Machiavelli ve Hobbes’un düşüncelerine yer verilerek, egemenlik anlayışının geleneksel toplumdan modern topluma geçişte kaynağını nereden aldığı sorgulanmıştır. Çalışmanın sonunda ise modernitenin eleştirisine girişilmiştir. Bu bağlamda, modernitenin ortaya attığı tezlerin başarısızlığı vurgulanmıştır. Aynı zamanda modernitenin günümüz dünyasında yarattığı risk ve tehditler de ele alınmıştır. En sonunda ise postmodernistlerin iddia ettiği gibi modernitenin tamamlanmış bir süreç olup olmadığı Habermas’ın düşüncelerine yer verilerek sorgulanmıştır.

 

İsmail Uğur AKSOY

 

KAYNAKÇA

  • AKINCI ÇÖTOK, NESRİN (2017), “Giddens Sosyolojisinde Toplumsal Dönüşümün Temel Kavramları ve Bağlantılar: Yapılanma, Modernite ve Küreselleşme”, Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı: 5, ss. 189-207.
  • ASLAN YAŞAR, GAMZE (2011), “Ortaçağdan Günümüze ‘’Modernite’’: Doğuşu ve Doğası”, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 7, ss. 11-26.
  • BALDİNİ, ENZO (2014), “Machiavelli, Makyavelizm ve Siyasi Modernite Sorunu”, (Hazırlayan: Cemal Bali Akal), Machiavelli, Makyavelizm ve Modernite, Ankara, Dost Yayınları.
  • BERMAN, MARSHALL (2013), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor Modernite Deneyimi, Çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker, İstanbul, İletişim Yayınları.
  • ÇİĞDEM, AHMET (2012), Bir İmkan Olarak Modernite Weber ve Habermas, Ankara, İletişim Yayınları.
  • GİDDENS, ANTHONY (2008), Ulus Devlet ve Şiddet, Çev. Cumhur Atay, İstanbul, Kalkedon Yayınları.
  • GİDDENS, ANTHONY (2010), Modernite ve Bireysel-Kimlik Geç Modern Çağda Benlik ve Toplum, Çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul, SAY Yayınları.
  • JEANNİERE, ABEL (2011), “Modernite Nedir”, (Derleyen: Küçük, Mehmet), Modernite Versus Postmodernite, İstanbul, SAY Yayınları.
  • MANN, MİCHAEL (2015), Faşistler, Çev. Ulaş Bayraktar, İstanbul, İletişim Yayınları.
  • ÖZDİKMENLİ ÇELİKOĞLU, İLKİM (2011), “Habermas’ın Modernite Savunusu: Eleştirel Bir Okuma”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 11, Sayı: 3, ss. 239-258.
  • PAZ, OCTAVİO (2011), “Şiir ve Modernite”, (Derleyen: Mehmet Küçük), Modernite Versus Postmodernite, İstanbul, SAY Yayınları.
  • TUNA, MUAMMER & ŞEN, HASAN & DURDU, ZAFER (2011) Modern Toplumun İnşası Tarihsel ve Sosyolojik Bir Perspektif, Ankara, Detay Yayıncılık.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.