İSRAİL’E BÜYÜK ŞOK: HAMAS’IN AKSA TUFANI SALDIRISI VE OLASI SONUÇLARI

upa-admin 09 Ekim 2023 892 Okunma 0
İSRAİL’E BÜYÜK ŞOK: HAMAS’IN AKSA TUFANI SALDIRISI VE OLASI SONUÇLARI

Giriş

Yıllardır çözümsüzlük ve şiddet sarmalında devam eden İsrail-Filistin Sorunu, Amerika Birleşik Devletleri’nin (kısaca ABD) son yıllarda tamamen İsrail yanlısı ve arabuluculuk çabasından uzak tavırları ve yeni kurulan Netenyahu-Likud koalisyon hükümetinde çok etkili hale gelen İsrail aşırı sağının Filistin Sorunu’nu Filistinlileri tamamen yok ederek veya göçe zorlayarak çözebileceği yönündeki mantık dışı yaklaşımlarının doğal bir sonucu olarak, 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın düzenlediği terör saldırılarıyla adeta yeniden patladı ve aylar sonra bir kez daha uluslararası kamuoyunun birinci gündem maddesi haline geldi. Elbette, öncelikle bu elim olayda hayatını kaybeden tüm Yahudi dostlarımıza başsağlığı dilerken, bu yazıda, olayın nasıl geliştiği ve neden kaynaklanmış olabileceği hakkında Türkiye ve uluslararası medyada yer alan haberleri derleyerek, kendi görüşlerimi de yazının sonunda belirteceğim.

Olayın Kronolojisi ve İlk Tepkiler 

Hamas’ın bu beklenmedik saldırısı, 7 Ekim Cumartesi günü sabah saat 06:30 sularında Gazze’den İsrail hedeflerine atılan roketlerle başladı. 7 Ekim tarihi, 1973 Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümüne (6 Ekim 1973 tarihinin bir gün sonrasında) ve İsrail (Yahudi) halkının dini tatil günü olarak kutladıkları Cumartesi gününe denk getirilmesi bağlamında sembolik bir anlam da taşıyor olsa gerek. Bu şekilde, İslami bir örgüt olan Hamas, İsrail’e karşı sürdürdüğü savaşın dini boyutuna dikkat çekerek, İslam dünyasından daha büyük destek almaya çalışıyor olabilir. Oysa elbette, Filistin Sorunu, özünde Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki bir din kavgası değil, iki devlet arasındaki bir siyasi (toprak bazlı) mücadeledir. Hamas’ın bu şekilde Yahudilerin dini tatil gününde bir saldırı gerçekleştirmesi ise, kuşkusuz ahlaki açıdan da sorunlu bir yaklaşımdır.

Aksa Tufanı saldırısı grafikli anlatım 

Kaynak: Anadolu Ajansı

Hamas’ın İsrail’e yönelik roket saldırısı, aslında yıllardır kanıksanan ve İsrail’in Demir Kubbe (Iron Dome) sistemini kurarak önlemini almaya çalıştığı bir durum olsa da, Hamas’ın bu defa 5.000’in üzerinde roketle sistemli bir şekilde saldırıya geçmesi, saldırının geniş kapsamını gösteren önemli bir veri niteliğinde. Daha da önemlisi, muhtemelen aylardır ve belki de yıllardır üzerinde çalışılan bu kapsamlı saldırıda roket yağmuru ile yetinilmemesi ve Gazze Şeridi’ne yakın Sderot (Siderot) şehri üzerinden Hamas mensubu yüzleri maskeli militanların İsrail sokaklarında dehşet saçarak siviller de dahil İsraillileri katletmesi ve yüzlerce İsrailliyi de kaçırması oldu. “Aksa Tufanı” (Arapça: عملية طوفان الاقصى) adıyla başlatılan Hamas saldırısı, Sderot dışında Be’eri, Re’im, Nir Yitzak ve Kerem Şalom şehirlerini de kapsayan büyük bir taarruza dönüşürken, saldırıda toplam 700 civarında İsrail vatandaşının öldürüldüğü ve aralarında üst düzey İsrailli komutanların da bulunduğu 100 kadar kişinin de rehin alındığı bildiriliyor. Ayrıca, saldırılarda, 1.600 civarında İsrail vatandaşının da yaralandığı ifade ediliyor. Saldırılara, Lübnan’da bulunan İran etkisindeki Hizbullah’ın da İsrail’e roket saldırıları düzenleyerek destek verdiği düşünülünce, bu, bize, Birinci ve İkinci İntifada süreçleri de dahil olmak üzere, Hamas’ın 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana en büyük saldırıyı organize ettiğini gösteriyor. Hamas militanlarının Gazze-İsrail sınırına yakın bir yerde düzenlenen Nova Müzik Festivali’ni basarak burada yüzlerce İsrailli genci katletmesi ise, İslami köktendinciliğin ne derece tehlikeli olabileceğine dair çok somut ve önemli bir olay.

Uydu görüntülerinden Hamas saldırısının etkileri

Kaynak: BBC

Saldırının şaşkınlığından uzun süre kurtulamayan İsrail tarafı ise, üst düzey bir yetkili tarafından yapılan “bu, bizim 11 Eylül’ümüz” ve bir diğer üst düzey yetkilinin yaptığı “bu, bizim Pearl Harbor baskınımızaçıklamalarının yanı sıra, Başbakan Binyamin Netenyahu tarafından yapılansavaştayızaçıklaması ile giderek ABD’de 2001 yılında yaşanan 11 Eylül (9/11) saldırısının ardından Amerikan yönetiminin verdiği tepkilere benzer şekilde reaksiyonlar göstermeye başladı. İsrail Ordusu, ilk şaşkınlığın ardından olay günü ilerleyen saatlerde “Demir Kılıç” (İbranice: מבצע חרבות ברזל) operasyonunu başlatarak saldırgan güçleri püskürtürken, Gazze’ye yönelik bombalamalara da hemen başlandı. Bombalamalarda, Hamas’a ait tesislerin seçildiği belirtilse de, bombalamalar nedeniyle çok sayıda Filistinli sivilin de hayatlarını kaybettiği gözlemlendi. Karşı taarruzda şimdiye kadar 300’ün üzerinde Filistinlinin can verdiği belirtilirken, İsrail Ordusu-IDF’nin yakında Gazze’ye kapsamlı bir kara harekâtı da gerçekleştireceği açıklandı. Bunun yanı sıra, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze’ye yönelik toptan bir kuşatma kararı alındığını duyururken, bu bölgeye elektrik, su ve yiyecek geçişine izin vermeyeceklerini de ilan etti. Bu bağlamda, İsrail’in intikamını almaya çalışacağı bu süreçte Gazze’de sivillerin yaşam koşullarının maalesef çok zorlu hale geleceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. İsrail’de, ayrıca, Başbakan Netenyahu ve hükümete destek amacıyla bir olağanüstü hâl hükümetinin kurulması da gündemde. Nitekim ana muhalefet lideri Yair Lapid de bu konuda olumlu görüş beyan etmiş durumda. Hamas’ın bu büyük saldırısı, Amerikan yapımı filmler, diziler ve belgesellerde genelde istihbarat konusundaki üstün başarıları öne çıkarılan İsrail’in bu konuda en azından bu defa pek de dikkatli ve özenli davranmadığı algısını yarattı. Öyle ki, birçok ülke basınında olay “İsrail istihbaratının çöküşü” olarak lanse edilirken, bu konuda hakikaten de İsrail’in ön alıcı tedbirleri yeterince almamış olması dikkat çekti.

İsrail’in en yakın ve tarihi müttefiki olan ABD’de ise, iktidardaki Demokrat Joe Biden yönetimi olaylar karşısında hemen harekete geçerek, İsrail’e destek amacıyla bir uçak gemisi filosunu Doğu Akdeniz’de İsrail yakınlarına gönderdi. ABD Savunma Bakanı Llyod Austin, Gerald Ford uçak gemisi ve ona eşlik edecek  kruvazör ve destroyerlerin Doğu Akdeniz’e hareket emrini verirken, Washington’ın İsrail’e silah ve mühimmat desteği de sağlayacağı ifade ediliyor.

İsrail’i tanıyan ilk Müslüman nüfusu yoğun ülke olan Türkiye ise, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aracılığıyla dengeli mesajlar verdi. Erdoğan, olay günü düzenlenen AK Parti Kongresi’nde, bu konuda şunları söyledi: “Türkiye olarak bu sabah İsrail’de meydana gelen hadiseler ışığında tüm tarafları itidalle hareket etmeye, gerilimi daha da tırmandıracak fevri adımlardan uzak durmaya çağırıyoruz.” Erdoğan, olayın ertesi gününde ise, “Filistin meselesi uluslararası hukuka göre çözülmelidir” açıklamasını yaptı. İsrail’in Ankara Büyükelçisi İrit Lillian, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarını destek verici bulduklarını ifade ederken, muhalefetten yapılan bazı açıklamaları ise şaşırtıcı bulduklarını söyledi. Hatırlanacağı üzere, Erdoğan, Türkiye-İsrail normalleşmesi kapsamında kısa süre önce Netenyahu ile görüşmüş ve İsrail’le ilişkiler konusunda müspet mesajlar vermeyi tercih etmişti.

Olayın Siyasi Sonuçları

İsrail’in son 50 yıldır maruz kaldığı en büyük saldırı olan “Aksa Tufanı“, kuşkusuz İsrail ve bölge siyaseti açısından kalıcı sonuçlar doğuracaktır. Öncelikle, bölgesinde istenmeyen bir devlet olarak kurulan İsrail’in daha ilk günden itibaren bir “güvenlik devleti” olarak doğduğu düşünüldüğünde, bu olaya yönelik tepkileri de kanımca çok sert olacaktır. 1972 Münih Olimpiyatları’nda İsrailli sporculara yapılan saldırılar sonrasında ve İsrailli asker Gilad Şalit’in kaçırılması olayında Tel Aviv/Kudüs’ün verdiği aşırı tepkiler düşünüldüğünde, bu hafta içerisinde İsrail Ordusu’nun Gazze’yi ablukaya alacağı ve tam bir fiili işgal gerçekleştireceğini öngörmek yerinde olur. Bunun ise, Gazze’de Hamas militanlarının direnişi nedeniyle çok büyük kayıplara yol açması riski var. Ayrıca, klasik cephe savaşlarından daha farklı olan şehir-içi savaş konseptine aşina olmayan ordular için, bu tarz durumlar oldukça zorlayıcı olabilir. Nitekim İsrail Ordusu-IDF, 2006 Lübnan Savaşı’nda şehir-içi çatışmalarda beklenen başarıyı gösterememiş ve açık bir zafer elde edememişti. Ancak hem İsrail Ordusu’nun yıllardır şehir-içi savaş konusunda yaptığı atılım, hem de İsrail Ordusu ve istihbaratının Gazze’yi Lübnan’a kıyasla çok daha iyi bildiği düşünülürse, bu defa IDF’nin kesin bir zaferini beklemek sanki akla daha yatkın bir ihtimal. Ancak İsrail’in askeri zaferinin Filistin Davası’nı sonlandıramayacağı da ortada; zira bu konuda taraflar arasında derin bir fikir ayrılığı var ve İsrail’in işgal ederek yerleşimci yerleştirdiği bölgelerde uluslararası hukuka aykırı bir durum da söz konusu.

İkinci olarak, Donald Trump döneminde yapılan İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords) ile somutlaşan İsrail-Arap yakınlaşması, bu olay nedeniyle bir süre askıya alınabilecektir. Nitekim olay öncesinde İsrail ile Suudi Arabistan arasında ilişkileri normalleştirme görüşmelerinin yapıldığı açıklanmışken, yaşanan bu olay ve sonrasında İsrail’in gerçekleştirmesi beklenen kanlı karşı taarruz nedeniyle, muhtemelen Riyad ve diğer Arap devletleri, sürecin gelişimini görmek ve normalleşmeyi ötelemek isteyeceklerdir. Zaten bu olayda, Hamas ve arkasındaki destekleyici güçlerin -ki genelde bu konuda otoriteler İran’ı işaret etmektedirler- İsrail-Arap normalleşmesini hedef aldıkları da iddia edilebilir. Gazeteci Fehim Taştekin de bu görüşü savunurken, İsrail’in artık iki devletli çözümü desteklemediğine ve tüm bölgeyi İsrail’in ele geçirebileceğine dair aşırı sağın argümanlarının güç kazanmaya başladığına vurgu yapıyor.

Üçüncü olarak, bu olayın her iki tarafta da aşırı sağın güçlenmesine neden olması riski bulunuyor. İsrail, artık sol siyaseti neredeyse tamamen tasfiye etmiş tam bir aşırı sağ devlet görüntüsü çizerken, Filistin’de de sol ve seküler El Fetih Batı Şeria’da bile artık geleneksel gücünü kaybediyor ve radikal İslamcı Hamas, hem Gazze, hem de diğer bölgelerde giderek güç kazanıyor. İsrail siyasetinde Netenyahu gibi aşırı sağ bir figür bile artık normal birisi haline gelirken, Naftali Bennett ve Bezalel Smotrich gibi aşırılık yanlısı ve Filistin Sorunu’nu Filistin Devleti’ni tamamen yok ederek çözmek isteyen figürler siyasette giderek ön plana çıkarılıyor.

Dördüncü olarak, Filistin Sorunu’nda yıllardır yaşanan çözümsüzlük ve dahası giderek artan şiddet, ABD’nin küresel liderliğinin tartışmalı hale geldiğini düşündürüyor. Zira ABD, bugüne kadar ne yazık ki Ortadoğu ve diğer bölgelerdeki hiçbir siyasi sorunu çözemediği gibi, İsrail’de yükselen aşırı sağı da doğal kabul ediyor ve bu durumla mücadele etmek bir yana, buna destek verircesine pozisyon alıyor. ABD, Ortadoğu politikalarında kendi ilkeleriyle de ters düşen bir politika sergiliyor ve bunun farkına bile varamıyor. Öyle ki, Washington, tüm dünyada demokrasileri teşvik eder ve Başkan Biden düzenlediği Demokrasi Zirvelerine Türkiye gibi demokratik seçim yapabilen bir ülkeyi davet etmeye tenezzül etmezken, Filistin’de demokratik yolla sandıktan çıkmış radikal Hamas’ı kabullenmiyor ve Ortadoğu ülkelerinde radikal İslamcıların güçlenmesinden endişe ettiği için otoriter rejimlere destek veriyor. Bu, elbette anlaşılabilir bir durum olmakla birlikte, ABD’nin tüm Ortadoğu ülkelerinde -İsrail’in güvenliği amacıyla- anti-demokratik rejimleri destekleyip, yine bir Ortadoğu devleti sayılabilecek Türkiye’den Avrupa tipi pekişmiş ve tam bir demokrasi olmasını beklemesi tutarlı bir davranış gibi gözükmüyor. Zaten ABD ve İsrail’in bu konudaki ilkeleri de birbiriyle örtüşmüyor; İsrail için seküler ve İsrail’e düşman olmayan İslami askeri diktatörlük rejimleri, demokratik İslami rejimlere kıyasla çok daha az zararlı iken, Washington, en azından teoride ve söylem düzeyinde halen demokratik ve popüler yönetimleri destekliyor. ABD, son yıllarda Filistin Sorunu’nda artık bir barış planı açıklamaya bile zahmet etmiyor ve sorunun Filistinlilerin tamamen yok edileceği bir zeminde çözülmesine adeta yeşil ışık yakıyor. Geleneksel olarak Filistinli haklarını savunan Demokratların artık Trump gibi bir barış planı açıklamaya bile yeltenmemeleri ise, ABD’nin tamamen İsrail aşırı sağının kontrolüne girdiğini düşündürüyor.

Beşinci olarak, ABD’nin bu konudaki tutarsız ve isteksiz politikalarının da etkisiyle, Filistin Sorunu, Çin Halk Cumhuriyeti gibi yeni büyük güç adayları ve Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güç adayları için yakın gelecekte önemli bir diplomasi unsuru haline gelebilir. Ortadoğu’da yüzlerce insanın ölümünü doğal ve hayatın akışına uygun gösteren yaklaşımlar, kuşkusuz insan medeniyetinin kazanımlarını henüz içselleştirememiş radikal bir yaklaşımın ifadesi. Bu bağlamda, uluslararası hukuk temelinde tüm sorunların siyasi ve diplomatik yollarla barışçıl çözümünü savunan devletler, zaman içerisinde küresel sistemde daha önemli ve başarılı hale gelebilirler. Filistin Sorunu bağlamında, özellikle Çin ve İran gibi devletlerin öne çıkma ihtimali bulunuyor. Açık konuşmak gerekirse, İran, yakın gelecekte nükleer silahlara erişmesi durumunda İsrail’i Filistin Devleti’ni tanımaya zorlayan devlet olabilmek şansını yakalayabilir. Zira taraflar arasında nükleer denge oluşursa, İsrail, gönülsüz de olsa karşılıklı imha garantili bir savaştan ziyade Filistin’i tanımayı kabullenebilir. Türkiye de, benzer şekilde, Hamas da dahil tüm taraflarla konuşabilen az sayıda aktörden biri olarak, bu süreçte önem ve değer kazanabilir. Suudi Arabistan ise, İran’ın zorlayıcı barışı gerçekleşmeden İsrail ile Filistin’i barıştıran ve bu sayede İsrail’le ilişkilerini normalleştiren bir devlet olmayı isteyebilir. Bu bağlamda, bu büyük krize rağmen, 2024 yılı içerisinde ciddi diplomatik gelişmeler yaşanabilir.

Altıncı olarak, bu olay Hamas’a yönelik yaklaşımları da olumsuz etkileyebilir. Örneğin, bugüne kadar İsrail’in aşırı güç kullanımı ve Hamas’a yönelik ön yargılar nedeniyle bu konuda daha destekleyici tutum alan Türkiye, Hamas’ın bu açık ve büyük terör saldırısı sonrasında, Hamas’la ilişkilerini kısıtlama yoluna gidebilir. Bu, hükümetin İsrail’le normalleşme politikası ile de tutarlı bir hâl alabilir. Ancak Hamas’ın güvenirliğini kaybettiği ve El Fetih’in güç kaybettiği bir ortamda Filistinlilerin nasıl temsil edileceği ve barışın nasıl sağlanacağı da ayrı bir muamma olacaktır.

Sonuç

Sonuç olarak, 7 Ekim’de başlayan İsrail’e yönelik büyük Hamas terör saldırısı, siyasi tarih kitaplarına geçecek büyük bir postmodern savaş örneğidir. Saldırıda kullanılan paraşütlü birlikler ve silahlı insansız hava araçları (SİHAlar), olayın kapsamını ve planlanmasındaki zekayı ortaya koymaktadır. Bu, kuşkusuz kınanması gereken bir olaydır ve bir terör eylemidir. Bu bağlamda, öncelikle İsrail Devleti ve halkıyla dayanışmak gerekir. Ancak şu da bir gerçektir ki, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına uymayan ve Filistin topraklarını yıllar içerisinde işgale başlayan İsrail’e karşı, Filistinliler için seçenekler sınırlıdır. Bunlar; ya Filistin’i terk etmek, ya da İsrail’le savaşmak şeklinde özetlenebilir. Filistin halkı da, milliyetçi duruşu tercih ederek, topraklarını savunmaktadır. Bu konuda İsrail Devleti’nin hazırlıksız yakalanması ise oldukça şaşırtıcıdır.

Sonsöz, Ortadoğu’da silah şirketleri ve büyük devletlerin ticari çıkarlarının geçerli olduğu kirli bir düzen sürmektedir. Maalesef İngiltere ve Fransa gibi kolonyal güçlerin yerini alan ABD, bölgeye istikrar getirmemiş ve durumu daha da kötü bir noktaya taşımıştır. Bölgedeki istikrarsızlık, çok eleştirilen Osmanlı Barışı (Pax Ottomanica) döneminden bile daha olumsuz durumdadır. Bu bağlamda, Türkiye ve İran gibi yerel aktörlerin güçlenmesi ve özellikle mezhepçi bir dış politika anlayışı gütmeyen Türkiye’nin çözüm süreçlerinde aktif şekilde yer alması, bence herkesin yararına olacaktır. Zira Türkiye, ne Yahudiler, ne Sünniler, ne Şiiler, ne Hıristiyanlar, ne de başka bir grupla kavga içerisinde olmayan belki de bölgedeki yegane devlettir. Türkiye’nin Batı dünyasında çok eleştirilen lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın da İsrail’e karşıt olmadığı ve yalnızca uluslararası hukuk çerçevesinde Filistin Devleti’nin varlığını savunduğu, 2003 yılında göreve başlamasından itibaren yaptığı tüm konuşmalarından kolaylıkla anlaşılabilecek bir durumdur. Bu, radikal bir yaklaşım olmayıp uluslararası hukukla uyumlu, tam tersine, Filistin Devleti’ni yok sayanların duruşu radikal bir duruştur. Ancak elbette, bu doğrultuda, Türkiye’nin Kıbrıs’ta neden BM parametrelerine uygun hareket etmediği de ayrı bir tartışma konusudur. Son olarak, benim görüşüme göre, Müslümanları radikalleştiren Filistin Sorunu’nun çözümü, İsrail de dahil olmak üzere herkesin lehine bir kazanım olacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.