“Çılgın bir proje, aydınların kibir abidesi, başarısızlığa uğraması kaçınılmaz olan bir program”. Bu cümle “Demir Leydi” olarak adlandırılan eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın 2002 yılında yayınladığı “Devlet Yönetimi” adlı kitaptan alıntıdır. Thatcher, bu sözlerle AB’yi nitelemektedir. Aslında Thatcher’ın ortaya koyduğu bu tavır, İngiliz halkının ve siyasetçilerinin önemli bir bölümünün AB’ye olumsuz yaklaştığını ortaya koymaktadır. Özellikle milliyetçiler ile imparatorluk geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan kesimleri bir araya getiren Muhafazakâr Parti’nin AB’ye olan yaklaşımı bu çerçevede ele alınabilir. AB’nin yönetimsel ve ekonomik problemlerinin ayyuka çıktığı ve toplumsal meşruiyetinin azaldığı bir noktada, Muhafazakâr Parti mensubu İngiliz Başbakanı David Cameron’un yaptığı bir açıklama çok büyük yankı uyandırmıştır. Cameron, 2015 yılında yapılan seçimleri kazanması halinde, İngiltere’nin AB üyeliğini referanduma götüreceğini ve referandumun sonucuna göre ülkesinin AB üyeliğinin devamına ya da sonlandırılmasına karar verileceğini açıklamıştır.
Manş Denizi ile Avrupa Kıtası’ndan ayrılan, sosyo-kültürel ve siyasal yapısının oluşumunda “ada olma” anlayışının önemli bir yer kapladığı İngiltere, Almanya ve Fransa ile birlikte AB’nin lider ülkelerinden biridir. 18. yüzyılın sonundan II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar “güneş batmayan imparatorluk” çerçevesinde tüm dünyaya yön vermiş olan bu ülke, II. Dünya Savaşı’nın ardından yeni bir role soyunmuştur. İngilizlerin üstlendiği yeni rol, ABD ile Kıta Avrupası’nı sistemsel anlamda birbirine bağlamak, yani Avro ile Atlantik’i bir araya getirerek SSCB’ye karşı ortak bir Batı Bloğu tahkim etmekti. ABD ile birlikte ortaya konan bu politikanın İngiltere tarafından başarıyla uygulandığı söylenebilir. Ne var ki, SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte, üstlenilen bu role ilişkin hem İngiltere hem de AB içerisinde ciddi tepkiler ortaya çıkmıştır. SSCB üzerinden ifadesini bulan korku faktörünün ortadan kalkması ve ABD’nin AB’yi kendisine eklemleyerek kendi sistemik hegemonyasını dünyaya kabul ettirmeye çalışması bu noktada önemli bir faktördür. AB’nin lider ülkelerinden Almanya ve Fransa, ABD’nin kurgulamaya çalıştığı ve kendilerini ikinci plana atan bu politikaya karşı çıkmaktadır. Üstelik bu planın İngiltere’nin AB içerisindeki diplomatik ve siyasal etkinliği çerçevesinde işletildiğini savunmaktadırlar. İmparatorluk stratejisini içselleştirmiş ve Kıta Avrupası’nın sorunlarına entegre olmamak gerektiğini düşünen İngilizler ise daha başından beri AB üyeliğine karşı çıkmışlardır. Muhafazakâr Parti, bu cenahın liderliğini yürütmektedir. 200 yıla yakın bir süre tüm dünyayı yönetmiş olan bir imparatorluğun, AB içerisinde Fransa ve Almanya ile eşit bir role sahip olmayı sindirmesi kolay olmamaktadır.
İngiltere Başbakanı David Cameron’un ülkesinin üyeliğini referandum sonucuna bağlayan açıklamasının ardından Fransa ve Almanya çok ciddi bir tepki göstermemiştir. Fransa Dışişleri Bakanı Laurént Fabius’un İngilizleri “kırmızı halı” ile uğurlayacaklarını kaydeden açıklaması bu noktada önemlidir. Nitekim son dönemde AB içerisinde İngiltere ile Almanya-Fransa ortaklığı arasında ciddi bir rekabet oluşmuş durumdadır. Bu rekabet hem ekonomik ve mali meselelerde hem de Türkiye’yi de yakından ilgilendiren genişleme stratejisi ve ortak dış politika izleme hususlarında ortaya çıkmış durumdadır. Almanya’nın, sahip olduğu ekonomik güç ekseninde, Fransa’yı da yedeğine alarak liderlik rolünü üstlenmesi, İngiltere’nin tepkisine neden olmaktadır.
İngiltere, bir AB üyesi olmasına karşın hiçbir zaman AB’ye tam manasıyla bağlanmamış ve kendi bağımsızlığını ve benimsediği izolasyonist politikasını sürdürmeyi tercih etmiştir. İngilizler kendilerini Avrupalı olarak görmelerine karşın, ada olma bilinci çerçevesinde belli bir özerkliğe sahip olmayı içselleştirmişlerdir. II. Dünya Savaşı sonrası ABD ile geliştirilen sistemik ortaklık da İngilizlerin konjonktürel tutumunun oluşumunda önemli bir role sahiptir. Bu bağlamda İngiltere’nin AB’ye olan entegrasyonunun yeterli derinliğe sahip olduğu söylenemez. AB’nin kullandığı parayı (Avro) kullanmayan, muhasebe ve mali sistem anlamında Kıta Avrupası’ndan ayrılan, İngiliz ölçü birimlerini kullanmaya devam eden ve trafiğin dahi soldan aktığı İngiltere, gerçekten de AB’den farklı bir noktada durmaktadır.
İngiltere ile Almanya’nın, AB içerisinde, yavaş da olsa hissedilmeye başlanan liderlik mücadelesi de önemli bir husus olarak değerlendirilmelidir. Temel çatışma alanlarının yanı sıra, krizi derinleştiren görünür sebepler de vardır. Londra’nın Brüksel’e teslim ettiği bazı yetkilerini geri almak istemesi bu çerçevede önemlidir. İngiltere, Avro Bölgesi’ni tehdit eden finansal risklerin kendisini de etkilemesinden ve mali istikrarsızlığın büyümesinden endişe etmektedir. İngilizler, Avro Bölgesi’nde yer almamakta ve bağımsız bir finans merkezi olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak Avro Bölgesi’ndeki krizin yan etkileri giderek artan bir şekilde İngiltere’yi tehdit etmektedir. David Cameron, AB’nin iyi bir mali yapılanma çerçevesinde Avro Bölgesi’nde yer almayan ülkelere de finansal güvence tanımasını istiyor. AB’nin üretim düzeyinin sürekli olarak düşmesi ve bu üretimin de Almanya’ya bağımlı olması, İngilizlerin bir diğer çekincesi olarak görülmelidir. İngiltere, bu bağlamda Almanya’nın AB’nin doğal ve tartışmasız lideri haline gelmesinden hoşlanmamaktadır. AB’nin hala bir elit projesi olarak varlığını sürdürmesi ve Avrupa vatandaşlarına yeterli oranda hitap edememesi İngilizlerin üzerinde durduğu bir diğer meseledir. İngiltere, AB’nin toplumsal anlamda meşru hale getirilmesi gerektiğini, mevcut görünümüyle bunu yapamayacağını kaydetmektedir.
İngiltere’nin AB’den ayrılması İngilizlere çok büyük kayıplar yaşatmayacaktır. Zira İngiltere, aldığından daha fazlasını AB’ye vermektedir. Bu hem ekonomik hem de diplomatik ve siyasal anlamda bir gerçekliktir. AB’den ayrılmaları halinde İngilizler mevcut sistemik etkinliklerini korumaya devam edeceklerdir. AB ise, İngiltere’nin ayrılması halinde Kıta Avrupa’sına yoğunlaşmış, Alman liderliğini benimsemiş ve diplomatik kabiliyeti azalmış bir aktör olarak devam edecektir. İngiltere’nin AB’den ayrılması, Avro-Atlantik İttifakı’nın tutarlılığını da azaltacaktır. Zira Avro ile Atlantik’i bir araya getiren aktör İngiltere’dir. İngiltere’nin AB’den kopması ve ABD ile ayrı bir blok oluşturması, AB’nin genişleme politikalarına dahi olumsuz yansıyabilecektir. Nitekim AB üyeliği, NATO üyeliği ile paralel yürütülen bir siyasal gerçeklik haline gelmiş durumdadır. NATO üyeliğinin AB üyeliğinden yalıtılması, güvenlik unsurunu siyasal ve ekonomik reformların önüne yerleştiren ülkelerin AB üyeliğinden/üyelik sürecinden kopmasını beraberinde getirebilecektir. Bu nedenle mevcut sürecin Türkiye tarafından da yakından izlenmesi gerekmektedir.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU