Avrupa Birliği’nin lider ülkelerinden biri olan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve dünyanın en büyük beşinci ekonomisi konumundaki Fransa’da dört gözle beklenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu geçtiğimiz günlerde gerçekleştirildi. 45 milyon kayıtlı seçmene sahip olan ve toplam 10 adayın Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanabilmek ya da seçimlerin ikinci turunda yarışmaya hak kazanabilmek için mücadele verdiği seçimlere katılım oranı % 82 ile yüksek bir seviyede gerçekleşirken, 6 Mayıs 2012’de gerçekleşecek ikinci turda yarışmaya hak kazanan isimler beklendiği gibi Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande ile mevcut Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olmuştur. Her ne kadar seçimlere katılım % 82 gibi yüksek bir oranda cereyan etmişse de, bu oran Nicolas Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmaya hak kazandığı 2007 seçimlerindeki % 83,7’lik oranın gerisinde kalmıştır. Bu durumun en önemli nedeni, Nicolas Sarkozy yönetiminin gösterdiği yetersiz performans sonrası ortaya çıkan sosyo-kültürel ve ekonomik problemler ile tüm Avrupa’yı saran ekonomik kriz sonrası Fransız toplumunun bir bölümünün siyasete kayıtsız kalmayı tercih etmesi olmuştur. Hatta aşırı sağ ve solun aldığı oy oranları dikkate alındığında, Fransız halkının önemli bir bölümünün tepkilerini yüksek perdeden ve siyasal uzlaşmayı yadsıyacak bir şekilde dillendirdikleri de söylenebilir.
Seçimlerin ilk turunda ortaya çıkan sonuçlara göz gezdirildiğinde Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande’ın elde ettiği % 28,6’lık oy oranı ile ilk sırada yer aldığını görüyoruz. François Mittérrand’ın ardından son üç dönemdir Cumhurbaşkanlığı seçimlerini sağ kesimin adaylarına karşı kaybeden Sosyalist Parti, bu seçimlerde Mittérrand’ın eski ekonomi danışmanı olan ve onun döneminde ortaya konan ve sosyal yönü ağır basan ekonomi politikaları ve devletleştirme hamlelerinde de önemli bir rol oynamış Hollande’ı aday göstererek halk nezdinde artan huzursuzluğu dindirme yönünde ekonomiyi en önemli faktör olarak gördüğünü göstermiştir. Nitekim Hollande’ın programına göz gezdirdiğimizde, onun Mart 2012’de Avrupalı liderlerce imzalanan kemer sıkma programına karşı çıktığını ve bu programın sosyal yönü ağır basacak şekilde revize edilmesi gerektiğini ifade ettiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra, Hollande kamu harcamalarının dramatik şekilde azaltılmasının işsizliği arttıracağını düşünmekte ve başta Fransa olmak üzere Avrupalı ülkelerin özel bankalara borçlanmaktansa Avrupa Merkez Bankası’na borçlanması gerektiğini kaydederek ultra-liberal politikalara karşı bir duruş sergileyerek ekonomik krizi tüm Avrupa’nın ortak krizi şeklinde Avrupa Merkez Bankası nezdinde sembolize etmek istemektedir. Fransa nezdinde daha fazla kazananların (yılda 1 milyon eurodan fazla kazanan kesim) daha yüksek oranlı (% 75) vergilendirilmesini isteyen Hollande, Fransa’nın bütçe açığını da azaltmayı hedeflemektedir. Hollande, Sarkozy’nin Fransa toplumu nezdinde giderek büyüyen sosyo-kültürel ayrım ve yabancı düşmanlığı gibi faktörlerin ortaya çıkmasını engelleyemediğini ve hatta körüklediğini belirterek bu durumun Fransa’nın özgürlükçü değerleri ve cumhuriyetin ruhuyla bağdaşmadığını vurgulayarak göçmenler ve Müslümanlar başta olmak üzere Fransa toplumuna yabancılaştırılan kesimleri Fransa’ya entegre edecek evrimci bir çaba içerisinde olacağını da kaydetmektedir.
Mevcut Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise, % 27,1’lik oy oranı ile Beşinci Cumhuriyet dönemi Fransa’sı tarihine geçmiştir. Nitekim Sarkozy bu seçimleri kaybettiği takdirde, Beşinci Cumhuriyet döneminde iktidara gelen Cumhurbaşkanları içerisinde ilk döneminin ardından seçimleri kaybeden ilk isim olacaktır. Sarkozy’nin bu sonucu almasının en önemli nedeni tüm Avrupa’yı saran ekonomik kriz sonrasında Fransa nezdinde de giderek artan işsizlik ve ülkenin kamu borçlarının oldukça yüksek bir seviyeye ulaşması ve Sarkozy’nin Alman Şansölyesi Angela Merkel’e adeta teslim olmuş bir tavır sergileyerek Fransa’yı ekonomik manada Almanya’ya teslim etmesidir. Sarkozy’nin bu teslimiyetçi tutumu özellikle Fransız sağı içerisinde büyük bir tepki dalgasına yol açmıştır. Bunun yanı sıra Sarkozy’nin sürekli dillendirmesine karşılık göçmen tabanlı problemler ve sosyal adaletsizliğe bir çözüm bulamaması da özellikle aşırı sağın güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Nitekim Sarkozy’nin başarısızlığı Marine Le Pen’in lideri olduğu aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin işine yaramıştır. Marine Le Pen, elde ettiği % 18’lik oy oranı ile seçimlerde üçüncü sırayı almış ve ikinci tura kalamamasına karşın seçimin sonucunu doğrudan etkileyecek en önemli aktör konumuna gelmiştir. Ulusal Cephe, Fransa’nın euro bölgesinden ve Schengen’den ayrılmasını, ülkeye olan göçün en alt düzeye indirgenmesini ve Fransa’nın “Müslümanlaştırılması” girişimlerinin önünün alınmasını istemektedir. Genel olarak ulusal hasletlere vurgu yapan ve ırkçı bir söylem geliştiren Ulusal Cephe, AB idealine de karşıt bir tutum sergilemektedir. Marine Le Pen, Fransa toplumundaki huzursuzluğu popülist bir şekilde idealize etmiş ve ciddi bir oy oranına sahip olmuştur. Bu partinin güçlenmesinde, Sarkozy’nın aşırı sağ söylemleri politikanın merkezine çekme girişimleri de önemli bir rol oynamıştır. Sarkozy, bu söylemleri kullanırken bu tutumun kendisine oy olarak döneceğini hesaplamıştır. Ancak bu söylem Marine Le Pen’in işine yaramış ve oylar asıl sahibine gitmiştir. Seçimlerin ikinci turunda Le Pen’in oylarının önemli bir bölümünün Sarkozy’e gideceği ortadadır. Ancak Le Pen’in asıl hedefi, Sarkozy’nin kaybetmesini sağlayarak önümüzdeki parlamento seçimlerinde UMP’yi güçsüzleştirmek ve sağın oylarının önemli bir bölümünü elde ederek Sosyalist Parti’nin karşısına Fransız sağının en güçlü temsilcisi olarak çıkmaktır. Bu nedenle, Le Pen, mevcut konjonktürde ciddi bir ikilemle karşı karşıyadır. Sarkozy’e destek verdiğini açıklarsa kendi siyasal geleceğini ve Fransız sağına liderlik etme hedefini tehlikeye atacak, destek vermezse de Sosyalist Partili bir adayın kazanmasına yardımcı olmuş bir sağ parti lideri olacaktır. Ne var ki, Le Pen destek verse de vermese de Ulusal Cephe’ye giden oyların en az yarısının ikinci turda Sarkozy’ye yöneleceği ortadadır.
Komünist Parti’nin desteklediği işçi kökenli aday Jéan-Luc Melénchon’un aldığı % 11’lik oy oranının neredeyse tamamının Hollande’a kayacağı ortadadır. Nitekim Melénchon da seçimlerin ikinci turunda Hollande’a destek verdiğini belirtmiştir. Aldığı oy oranı ile büyük bir sürprize imza atan Melénchon, aşırılık potansiyelinin yalnızca sağa özgü olmadığını solda da zemin kazandığını ortaya koymuştur. Aynı şekilde % 2,3 oy alan çevreci aday Eva Joly de ikinci turda Hollande’a destek verdiğini belirtmiştir. Seçimlerin kaderini belirleyecek bir başka isim ise liberal aday François Bayrou’nun ortaya koyacağı tavır olacaktır. Birinci turda % 9’luk bir oy oranına sahip olan Bayrou’nun seçmenleri genel itibarıyla iş adamları, eğitimli orta sınıf ve AB idealine sıkı sıkıya bağlı isimlerden oluşmaktadır. Bu nedenle Bayrou’nun oylarının önemli bir bölümünün Hollande’a gitmesi beklenmektedir. Ancak François Bayrou’nun 6 Mayıs öncesi yapacağı açıklama da oldukça önemli bir kırılma noktası olabilecektir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu, Fransa’da siyasal spektrumun ortasında bulunan partilerin ciddi anlamda güçsüzleştiğini ve saygınlık yitirdiğini, aşırı sağ ve solun ise bu duruma koşut olarak güçlendiğini göstermektedir. Bu durumun oluşmasında partilerin görünümlerinin yanı sıra Avrupa’da artan göçmen karşıtlığı ve ırkçı eğilimler ile küresel ekonomik kriz ve Fransız liderlerin yetersizliği de önemli bir rol oynamıştır. Bu minvalde, 6 Mayıs 2012’de gerçekleştirilecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda elde edilecek sonucun da Fransa’daki siyasal meşruiyet krizine bir çözüm olamayacağını ancak sadece bir yatıştırıcı rolünü üstlenebileceğini söyleyebiliriz. Seçimlerin ikinci turunda ise François Hollande’ın az bir oy farkla da olsa galip gelen taraf olması beklenmektedir.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU