Soğuk Savaş dönemi çekişmelerinin fazlasıyla ısındığı ve bir anlamda yeryüzünün nükleer bir felaketin eşiğinden döndüğü Küba Füze Krizi, kuşkusuz dünya siyasal tarihinin yakın dönemdeki en önemli olaylarından birisidir. Bu yazıda Küba Füze Krizi öncesinde yaşanan gelişmeleri, bu gergin dönemde ABD ve SSCB’nin izlediği stratejileri ve bu olayın sonuçlarını kısaca incelemeye çalışacağım.
Öncelikle Küba Füze Krizi döneminde dünyanın büyük bir felaketin eşiğinden dönmesine neden olan nükleer silah çılgınlığı nasıl başlamış onu hatırlayalım. Bilindiği üzere Manhattan Projesi ile dünyada ilk nükleer silah geliştiren ülke olan ABD, bu silahı Japonya’da iki kez denemekten çekinmemiş ve büyük bir faciya yol açmıştır. 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya, 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye atılan bombalar sonucu 250.000 civarında insan hayatını kaybederken, bu bölgelerde etkileri on yıllar boyunca silinmeyecek kimyasal-biyolojik zararlar da oluşmuştur. ABD’nin atom bombası riskini göze almasının temel sebepleri Japonya’nın işgalini kolaylaştırmak ve esas olarak o sıralarda Japonya’ya hala savaş açmamış olan Sovyetler Birliği’ne bu güçlü silahla dünya liderliğinin kendisinde olduğu mesajını vermek istemesidir. Nitekim savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin tüm nükleer silah ve atom bombalarının dünya çapında yok edilmesi konusunda yaptığı teklif ABD tarafından reddedilecek ve bu nedenle Sovyetler Birliği de kendi güvenlik stratejisini geliştirerek nükleer programını dört yıl içerisinde başarıyla uygulamaya sokacaktır.
ABD ve SSCB arasındaki Soğuk Savaş’ın giderek ısındığı 1950’li yıllarda her iki ülke de etki alanları içerisindeki coğrafyalarda kendi ideolojileri doğrultusunda askeri, ekonomik ve siyasal birlikler oluşturmuş ve dünya çift-kutuplu bir hale gelmiştir. ABD özellikle Çin’de Mao liderliğindeki komünistlerin hâkimiyeti sağlaması ve Kore’de komünist bir devletin kurulması sonrası Asya’da komünizmin daha fazla yayılmasından oldukça çekinmeye başlamıştır. Dahası Doğu Avrupa’yı Berlin’e kadar Nazilerin elinden kurtaran ve böylelikle İkinci Dünya Savaşı’nın kahramanı olan Kızıl Ordu sayesinde Stalin elindeki avantajlı konumu kullanarak Yalta Konferansı’nda tüm Doğu Avrupa’yı Sovyetler Birliği’nin etki alanı altına alabilmiş ve buradaki ülkelerde yapılan seçimlerde SSCB yanlısı komünist partiler iktidara gelmişlerdir. İngiliz başbakanı Winston Churchill’in deyimiyle “Doğu Avrupa’nın üzerine demir bir perde (iron curtain) çekilmiştir”. Ancak ABD’nin tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen hiç beklemediği şey burnunun dibinde yeni bir sosyalist devrimin olması ve yeni bir sosyalist ülkenin ortaya çıkmasıdır.
ABD’li işadamlarının ve çok önemli yatırımlarının bulunduğu, o dönemlerde kumar, seks ve mafya cenneti olarak bilinen, Fulgencio Batista’nın başkanı olduğu Küba’da gerçekleşen devrim; başlarda devrimin lideri Fidel Castro’nun ideolojik çizgisi net olmasa da, daha sonra giderek artan anti-emperyalist ve sosyalist uygulamaları nedeniyle Amerika’yı endişelendirmeye başlamıştır. Fidel Castro, Che Guevara ve devrimci arkadaşlarının 26 Temmuz 1953 tarihinde Moncada Kışlası’na yaptıkları başarısız baskınla (Moncada Baskını) başlayan hareketleri, 28 Mayıs 1957’de Uvero’da bir garnizona yapılan başarılı saldırıyla hızlanmış ve 1 Ocak 1959’da halkın kutlamaları arasında Havana’ya giren Castro ve yalnızca 300 kadar gerilla arkadaşı diktatör Batista’yı devirerek Küba Devrimi’ni gerçekleştirmişlerdir. Castro devrimi yaparken ideolojik çizgisi net değildir. Hatta cebinde Das Capital falan değil, Jean Jacques Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme adlı kitabı vardır. Devrimi yapan ekipten Fidel’in kardeşi Raul Castro ve Che Guevara komünisttir ancak Fidel Castro’nun nasıl bir politika belirleyeceği hala net değildir. Ancak ulusal çıkarlarını korumaya gayret gösteren Castro, bu konuda ABD’nin kendisine düşmanlık gütmeye devam etmesi üzerine gittikçe Sovyetler Birliği’ne ve komünist bir rejime doğru yönelecektir. Küba’da hızlı bir kamulaştırma hamlesi başlatan Castro, ambargo tehditlerine rağmen Amerikan şirketlerini ülkesinden kovmakta sakınca görmüyordu. Dahası Castro Küba’daki Amerikan mallarının hepsine el koymuştu ve Amerikan yönetimi; kendi vatandaşı olan işadamlarına ait milyon dolarlık malları, mülkiyet hakkının yılmaz savunucusu olarak geri alamadığı için dünya basınında sürekli itibar kaybediyordu. Bunların neticesinde önce başkan Eisenhower daha sonra başkan John Kennedy dönemlerinde CIA (Central Intelligence Agency-Merkezi Haberalma Teşkilatı) Başkanı Allen Welsh Dulles, Castro’ya yapılacak değişik suikast planları üzerinde çalışmaya başladı. Ancak bu girişimler hep başarısız olacak ve Amerikalıların deyimiyle “The Beard (Sakallı)” hep bir şekilde kendini kurtaracaktır. Aynı yıllarda Castro’nun yolundan giden Guatemalalı ulusalcı lider Jacobo Arbenz de Dulles kardeşlerin (John Foster Dulles-Allen Welsh Dulles) organize ettiği bir CIA darbesiyle yerinden edilecektir. ABD’nin hedefinde artık öncelikli olarak sosyalist Küba ve onun sakallı lideri vardır…
Giderek daha sosyalist bir çizgiye kayan, Küba Devrimi’ni Amerikan karşıtı Latin Amerika devrimlerine öncü olacak bir model olarak dünyaya tanıtan ve Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerini güçlendiren Castro, tüm bu ambargo, suikast ve savaş tehditlerine karşı ayakta kalabilmek için Sovyetlerden daha çok destek istiyordu. Castro’nun o dönemdeki zayıflığından faydalanmak isteyen Kennedy yönetimi ve CIA öncelikle ilginç bir karşı-devrim planı ile Castro’yu devirmek istedi. Devrim sonrası Küba’dan kaçmış ve sürülmüş Kübalı anti-komünistleri birkaç aylık silah ve propaganda eğitimi sonrası ellerine silah vererek teknelerle yeniden Küba’ya yollayan ABD yönetimi, bu kişilerin başlatacağı isyanın kısa sürede Küba yönetimini yıkacağına inanıyordu. Zira Amerikalılara göre komünizm bir baskı rejimiydi ve hiçbir insan özgür iradesiyle böyle bir yönetimi destekleyemezdi. Domuzlar Körfezi Çıkarması olarak bilinen bu olayda 17 Nisan 1961 tarihinde isyan başlatan 1500 kadar Amerikan Kübalısı, Küba Ordusu ve devrime sahip çıkan halk tarafından kolaylıkla yok ediliyordu. ABD küçücük bir ülke karşısında rezil olmuştu. Castro zaferden aldığı hızla Amerika’ya açık açık meydan okuyor ve dünya kamuoyunun sempatisini kazanıyordu. Başkan Kennedy de Castro ve Küba’ya artık kafasını tam olarak takmıştı. İşte bu dönemde Küba’nın er veya geç düşeceğini düşünen Sovyet lideri Nikita Kruşçev, ani ve fazla düşünmeden aldığı bir kararla Küba’ya Sovyet nükleer silahlarının yerleştirilmesi için emir veriyordu. Operasyon gizli yapılacak ve dünyaya duyurulmayacaktı. Kruşçev’e göre böylelikle Sovyetler Birliği de sayıca Amerika’dan daha az nükleer başlığı bulunmasına karşın yakın mesafeli bir üs elde etmesi sebebiyle nükleer yarışta Amerika’dan daha avantajlı bir konuma geçecekti. Ancak Amerikan casus uçakları Sovyet nükleer tesislerini hemen fark ediyordu. Amerikan yönetimi bir karar almak zorundaydı…
Küba’da Sovyetler Birliği’ne ait nükleer yapılanmanın fark edilmesinden sonra Amerikan yönetiminde nasıl bir strateji izleneceği konusunda hararetli tartışmalar yapıldı. Stanley Kubrick’in “Dr. Strangelove” filminde hicvedilen Amerika Hava Kuvvetleri komutanı General Curtis LeMay ve stratejist Thomas Power Küba’ya ve Moskova’ya nükleer bir saldırı yapılmasını talep ederken, Başkan Kennedy bu isimlere oldukça sinirleniyor ve genç Savunma Bakanı Robert Strange McNamara’nın önerisini daha mantıklı buluyordu. McNamara’ya göre Amerika’nın iki seçeneği vardı. Birinci seçenek Küba’nın işgal edilmesi ve nükleer başlıklara el konulmasıydı. İkinci ve daha makul gözüken seçenek ise Sovyetler Birliği gemilerini Küba’ya yanaştırmamak için Küba’nın deniz yoluyla bloke edilmesi ve bu avantajlı karantina durumundan faydalanılarak Sovyetler Birliği ile pazarlığa başlanmasıydı. Amerikan gemileri blokaj işlemini başarıyla yerine getirdi ve nükleer başlıkları taşıyan Sovyet gemileri Küba’ya yanaşamadan geri dönmek zorunda kaldılar. Kruşçev ve Kennedy arasında ikili temaslar da başlamıştı. Kruşçev ABD ile direk bir savaşı göze alamadığı ve nükleer savaşın dünyayı bir felakete sürükleyeceğini bildiği için Küba’daki silahları çekmesinin karşılığında (quid pro quo) ABD’nin de daha önceden Türkiye’ye yerleştirdiği Jüpiter füzelerini çekmesini ve Küba’yı işgal etmeyeceği konusunda bir açıklama yapmasını istiyordu. Kruşçev’in ürkek fakat bir anlamda da sorumlu tavrından cesaret alan Kennedy ise, Türkiye’deki füzelerin zaten belli bir süre sonra kaldırılacağını ancak bunu basına açıkça söyleyemeyeceğini belirtiyor ve Küba’daki nükleer başlıkların derhal geri çekilmesini istiyordu. Kennedy’e göre ABD’nin zaten Küba’yı işgal etmek gibi bir düşüncesi hiç olmamıştı. Dünyanın nükleer bir felaketin eşiğine geldiği bu gergin saat ve günlerin sonucunda Kruşçev Kennedy’nin teklifine olumlu yaklaşıyor ve Küba’daki Sovyet silahları geri çekiliyordu.
Küba Füze Krizi sonucu itibariyle ABD’nin dünya kamuoyundaki prestijini ve en güçlü ülke imajını güçlendiriyor ve Kruşçev liderliğindeki Sovyetler Birliği gizli planını başarıya ulaştıramadığı için süper güç olma yarışında ikinci plana düşüyordu. Kruşçev’in fazla düşünmeden uygulamaya koyduğu Küba’ya nükleer başlıkların yerleştirilmesi düşüncesi yarıda kalmış ve Sovyet gemileri Amerikan gemilerinin tacizlerine karşılık verememişti. Kennedy bu olaydan güçlenmiş, Kruşçev ise yıpranmış olarak çıkıyordu. Bu olay ayrıca Soğuk Savaş döneminde Amerika’da ortaya çıkan anti-komünizm çılgınlığını da göstermesi açısından önemlidir. Büyük bir propaganda mekanizmasıyla yaratılan SSCB ve komünizm düşmanlığı; ABD’yi demokratik olarak seçilmiş birçok sol rejimi CIA’in finanse ve organize ettiği darbelerle yerinden eden baskıcı politikalara yönlendiriyordu. Böylelikle Amerika Birleşik Devletleri demokratik imajından uzaklaşmasına karşın, gücün asıl ölçüt olduğu Soğuk Savaş dünya politikasında en büyük güç olarak ortaya çıkıyor ve düşmanlarına yine gözdağı veriyordu.
Dr. Ozan ÖRMECİ